Yirmiye yakın ülkeye kırka yaklaşan yurtdışı yolculuklarımın hiçbiri turistik amaçlı olmadı. Bir amaca bir programa yönelik bu seyahatlerden bende kalan izlerin de belli başlılarından söz etmeyi bir yazarlık görevi olarak düşündüm.
Irak'a ilk gidişim de böyle bir çerçevede olmuştu. "Mihrican Şiir Festivali"ne davetli bir grup olarak Bağdat'ta yaşadıklarımızdan öne çıkanları da yazıya geçirmek istemiş. Türkiye Gazetesi'nde Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun yönettiği kültür sanat sayfasında bölümler halinde yayınlamıştım.
Bağdat'taki şiir programlarında yüzden fazla ülkeden gazeteci ve şairler vardı. Geceleri Dicle kıyısında dolaşırken ben Ahmet Haşim'i ve şiirlerini hatırlayıp duruyordum. "Kenar-ı Dicle" de annesinin şefkatle elinden tuttuğu mahzun çocuk Ahmet Haşim'in şiirlerindeki akşam ve gece motiflerini yeniden keşfetmeye çalışıyordum. Fakat Bağdat'ın genel havası hiç de o lirizme uyumlu değildi.
İran-Irak Savaşı yeni bitmişti. Dışarıdan bakınca galibi olmayan bu savaşın kahramanlığını Saddam Hüseyin üstlenmişti. Diğer Arap ülkelerinden gelenler de dahil, bütün Arap şairleri Saddam kasideleri okumakta birbirleri ile yarışıyorlardı. Kimlerine göre Saddam öyle büyük bir kahramandı ki, Sezar O'nun yanında ancak bir seyis olabilirdi. Bazılarına göre ise Napolyon Saddam'ın ancak emir eri seviyesinde kalabilirdi. Böylesi abartıların, övgülerin Saddam'a ulaşmış olduğunu düşünmemek de gerçekçi sayılmazdı. Dünyanın her kıtasında gelmiş bulunan şair ve gazeteciler, planlı olarak bu propaganda bombardımanına katkı sağlıyordu.
Normal bir insanın bile böylesi bir dalkavukluk çemberi içinde sapıtıp megaloman olabileceğini düşünmekteydim. Arap olmayan başka bazı ülkelerin şairlerinden de kendini bu rüzgâra kaptıranlar olabiliyordu. Kısacası, bir egonun alabildiğine şişirilmesi operasyonu, bir histeri nöbet gibi cereyan ediyordu.
Programlar Basra, Karbela gibi başka bazı şehirlere de taşınıyordu...
Ancak Türkiye'den şairlere programlarda bir türlü yer verilmiyordu. Sorduğumuzda ise, Bağdat Üniversitesi'nde yapılacak programın Türkiye'den gelenlere ayrıldığını söylüyorlardı. Kerkük ve Musul'u görme isteğimiz asık suratla karşılanıyordu.
Nihayet Bağdat Üniversitesi'ndeki program da başlamıştı. Fakat Türkiye'den yine hiçbirimiz davet edilmiyorduk. Programın sonuna doğru bizim heyetten gazeteci Kemal Çukurkavaklı anons edildi. O da bir Saddam methiyesi okuyarak görevini yapıyordu.
Dağıldıktan sonra tercümanımızı ve mihmandarları bir araya getirerek, tam bir Arap şovenizmi ile karşı karşıya olduğumuzu yüksek sesle ifa ettim. Arkamdan Şemsi Belli'nin sesini duyuyordum: "Bu Yahya böyle ne dangalaklık yapıyor..."
Kalmakta olduğumuz Sharaton Oteli'ne döndüğümüzde arakadaşlara, bizim burada Türkiye'yi temsil ettiğimizi, tepkisiz kalamayacağımızı söyledim. Ahmet Tufan Şentürk ve Tahir Kutsi Makal da böyle düşünüyordu. İrfan Ünver de nötr bir tavır takınıyordu. Mihmanlarımıza bizim dönmek istediğimizi, pasaportlarımızın verilmesini söyledim. Mihmandarlar buna yetkilerinin olmadığını ifade ettiler. Bizi yetkililerle görüştürmelerini istedim. "Herhalde bizi esir tutacak değilsiniz" dedim.
