''Rakip mi çıkarılıyor'' derlermiş

Cüneyt Gökçer’in Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü döneminde birkaç tiyatro eserimin reddedilmiş olması beni yıldırmamıştı. Yazmaya devam ediyordum.

Abone Ol

Cüneyt Gökçer’in Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü döneminde birkaç tiyatro eserimin reddedilmiş olması beni yıldırmamıştı. Yazmaya devam ediyordum.

Osmanlı’nın son on yılı ile Enver Paşa’nın dramı bana göre çok örtüşüyordu. Enver Paşa’nın sonu ile Osmanlı'nın dramatik çöküşü arasındaki paralellik, ilginç bir tiyatro eseri olabilirdi.

O düşünce ile araştırmalara girişmiştim. Yaklaşık bir yıllık çalışmanın ardından “Enver Paşa ve Büyük Ümitler” ortaya çıkmıştı. Devlet Tiyatrolarına teslim ettim. Genel Müdürlüğe de Turgut Özakman getirilmişti.

Özakman, eserimi okuduktan sonra bir sohbet esnasında şunu söylüyordu: “Eserin finalindeki Naciye Sultan Sahnesini özellikle sevdim… Ancak şimdi Enver Paşa’yı sahneye taşırsak yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Mesela, acaba Atatürk’e rakip mi çıkarılıyor denebilir…”

Eserde böyle bir şeyi akla getirecek hiçbir husus yoktu. Konuya çok da objektif yaklaştığımdan emindim. Ancak 12 Eylül havası, zaman zaman böyle 2. Abdülhamit Dönemi jurnalciliğini andıracak derecede evhamlara yol açabiliyordu. Fakat yine de bir “edebi kurul'' raporu bana gönderilmişti. Rapora göre, Enver Paşa, dramı üzerinde dramaturji çalışması hemen yapmaya koyuldum. Değerli tiyatro yazarı Turan Oflazaoğlu ile de istişarelerde bulunduktan sonra, eserin son şekliyle tekrar başvuruda bulundum.

O arada Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ile Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün açmış olduğu tiyatro eseri yazma yarışmasına da “Eski Çarıklar” isimli bir çalışmayla katılmıştım. Yarışmanın ilan edilen sonuçlarına göre “Eski Çarıklar” da ödüle layık görülen eserler arasına girmişti.

Haliyle, sahnelenmesi için de başvurumu yaptım. Aradan bir süre geçtikten sonra her iki eser içinde olumsuz cevap veriliyordu.

Turgut Özakman bir gün şöyle bir teklifte bulundu: “Devlet tiyatrolarına gelen yeni eserlerin yazarları ile haftada bir gün topluca sohbet etmek istiyorum. Herkes birbirinin eserini okumuş olacak, üzerinde konuşulacak.”

İyi niyetli ve yararlı bir teklifti bana göre ve kabul etmiştim. Her hafta toplanıyorduk. Bu yeni tiyatro eseri sahiplerinden biri de oldukça asortik, havalı, genç ve güzel bir hanımefendiydi. Sıra onun yazdığı piyes üzerinde konuşmaya gelmişti. Hiçbir olumlu görüş çıkmıyordu. Neticede bir amatör müsamere temsili bile olamayacağı noktasına varılıyordu. Turgut Özakman ve o hanımefendi sadece dinlemekle yetinmişlerdi.

Fakat bir de ne göreyim o piyes Devlet Tiyatrosu repertuarına alınmıştı. Turgut Özakman’a bir mektup yazarak, böyle bir çifte standart örneğinden sonra artık o toplantıların bir anlamı kalmadığını belirtip çekildiğimi bildirdim. Artık Turgut Özakman’la diyaloğumuz kalmamıştı.

Sonraları Devlet Tiyatrolarındaki keyfiliklerle ilgili olarak, Tercüman Gazetesi’nde “Ekrem Gültekin” takma adıyla iki ağır eleştiri yazısı yayınladım. Takma ad kullanmam bir zaruretti: Çünkü devlet memuru olmam dolayısıyla idari ve adli soruşturmaya uğrayabilirdim. Ancak bu yazıların bana ait olduğunu Turgut Özakman‘ın çok iyi tahmin etmiş olduğundan da emindim.

Turgut Özakman’ın görevden alınması söylentileri de ortada dolaşıyordu. Rakibi de Bozkurt Kuruç’tu. Bozkurt Kuruç sık sık Ankara Radyosu’ndaki odama gelir, giderdi. Çünkü Radyo Tiyatrosu çalışmalarında kendisine görevler veriyordum. "Radyo Tiyatrosu” ve “Arkası Yarın”larla ilgili görevlendirmelerde son karar, Tiyatro ve Eğlence Yayınları Müdürü olarak benim yetki ve tasarruflarım arasındaydı.

İşte Bozkurt Kuruç odamda iken çayımızı içtiğimiz sırada Tercüman’daki yazılarımın küpürlerini kendisine verdim. Olacak bu ya, o gün o saatlerde Türk Dil Kurumu salonunda, Genel Müdür Turgut Özakman, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e brifıng veriyordu. Yazılarımı okuyan Bozkurt Kuruç’un gözleri parlamıştı. Çayını bitirmeden ayağa kalktı, Türk Dil Kurumu salonuna gitmek için hızlı adımlarla yola koyuldu.

Daha sonra öğreniyorum ki Bozkurt Kuruç o brifıngde Turgut Özakman’a benim yazılarımla ilgili sorular yöneltiyor. Turgut Özakman bunları cevaplandırmadan geçiştiriyor, Kenan Evren ise hatırlatıyor ve cevap vermesi gerektiğini söylüyor. Özakman’sa, “Paşam o hususları zatıâlinize özel olarak ifade edebilirim…” diyor. Hava elektrikleniyor: Kenan Evren sinirleniyor, toplantı son buluyor.

