Rüzgâr eken fırtına biçer

Abone Ol
Ülkemiz genellikle her on yılda bir darbe ya da darbe girişimlerine maruz kalabiliyor. Nasıl ki Osmanlının son dönemlerinde “Hürriyet elden gidiyor” sloganı darbe yapmaya baş gerekçe kılıf teşkil etmeye yetmişse bir bakıyorsun 28 Şubatta olduğu gibi “Laiklik elden gidiyor’’ sloganı da postmodern darbeye baş gerekçe kılıf teşkil etmiştir. Her ne kadar vizyona sokulan sloganlar birbirinden farklılık arzetsede sonuçta darbe yapmak utanç verici ortak kavşak buluşma noktasıdır. İşte bu yüzden 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz gibi utanç verici kavşak buluşma noktaları darbe heveslilerin alınlarında kara leke olarak kalmaya yetecektir elbet.

Maalesef her tür Yeniçeri kazan kaldırmak girişimleriyle ülkemiz üzerinde sürekli ayar çekilmekte. Belli ki içi boş sloganlarla insanımız avlanmak istenmekte. Ama şu da var ki; her kim ki 'Rüzgâr eker, fırtına biçeceği' muhakkak. Bakın tarihte yaşamış olduğumuz bir Yeniçeri Ocağı acı tecrübemiz var. Oysa Yeniçeri Ocağı başlangıçta bizim kuruluş mayamız bir ocağımızdı. Ancak ne var ki, Yeniçerilik zaman içerisinde kuruluş ruhundan uzaklaşınca ilerisinde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin başına bela olacak bir süreç yaşanmıştır. İşte Yeniçeriliğin kışkırtıcı rol üstlenmesi ister istemez bu Ocağın 1876 tarih itibariyle kaldırılmasını gerektirmiştir, kaldırılır da. Böylece Yeniçeri Ocağı ektiğini biçmiştir. Fakat bu olayla birlikte ardından iz bıraktığı isyan ve kazan kaldırma tohumu tarihin ileri ki evrelerinde filiz verip başkaldırma ve isyan hareketlerinin doğmasına örnek teşkil etmiştir. Tabii talihsiz acı örnek teşkil etmektir bu. Belki de Yeniçeri Ocağının topyekûn imha edilmesi yerine ıslahı cihetine gidilseydi gelecekte her türden isyan ve başkaldırma oluşumların türemesine ve geleneği oluşmayabilirdi. Hakeza paralel yapıda başlangıçta tıpkı Yeniçeriliğin kuruluş mayasında olduğu gibi ‘Hoşgörü’yü referans alan bir yapıydı, ancak kırk yıllık birikimiyle geldiği noktada başlangıç mayası hoşgörü seansından beddua seanslarına terfi edip devlete ve millete ihanet eden FETÖ terör örgütü olarak karşımıza çıkmıştır. Öyle ki bu ihanet çetesi 15 Temmuzda milletimizi ve devletimizi havadan bombalayarak, karadansa tankla ezip geçmeye yeltenmişlerdir. İşte günümüzün bu kazan kaldıran iflah ve ıslah olmaz Yeniçerilerinin şimdi kökten kazınmasının zamanı geldi, geçti bile.  Dikkat edin her ne kadar Osmanlıda ki Yeniçeri için belki ıslah edilse darbe geleneği oluşmazdı desek de günümüzün iflah ve ıslah olmaz bu Neocon Yeniçerisi için aynı şeyi söyleyemeyiz, bu yüzden tez elden kazınması gerekir, çünkü bu güzelim ülkenin bu ‘Sızıntı İhanet Çetesi’yle kaybedecek zamanı yoktur.