Tavrımızdaki kararlılığı anlayınca telefon görüşmeleri başlattılar. Bir süre sonra Enformasyon Bakan Yardımcısı geldi. Tercümana, söylediklerimi aynen aktarması ricasında bulunarak anlattım: "Biz buraya, komşu, dost, kardeş, bir ülke olarak geldik. Ancak günlerdir uygulanan programlarda hep yok sayıldık..." Karşılaştığımız durumları açıkladım. Ve hemen dönmek istediğimizi, pasaportlarımızın verilmesini belirttim.
Bakan Yardımcısı mihmandarlarımıza döndü, fırça atmaya başladı: "Beyefendiler haklılar. Ben de olsam böyle davranırdım." Bana dönerek devam etti: "Şimdi talimat veriyorum bu gece Bağdat Yazarlar Evinde özel Türk Şiiri gecesi düzenlenecek... Tamam mı beyefendi?" İtiraz edecek bir durum kalmamıştı. Bakan Yardımcısı devam etti: "Bu festival bittikten sonra sizi on beş gün daha bu otelde özel misafirlerimiz olarak ağırlamak isteriz..."
Hemen cevabımı verdim: "Teşekkür ederiz. Bizim Türkiye'de bu tür mekânlarda sık sık faaliyetlerimiz olduğu için buna zamanımız yoktur... "
O gece gerçekten dörtbaşı mamur bir Türk Şiiri programı yapıldı. Şemsi Belli dostumuzun dediği o "dangalaklığı" yapmasaydım bu hafife alınmayı sineye çekmiş olacaktık.
Bağdat'taki Büyükelçimiz Sönmez Köksal heyetimizi davet etmişti. Elçilik binasında güzel bir yemek sohbetiydi. Büyükelçi bizlerden şiirler dinlemek istediğinde bulundu. Ahmet Tufan esprili açıklamalar yaparak herkesi şiir okumaya davet ediyor, sohbet sürüp gidiyordu. Ahmet Tufan "Şemsiciğim..." diyerek O'nun da bir şiir okumasını istedi. Şemsi Belli kaşlarını çatarak, "Tufan, şiir öyle isteniyor diye okunmaz..." deyince sofraya ağır bir taş düşmüş gibi oldu. Büyükelçi ve diğer diplomatlar alabildiğine bozulmuştu. Bizim heyet de suspustu. Büyükelçi çareyi bir küçük ara verme teklifinde bulmuştu. Masalardan kalkıp koridorlarda dolaşmalara ayaküstü topraklara geçilmişti.
Kırık buruk bir sona gelinip, otelimize dönmek üzere minibüse bindiğimizde Bağdat sıkı bir yağmur altındaydı. Şemsi Belli cebinden çıkardığı ses kayıt cihazının mikrofonunu uzatarak izlenimlerimizi almak istiyordu. Ahmet Tufan alabildiğine bozulmuştu, susmakla yetiniyordu. Mini mikrofon bana uzatıldığında Ahmet Tufan'ın hıncını almak, heyetin mahcubiyetine sebep olmanın sakatlığını ifade etmek üzere Şemsi Belli'ye yüksek perdeden yüklenmeye, davranışındaki uygunsuzluğun hepimiz adına hicap verici olduğunu başlamıştım. Hızımı alamayıp öfkemi başka cümlelerle dile getirmeye devam ederken Şemsi Belli mikrofonunu çekip cebine koyuyordu.
Irak'a ilk gidişim de böyle bir çerçevede olmuştu. "Mihrican Şiir Festivali"ne davetli bir grup olarak Bağdat'ta yaşadıklarımızdan öne çıkanları da yazıya geçirmek istemiş. Türkiye Gazetesi'nde Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun yönettiği kültür sanat sayfasında bölümler halinde yayınlamıştım.
Bağdat'taki şiir programlarında yüzden fazla ülkeden gazeteci ve şairler vardı. Geceleri Dicle kıyısında dolaşırken ben Ahmet Haşim'i ve şiirlerini hatırlayıp duruyordum. "Kenar-ı Dicle" de annesinin şefkatle elinden tuttuğu mahzun çocuk Ahmet Haşim'in şiirlerindeki akşam ve gece motiflerini yeniden keşfetmeye çalışıyordum. Fakat Bağdat'ın genel havası hiç de o lirizme uyumlu değildi.