Kısa bir süre sonra da Turgut Özakman görevden alınmıştı.

Söz konusu olaylardan sonra Turgut Özakman’la on beş yıl kadar hiç konuşmadık. Ta ki onun “Şu Çılgın Türkler”i yayınlanıncaya kadar.

“Çılgın Türkler” beni de etkilemişti ve çok ihtiyaç duyulan bir zamanda yayınlanmış, milli duyguların yeşermesi bakımından önemli bir hizmet olmuştu.

O günlerde Turgut Özakman’ı aradım. Doğrusu böyle bir şey beklemiyordu. Kutladım. Şaşırmıştı. “Yahu Yahya, beni duygulandırdın, gözlerim yaşardı…” dedi. Telefonda uzunca bir sohbet ettik. Daha sonra da zaman zaman görüştük.

İçimden gelmişti, takdir etmiştim, bu taktirin, sahibine ulaştırılması gerektiğinin de bir görev olduğunu düşünmüştüm.

“Şu Çılgın Türker” de İsmet Paşa’cılık yapmayı ihmal etmediğini kendisine söylediğimde ise “Bunu bana başkaları da söyledi…” demekle yetinmiştir.

Tiyatro konusuna girmişken aklıma gelen bir şeyler daha var ki burada belirtmek istiyorum.

Günün birinde Bozkurt Kuruç Genel Müdür olarak, Devlet Tiyatrosu sanatçısı yönetmen İsmet Hürmüzlü’ye benim “Kulübe” isimli eserimi sahneye koymasını teklif ediyor. İsmet Hürmüzlü ise, “Yahya Akengin milliyetçi, bende milliyetçiyim… Eğer eseri ben sahneye koyarsam dedikodulara yol açar…” gerekçesi ile kabul etmiyor. İsmet Hürmüzlü gelip bana bunu aynen nakletti. Doğrusu anlamakta güçlük çekiyordum.

Buna rağmen İsmet Hürmüzlü ile dostluğumu sürdürmüştüm. Radyo tiyatrolarında kendisine önemli roller ve yönetmenlikler vermeyi sürdürdüm. Ben bu göreve gelmeden önce İsmet Hürmüzlü’ye radyo tiyatrolarında en küçük bir rol bile verilmediğini en iyi bilen kendisiydi.

Yeri geldikçe şunu ifade etmişimdir: fikir olarak hep solla mücadele içinde bulundum, ama darbeleri hep sağdan yedim.

Tiyatro eserlerim, 1992 yılında hazırlanan ders programları gereğince lise ders kitaplarında yer almaya başladı. 2006 yılında programın yenilenmesi sırasında ise kitaplardan çıkarıldım. Yeni programı hazırlayan komisyonun başkanlığını Profesör Şerif Aktaş üstlenmişti. Kendisi otuz yıllık arkadaşımdı. Kendisine, neden böyle olduğunu sorduğumda hiçbir tatmin edici cevap alamadım. Evet biliyordum ki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in siyasi görüşü ile bağdaşmıyordum. Kendisinin etnikçi tavır ve uygulamalarını her fırsatta eleştiriyordum. Ve yine biliyordum ki Hüseyin Çelik’in Müsteşarı Necat Birinci de bakanının kayıtsız şartsız bağlısıydı. Şerif Aktaş bana durumun Bakan ve Müsteşarından kaynaklandığını söylese, yine de kendisini hoş görecektim.

Ama o öyle yapmıyor, dolambaçlı, kaçamak açıklamalar yolunu seçiyordu. Ayrıca mesela Orhan Pamuk’u ders kitaplarına almış olduklarını açık yüreklilikle söylemekten kaçınıyorlardı.

Antalya’da yapılan “Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı”nda Sevgi Kafalı, Necat Birinci’ye “Necat, Orhan Pamuk’u ders kitaplarına almışsınız öyle mi?” diye sorduğunda ise Müsteşar Birinci, “Hayır abla, yok öyle bir şey…” diyerek doğruyu söyleme cesaretini gösteremiyordu. Çünkü bu dostlarımız, kendilerine yapılan dayatmalara da “hayır'' diyebilme cesaretine sahip değillerdi. Önemli olan konumlarını muhafaza etmekti kendileri için. Biliniyordu ki yıllar yılı bizlerle aynı düşünceler etrafında görünerek kariyer yapmışlardı. Şimdi ise gelenin keyfi için geçmişlerinin üzerine şal örtebiliyorlardı. Ya geçmişlerinde samimi değillerdi, ya şimdi, ya da ikisi birden.

Bense doğru bildiğim çizgide yalnız kalabilmeyi içime sindirmiştim. Orhan Pamuk, “Bir milyon Ermeniyi, otuzbin Kürdü kestik” diyerek Nobel ücretini almış, Türkiye’deki iktidarın da gözüne girmişti. Benim ders kitaplarından çıkarılan eserlerimden “Eski Çarıklar” da ise, Ermenilerin cephe gerisindeki ihanetlerinden söz ediliyordu. Dolayısıyla sakıncalıydım.

Geriye dönüp baktığımda bu tür olaylarla hep baş başa kaldığımı görüyor ve zaman zaman da kendimi sorgularken, yoksa ben mi yanlışlar içindeyim sorusunu da kendime yöneltmekten geri kalmıyorum… Ancak vicdan huzuru gibisi de yok…

Kasım 2013

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...