Evet, Yeniçeriliğin ardından ektiği kazan kaldırma fitne tohumu ileri ki evrelerde I. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Halâskâran-ı Zabitan (kurtarıcı subaylar) isyanı, Mahmut Şevket Paşa suikastı gibi bir dizi kazan kaldırma hareketlerin oluşumunu tetikleyip Osmanlı Devletinin sonunu getirmeye yetmiştir. Üstelik her türden Yeniçeri kazan kaldırma tipi girişimler, isyanını ‘Şeriat-hürriyet-adalet’ gibi kıymet ifade eden kavramlar üzerinden yürütmüştür. Oysa bu kıymet değer kavramlar devlet ve toplumu bir arada tutup asla kirli emellere malzeme olacak kavramlar değildir. Kirli emellerine kılıf yaptılar da ne oldu, nihayetinde 'Rüzgâr eken fırtına biçer' sözü yerini bulup ülke dışına kaçmışlardır. Nasıl mı? İşte bunlar arasından mesela adından sıkça Jön Türkler olarak söz ettiren hareket bunun tipik misalini oluşturur. Malum Jön Türkler Osmanlıyı çöküş noktasına getirmelerinin bedeli olarak halk tarafından linç edilme endişesine kapıldıklarında soluğu yurt dışında almışlardır. Derken asker millet olma hasletimiz kullanılarak yapılan pek çok darbe girişimlerin bedelini sonunda halka ödetmiş oldular. Ancak şu da bir gerçek Fuat Keçecizade Paşa'nın “Biz içeriden onlar dışarıdan bir türlü yıkamadık” dediği Osmanlı’nın son üç yüz yıl kalan zaman diliminde bile öyle kolay yutulur lokma olmadığı görülmüştür. Düşünsenize Osmanlı çöküş sürecinde ve hasta yatağında yedi düvele karşı üç yüz sene dayanabilmiş bir devlet, bu az bir zaman dilimi değil elbet. İşte bu dayanma ve direnme süreci içerisinde, yani Osmanlının 1595–1826 zaman dilimi içerisinde geçirmiş olduğu tüm Yeniçeri usulü kazan kaldırma hareketleri ancak meyvesini verdikten sonra ömrünü tamamlamıştır. Hele bünyeye bir mikrop girmeye dursun, bir bakmışsın bu çöküş sürecinde hızla üreyen virüsler metastaz yapıp tüm vücudu sardığında sayıları 10'u bulan darbe türü kazan kaldırma hareketlerinin istilasına maruz kalınabiliyor.

Peki, Osmanlı tarih sahnesinden çektirildi de ne oldu, hiç kuşkusuz Yeniçerice kazan kaldırma alışkanlığı son halkada sudan bahanelerle Türkiye Cumhuriyeti döneminede sıçrayıp yoluna devam etmiştir. Bilindiği üzere Hacı Bayramda dualar eşliğinde Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin heyecanı da bir bambaşka duygu seliydi. Hatta milletçe bu kuruluş heyacanını yeni kan tazelemek olarak algıladık bile. Ancak, sonra ki bir takım nahoş gelişmeler bu heyecanımızı silip süpürecektir. Çünkü bir baktık ki, tarihte tıpkı Yeniçeri usulü 'şeriat' adına gerçekleştirilen kazan kaldırma hareketlerinin değişik versiyonu bu kez Cumhuriyet döneminde bir başka hüviyette karşımıza çıkar. Nitekim Yeniçeri kazan kaldırma hortlamasının ilk nüvesini ‘Milli Şef’ döneminde bütün çıplaklığıyla görmek mümkün. Öyle ki bu ilk nüve tek parti diktatörlüğü şeklinde boy verip adeta milleti canından bezdirmiştir. Neyse ki dünyada bir takım konjonktürel şartlara bağlı olarak gelişen demokratikleşme taleplerinin ivme kazanmasıyla birlikte hele şükür çok partili döneme geçebilmişiz. Böylece tek parti uygulamalarına son verecek hamle Menderes'in “Yeter artık söz milletindir” çağrısında yer alan haykırış halkın umut ışığı olur. Ve takvimler 1946 yılını gösterdiğinde bu necip millet gereğini yapıp yeni bir miladın fitilini ateşlemesini bilmiştir. Amma velâkin malum zinde güçler halkın büyük teveccüh gösterdiği Menderes’e rahat nefes aldırmayacaklardır. Zira İsmet İnönü halkın vermiş olduğu mesajdan ders alıp köşesine çekilmek yerine askeri tahrik etmeyi yeğlemiştir, yetmedi DP iktidarını devirmenin derdine düşmüştür habire. Adı üzerinde Milli şef, böylesi kafa yapısına sahip bir liderden demokratik tavır beklenemezdi zaten. Tek parti dönemi boyunca hürriyetten tek bir söz etmeyen malum zinde çevreler çok partili dönemde hemen hürriyet havarisi kesilip “Hürriyet isteriz” sloganıyla ortalığı velveleye vermişlerdir. Meğer 'Hürriyet' kavramı 27 Mayıs darbesine kılıf bulmak için kullanılmış. Ve nasıl hürriyetten söz etmekse o süreçte başbakanın yakasına yapışılmış bile. Öyle ki Menderes’in yakasına yapışıldığında 'Bundan daha iyi hürriyet mi olur'  diye verdiği cevapta meselenin arka planında asıl niyet açığa çıkar da. Öyle ya, otoriter ülkelerde değil ülke liderinin yakasına yapışmak, sıkıysa emri altındaki yöneticilerinin yanına yaklaşılsın, ya da bir çift söz söylemeye kalkışılsın, hemen adamı kurşuna dizerler, bu kaçınılmazdır.