İran-Irak Savaşı yeni bitmişti. Dışarıdan bakınca galibi olmayan bu savaşın kahramanlığını Saddam Hüseyin üstlenmişti. Diğer Arap ülkelerinden gelenler de dahil, bütün Arap şairleri Saddam kasideleri okumakta birbirleri ile yarışıyorlardı. Kimlerine göre Saddam öyle büyük bir kahramandı ki, Sezar O'nun yanında ancak bir seyis olabilirdi. Bazılarına göre ise Napolyon Saddam'ın ancak emir eri seviyesinde kalabilirdi. Böylesi abartıların, övgülerin Saddam'a ulaşmış olduğunu düşünmemek de gerçekçi sayılmazdı. Dünyanın her kıtasında gelmiş bulunan şair ve gazeteciler, planlı olarak bu propaganda bombardımanına katkı sağlıyordu.
Normal bir insanın bile böylesi bir dalkavukluk çemberi içinde sapıtıp megaloman olabileceğini düşünmekteydim. Arap olmayan başka bazı ülkelerin şairlerinden de kendini bu rüzgâra kaptıranlar olabiliyordu. Kısacası, bir egonun alabildiğine şişirilmesi operasyonu, bir histeri nöbet gibi cereyan ediyordu.
Programlar Basra, Karbela gibi başka bazı şehirlere de taşınıyordu...
Ancak Türkiye'den şairlere programlarda bir türlü yer verilmiyordu. Sorduğumuzda ise, Bağdat Üniversitesi'nde yapılacak programın Türkiye'den gelenlere ayrıldığını söylüyorlardı. Kerkük ve Musul'u görme isteğimiz asık suratla karşılanıyordu.
Nihayet Bağdat Üniversitesi'ndeki program da başlamıştı. Fakat Türkiye'den yine hiçbirimiz davet edilmiyorduk. Programın sonuna doğru bizim heyetten gazeteci Kemal Çukurkavaklı anons edildi. O da bir Saddam methiyesi okuyarak görevini yapıyordu.
Dağıldıktan sonra tercümanımızı ve mihmandarları bir araya getirerek, tam bir Arap şovenizmi ile karşı karşıya olduğumuzu yüksek sesle ifa ettim. Arkamdan Şemsi Belli'nin sesini duyuyordum: "Bu Yahya böyle ne dangalaklık yapıyor..."
Kalmakta olduğumuz Sharaton Oteli'ne döndüğümüzde arakadaşlara, bizim burada Türkiye'yi temsil ettiğimizi, tepkisiz kalamayacağımızı söyledim. Ahmet Tufan Şentürk ve Tahir Kutsi Makal da böyle düşünüyordu. İrfan Ünver de nötr bir tavır takınıyordu. Mihmanlarımıza bizim dönmek istediğimizi, pasaportlarımızın verilmesini söyledim. Mihmandarlar buna yetkilerinin olmadığını ifade ettiler. Bizi yetkililerle görüştürmelerini istedim. "Herhalde bizi esir tutacak değilsiniz" dedim.
Tavrımızdaki kararlılığı anlayınca telefon görüşmeleri başlattılar. Bir süre sonra Enformasyon Bakan Yardımcısı geldi. Tercümana, söylediklerimi aynen aktarması ricasında bulunarak anlattım: "Biz buraya, komşu, dost, kardeş, bir ülke olarak geldik. Ancak günlerdir uygulanan programlarda hep yok sayıldık..." Karşılaştığımız durumları açıkladım. Ve hemen dönmek istediğimizi, pasaportlarımızın verilmesini belirttim.
Bakan Yardımcısı mihmandarlarımıza döndü, fırça atmaya başladı: "Beyefendiler haklılar. Ben de olsam böyle davranırdım." Bana dönerek devam etti: "Şimdi talimat veriyorum bu gece Bağdat Yazarlar Evinde özel Türk Şiiri gecesi düzenlenecek... Tamam mı beyefendi?" İtiraz edecek bir durum kalmamıştı. Bakan Yardımcısı devam etti: "Bu festival bittikten sonra sizi on beş gün daha bu otelde özel misafirlerimiz olarak ağırlamak isteriz..."
Hemen cevabımı verdim: "Teşekkür ederiz. Bizim Türkiye'de bu tür mekânlarda sık sık faaliyetlerimiz olduğu için buna zamanımız yoktur... "
O gece gerçekten dörtbaşı mamur bir Türk Şiiri programı yapıldı. Şemsi Belli dostumuzun dediği o "dangalaklığı" yapmasaydım bu hafife alınmayı sineye çekmiş olacaktık.