Anlaşılan o ki; çok partili hayata geçişimiz asla Milli şefin iradesiyle gerçekleşmiş değildir, bilakis dünyada yeni gelişen konjonktürel şartların zorlamasının bir sonucudur. Allah korusun CHP'nin insafına muhtaç kalsaydık bu necip millete bırakın söz hakkı tanımayı, çok partili hayat bile bize çok görürlerdi. Zaten değil midir ki 1943-1944 yıllarında CHP Ankara İl Başkanlığı ve sonrasında Ankara Valisi olmuş Nevzat Tandoğan; ‘Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz’ diyen bir zihniyet ürünü, o halde her şey bunlardan sorulurmuşçasına hareket etmeleri gayet tabidir, şaşmamak gerekir. İyi ki de I. ve II. Dünya savaşlarından sonra dünyanın geldiği nokta çoğulculuktan yana gelişmiş, yoksa bu ülkeyi tek parti modeliyle sonsuza kadar yürütme hevesinde olacaklardı. Bakın, Milli Şef uygulamalarına halkın tahammül edemeyişi o kadar net açık ortadaydı ki;  çok partili hayata geçmekle birlikte aziz milletimiz CHP’nin ipini çekip muhalefete mahkûm etmiştir. İşte milli iradenin gücü budur. Ne var ki iç ve dış mihraklar bu milli irade güce çare bulmakta gecikmeyeceklerdir, halkın seçtiği DP'yi bir darbe sonucu götüreceklerdir. Hatta darbe sonrası halkın iradesini hiçe sayan bu zihniyet 27 Mayıs darbesini bayram ilan eder de. Onlar bayram ilan ede dursunlar 'Rüzgâr eken fırtına biçer' gerçeği bu darbede de ilk yansımasını gösterecektir. Nasıl mı? İşte önce 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi kendi içinde patlak verip ikiye ayrılır, sonra bu komite kademesi içerisinden İnönü karşıtı 14’ler grubu diye bilinen subaylar yurt dışına sürgün edilecektir. Tabii bu arada Milli Şef fırsattan istifade alelacele yarım yamalak kurdurduğu koalisyonla ipi eline alırda. Ancak iktidarda tam da istedikleri türden cirit atamayacaklardır. Bu yüzden pekte rahat sayılmazlardı. Her ne kadar ordunun içerisine yuvalanmış cuntanın bir kısmını kullanmayı başarabilmişlerse de, sonunda hem asker kanadından hem de halk tarafından içten içe bir öfke seli oluşur da. Bilhassa 27 Mayıs ihtilalinin baş aktörlerinden diyebileceğimiz Talat Aydemir bile sonunda dayanamayıp İnönü’ye karşı rahatsızlığını dile getirmiştir. Demek oluyor ki ihtilal kışkırtıcılığı rüzgârını arkaya almak bir noktaya kadarmış, bunun birde fırtına öncesi derin sessizliği vardı ki, tabii bu bildiğimiz sıradan bir sessizlik değildi, Milli Şef kurnazlığına karşı duyulan milletin derin sessizliğidir. Bu sessizlik zamanı geldiğinde yine sağ iktidarları iş başına getirmekle kendini belli edecektir.

Ne acıdır ki, 27 Mayıs 1960 İhtilali halkın büyük sevgisini kazanmış çok partili dönemin ilk başbakanı Menderes’i idam sehpasına götürmüştür. Astılar da ne oldu, onu asanların isimleri çoktan hafızalardan silinmiş ve unutulmuşta. Ama unutulmayan ve sürekli yâd edilenler vardı ki, o da bu milletin derin sinesinde taht kurmuş adam gibi adam diyebileceğimiz Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu gibi abide şahsiyetlerdir. Dikkat edin adam gibi adamlar diyoruz, niye? Çünkü onlar bu milletin bağrından kopmuş halkın gür seda sesi demokrasi kahramanıdırlar. Üzücü olan şu ki gönüllerde taht kurmuş abide şahsiyetleri unutturmak adına 27 Mayıs İhtilali okullarda devrim olarak okutulmuştur. Neyse ki halkın seçtiği bir başbakanın idam edildiği 27 Mayıs Bayramı tedavülden kaldırılıp bu ayıba son verilmiştir. Belki de 12 Eylülde en işe yarar icraat bulmak gerekiyorsa yaptığı tek iyilik milletin bağrında derin yara açmış olan 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlanmasına son vermiş olmasıdır. Son verilmesi de gerekiyordu. Azcık akıl irfan sahibi böyle bir darbenin devrim olmayacağını fark eder zaten. İşte bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayısı ‘Yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir hançer saplanmış’ ihtilal olarak tanımlamıştır. Nasıl devrimse pamuk gibi zarif bir hükümet ihtilalle alaşağı edilebiliyor.

Evet, bu ihtilal 'Askeri Cunta-CHP-Medya' işbirliğine dayalı bir darbedir. Dedik ya 27 Mayıs'ın akabinde hemen Milli Birlik Komitesi içerisinde çatlağın belirmesi ihtilal kışkırtıcılığında asker kanadının bu işte nasıl kullanıldığının bariz göstergesidir. Öyle ki, askeri kanattan 14’ler grubu hariç bu ülkeyi CHP'ye teslim etmeye yeltenen NATO’nun emrinde bir askeri cunta darbe olduğu anlaşılır. Dedik ya ihtilal sonrası Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarafsızlığına gölge düşürecek gelişmelerden rahatsız olan Milli Birlik Komitesi (MBK) içerisinden 14 üyenin tarafsız tavır sergilemesi bunu teyit ediyor. Tabii böyle bir tavır sergilemek bir bedel gerektiriyordu. Ki, 14’lere bu bedel sürgün edilerek ödetilir. Düşünsenize ortada öyle gözü dönmüşlük bir oyun vardı ki, kendi çirkin emelleri uğruna komite kademesinde silah arkadaşlarını bile sürgün edebiliyorlar.

Peki, çirkin emellerine ulaştılar mı? Kısa vadede tabii ki emellerine ulaştılar, en azından onlar açısından Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu ortadan kaldırılmıştır. Ama uzun vadede 27 Mayıs’ın bir devrim olduğu yalanı maya tutmayacaktır. Nitekim ileri ki dönemlerde 'evdeki hesap çarşıya uymaz' durum vaziyetle karşılaşacaklardır. Malum, on dörtlerin tasfiye edilip sürgün edilmesiyle önlerinin açık olacağını hesap edenler seçime gidildiğinde milli iradeden gerekli şamarı almışlar da. Halk bu uyduruk devrim masalına pirim vermez, ibre yine sağ iktidarlardan yana işlemeye başlar, sol zihniyetse her zaman olduğu gibi yine bekleme salonuna alınır. Yani, halkımız sola yüz vermemeye kararlıdır. Tabii kararlı oldukça da bu malum çevreler boş durmayıp sürekli askeri kışkırtarak her on yılda bir demokrasimiz kesintiye uğratmakta geri durmayacaklardır. Derken bu millete 12 Mart, 12 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat süreçlerini yaşatacaklardır.

Maalesef halkın iradesini içine sindiremeyenler bunca Yeniçeri usulü kazan kaldırmalardan ders almamış olsalar gerek ki her halükarda boş geçmeyip asker üzerinden “Cumhuriyeti yaşatmak ve kollamak” ya da Pensilvanya güdümlü “Yurtta Sulh” sloganının ardına sığınarak yeni Yeniçeri usulü kazan kaynatabiliyorlar.

Rüzgâr eken fırtına biçer sözü 12 Eylül, 28 Şubat, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz içinde geçerli akçe. ihtilale davetiye yağdıranlar ihtilal sonrası demokrasiyi arar oldular. Nasıl arar olmasınlar ki, 27 Mayıs 1960 ihtilali hem millete hem de DP’ye yapılmış bir darbeydi, ancak 12 Eylül öyle değildi, bu kez terazinin bir kefesine sol kesimde konulmuştur. İlginçtir terazinin kefesinde kendini gören sol, ancak Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde 12 Eylül'e reddiye döşeyebilmişlerdir. Eeh ne yapsınlar, evdeki hesap çarşıya uymayınca reddiye döşemeleri gayet tabiidir.