Bağdat'taki Büyükelçimiz Sönmez Köksal heyetimizi davet etmişti. Elçilik binasında güzel bir yemek sohbetiydi. Büyükelçi bizlerden şiirler dinlemek istediğinde bulundu. Ahmet Tufan esprili açıklamalar yaparak herkesi şiir okumaya davet ediyor, sohbet sürüp gidiyordu. Ahmet Tufan "Şemsiciğim..." diyerek O'nun da bir şiir okumasını istedi. Şemsi Belli kaşlarını çatarak, "Tufan, şiir öyle isteniyor diye okunmaz..." deyince sofraya ağır bir taş düşmüş gibi oldu. Büyükelçi ve diğer diplomatlar alabildiğine bozulmuştu. Bizim heyet de suspustu. Büyükelçi çareyi bir küçük ara verme teklifinde bulmuştu. Masalardan kalkıp koridorlarda dolaşmalara ayaküstü topraklara geçilmişti.
Kırık buruk bir sona gelinip, otelimize dönmek üzere minibüse bindiğimizde Bağdat sıkı bir yağmur altındaydı. Şemsi Belli cebinden çıkardığı ses kayıt cihazının mikrofonunu uzatarak izlenimlerimizi almak istiyordu. Ahmet Tufan alabildiğine bozulmuştu, susmakla yetiniyordu. Mini mikrofon bana uzatıldığında Ahmet Tufan'ın hıncını almak, heyetin mahcubiyetine sebep olmanın sakatlığını ifade etmek üzere Şemsi Belli'ye yüksek perdeden yüklenmeye, davranışındaki uygunsuzluğun hepimiz adına hicap verici olduğunu başlamıştım. Hızımı alamayıp öfkemi başka cümlelerle dile getirmeye devam ederken Şemsi Belli mikrofonunu çekip cebine koyuyordu.
Şemsi Belli ile artık konuşmuyordum. Döneceğimiz günün sabahı bizleri havaalanına götürecek minibüs otelin önünde bekliyordu. Herkes binmiş, Şemsi Belli yoktu. Arkadaşlardan birisi odasına, çağırmaya gidince, "Ben gelmiyorum, on beş gün burada kalacağım..." cevabını alıyordu. Durum mihmandarlara iletildi. Minibüs bekletiliyordu. Şemsi Belli odasından çıkarılarak minibüse getirildi. Sonradan öğreniyoruz ki şair dostumuzun her yerde peşmergelerle sohbet edip fotoğraflar çektirmesi izlenmiş, rapor edilmişti. Irak istihbaratı, heyetimizden birimizi cebren sınır dışı etmek durumunda bırakılmıştı. Şiirlerini, kalenderce sohbetlerini sevdiğim Şemsi Belli ile böyle bir son yaşamak üzücüydü. Kendisi öteler âlemine göçene kadar da ne görüşmüş ne de konuşmuştuk. "Bir telin koparak, ahengin ebediyyen kesilmesi" böyle bir şey olmalıydı. Şemsi Belli'nin şiirlerinden mısralar yine de dolaşır durur içimde... "Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin/Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin..."
Mihrican Şiir Festivalinden döndükten sonra, bir yıl geçmemişti ki, Saddam'ın şişirilmiş egosunun Kuveyt'i işgal ettiği haberleri ile dünya çalkalanmaya başlamıştı. İlerleyen yıllarda ise, bir diktatörle, küresel emperyalist gücün arasında sıkışıp kalan bir dünya ve Türkiye kamuoyu ile baş başa kalacaktık. Daha sonra da Taliban bağnazlığı ile yine küresel sömürgeci gücün arasında tekrar sıkışıp duracaktık.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...
Mihrican Şiir Festivalinden döndükten sonra, bir yıl geçmemişti ki, Saddam'ın şişirilmiş egosunun Kuveyt'i işgal ettiği haberleri ile dünya çalkalanmaya başlamıştı. İlerleyen yıllarda ise, bir diktatörle, küresel emperyalist gücün arasında sıkışıp kalan bir dünya ve Türkiye kamuoyu ile baş başa kalacaktık. Daha sonra da Taliban bağnazlığı ile yine küresel sömürgeci gücün arasında tekrar sıkışıp duracaktık.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...