Artık bunca yaşananlardan sonra bir takım aklı evveller aklını başına toplayıp bir türlü ordu içinde darbe yapmanın zevkine alıştırılmış bir takım komutanları kullanmaktan vazgeçmiyorlar. Dedik ya, dün nasıl ki Osmanlıda ‘şeriat’ kavramı kullanılarak bir takım darbe girişimleri vuku bulmuşsa bir bakıyorsun Genç Türkiye’mizde de kimi zaman özgürlükler bahane edilerek 27 Mayıs Askeri Darbe, sağ-sol çatışması bahane edilerek 12 Eylül Askeri Darbe, laiklik bahane edilerek 28 Şubat Postmodern darbe yapılabiliyor.

Birileri 28 Şubat için meselenin irtica olduğunu sana dursun işin aslı astarı hiçte öyle değil, bilakis çıkar paylaşımı uğruna yapılan düpedüz bir Postmodern darbedir. Nitekim 28 Şubat Postmodern darbe sonrasında batık bankaların yönetim kurullarından darbecilerin çıkması bunu teyit ediyor.  Öyle ki irtica filan bahane gerçekte gizli ajandalarında çıkarları gereği 28 Şubata karşı çıkanları andıçlayarak ezdiler, 28 Şubatın amigoluğunu yapanlar da rüsva edildiler. İşte rüsva edilmişliğin en tipik örnek ismi ve Medya patronu Dinç Bilgin'dir. Postmodern darbeye çanak tutup 28 Şubat sürecinin o sisli atmosferinde devlet kasasından nemalandılar da ne oldu, 28 Şubat sonrası haksız edindikleri kazançlarının uçtuğunu gördüler.

Aman Allah'ım neydi o günler, Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu (TMSF) tüyü bitmemiş yetimin hakkını alabilmek için canhıraş mücadele vermişti. Alacakları bir çırpıda tahsil etmek hiçte kolay olmadı,  kiminin mallarına haciz konularak, kimine ödeme planı çıkartılarak geçmiş yaralar sarılmaya çalışıldı. Bu ülkenin kanını öyle sülük gibi emmişlerdi ki işbirliğine girmedikleri iç ve dış güç kalmamıştı. Düşünsenize başbakanı bile pijamayla karşılayacak pozisyon almışlardı. Umulur ki o günlere bir daha dönmeyiz. Hoş doğrusu aralarında bu yaptıklarından pişman duyduğunu itiraf edenler de vardı, ama olanlar olmuş, her şey bitmiş ve nice çamlar devrildikten sonra pişman olmuşlar neye yarar ki. Önemli olan burnumuzun dibine kadar dayanmış pis kokuları zamanında berhava edecek basireti gösterilebilmekti. Tam aksine Türk Silahlı Kuvvetleri gerek bir takım rantiye odaklarınca, gerek bir kısım medya, gerekse statükocu partiler kanalıyla kışkırtılarak ihtilal düğmesine basmak hedeflenmiştir. Maalesef ihtilal kışkırtıcılıyla Türkiye suni gündemlere kurban verilmiştir. Anlaşılan o ki, iç ve dış zinde mihraklarca ülkemiz sağcı-solcu, laik-anti laik, Sünni-Alevi, Türk-Kürt ikilemleri oluşturularak cennet vatanımız cehenneme çevrilmek istenmiştir. Oysa bizim kültür birikimimiz ikilem yapılar oluşturmaya izin vermez, çünkü biz farklı kimliğe sahip insanlarla bir arada yaşamaya alışmış bir milletiz. Bu yüzden bizim dışındakileri öteki görmeyiz. Şu an bizim öteki olarak göreceğimiz olsa olsa fikirlerin tartışmasından korkan statükocu çevrelerle darbe severler olmalıdır. Biz biliyoruz ki hem sağda hem de solda değişimden yana, demokratik katılımdan yana, dünyada adından söz ettiren Türkiye’den yana entelektüellerimiz var oldukça darbe severlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır, bu böyle biline.

Peki ya 28 Şubat sonrası durum vaziyet nasıl? Malum, halkın büyük teveccühünü kazanmış Tayyip Erdoğan iktidarında artık darbe dönemlerinin kapandığını sandığımız noktada bir bakıyorsun; Cumhurbaşkanının seçilmesini sabote etmeye yönelik 27 Nisan e-muhtıra denemesi, birkaç ağaç bahane edilerek Taksimde Gezi Parkı çıkarması, Soma maden faciası bahane edilip hükümeti itibarsızlaştırmak suretiyle alaşağı etme girişimlerine kalkışılabiliyor. Yetmedi Pensilvanya kaynaklı paralel ihanet çetesince önce 17-25 Aralık, sonrasında Cumhuriyet döneminin en kanlı 15 Temmuz darbe girişimi yapılabiliyor. Adamlar baktılar ki kırk yıldır sızma faaliyetleriyle edindikleri birikimler Cumhurbaşkanımızın kararlı duruşuyla inlerine girilip bitirilecek noktaya gidiyor, birikimlerinin heba olmaması uğruna Meclis, Emniyet, MİT gibi hassas kurum binalarının bomba yağdırmaktan tutunda, halkın üzerine bile tank sürüp iki yüzü aşkın insanımızı şehit etmeyi göze alabilmişlerdir. İşte yurt içi ve dışı bankalarda milyar dolarlara hükmeden bu örgütün geldiği nokta kan dökmek olmuştur. Meğer kırk yıl öncesinde çıkarttıkları Sızıntı dergisi bilimsel görünme maskesi altında sızma faaliyetiymiş.  Evet, sızma mızma derken Aksiyon dergisiyle aksiyon hale gelme sinsi becerisi, Zaman gazetesiyle de zamansız bir darbe girişi neticesinde halkın bariyerine takılıp Samanyolu yolculukları saman alevi olmuştur. Tabii yinede her şey bitmiş sayılmaz, Cumhurbaşkanımızın çağrısına kulak verip meydanları diri tutmalı. Çünkü tabiat boşluğu sevmez, her ne kadar sayıca az olsalar da bikere ortada milyar dolarlara sahip ve uluslararası taşeronluğa soyunmuş bir yapı var. Dolayısıyla Türkiye düşmanı dış güçler devletin silahını, uçağını, tankını halkın üzerine doğrultan bu ihanet şebekesini ellerinde bir koz olarak sonuna kadar kullanmayı ihmal etmeyeceklerdir. Ne zaman ki bu koz işe yaraşamaz hale gelir, işte o zaman bu koz kartı buruşuk kâğıt mendil misali buruşturulup atacakları muhakkak. Şuan bize düşen süper güçlerin paçavra halde atacağı günü beklemek olmamalı, Cumhurbaşkanımızın çağrılarına icabet edip meydanları boş bırakmamak olmalıdır. Bunca yaşanan darbe ve darbe girişimlerinden şunu gördük ki meğer irtica, laiklik, hoşgörü falan filan hep işin kılıfı. Düşünsenize başlangıçta hoşgörü kılıfı altında devletin tüm kademelerine konuşlanıp sonrasında malum karşımıza paralel devlet yapılanması olarak çıkabilmişlerdir. Altın nesil, Türkçe olimpiyat, Bank Asya, açtıkları Türk okulları gibi temalarla yumuşak karnımızdan içimize sızıp sonrasında Paralel Devlet oluşumu için düğmeye bastıklarında karşımızda önce MİT Tırlarını durdurmaya yeltenen, en nihayetinde 15 Temmuz kanlı darbe girişimi neticesinde tanklarla bombalarla canavarlaşan gözü dönmüş Fethullahçı Terör Örgütü (FTÖ)gerçeği ile yüzleşiverdik.

Evet, bizi içten içe düşündüren tehlike ne sağ, ne sol, ne şu, ne bu, bizi düşündüren Pensilvanya'dan talimat alan Haşhaşiler ve statükocu zihniyetin galebe çalması düşündürmelidir. Nasıl düşünmeyelim ki 2023 Türkiye hedefimizi baltalamak için eteklerinde dökecekleri her ne taş ne varsa dökmekteler.  Aslında bu bir sapkınlıktır, bu bir statükoculuğun galebe çalma hadisesidir. Çünkü biz hadim devletten yana tavır koyarken onlar paralel devletten yana tavır sergilemekteler. Onlar sergileye dursun eninde sonunda mutlaka rüzgâr eken fırtına biçmektedir. Bu veciz söz dönüp dolaşıp ihtilal severlerin tıpkı 15 Temmuzda olduğu gibi can evinden vurmakta. Bu fırtına statükocuları tarihin harabelerine gömecektir. Türk’ün dirilişi diyebileceğimiz sivil toplum hareketlerinin ayak seslerinin günden güne artması bu muştuyu veriyor da.

Vesselam.