Dünya Churchill’i şu sözleriyle tanıdı: “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” diye.
Aslında İngiliz devlet adamı Churchill bu sözleri söylerken dünyada, özellikle Ortadoğu’da sonu gelmez kanlı senaryoların arkasındaki esrar perdesini ortaya koyuyordu. Hele ki, petrole sahip ülke halklarının hiç rahatlık yüzü görmediklerini düşündüğümüzde tüm cümle âlemin Ortadoğu’da cereyan eden olaylarda akıtılan bir damla kanın bir damla petrolden neden kıymetsiz olduğunu fark etmiş oluyordu. İşte batının gerçek yüzü, işte Ortadoğu’yu kana boyayan bir damla petrol bu. Beyaz adam petrolün kokusunu alırda hiç boş durur mu? Elbette ki durmaz, çok ince hesaplarla bu bereketli topraklarda bütünlüğü bozacak acımasız planlar uygulamaya devam edeceği muhakkak.
Düşünsenize aynı ortak dili konuşan bölük pörçük, parçalanmış topluluklar bir anda ‘devlet’ diye tarih sahnesine çıkarılmış. Belli ki; karşılarında organize olmuş blok güç istemiyorlar. Onlar için adına devlet bile diyemeyeceğimiz kabileleri sözde devlet kimliğiyle sus payı vermek en güzel çıkar yol olsa gerek. Devlet kimliği verdiler de ne oldu, sonunda dili, dini, tarihi ve soyca aynı olan bu topluluklar birbirine düşürüldü. Oysa bu topluluklar, Osmanlı şemsiyesi altında uzun seneler huzur içinde yaşıyorlardı. Ne zaman ki Fransız ihtilalı müteakip dört bir yandan sinsice etnik menfi milliyetçilik rüzgârları sinemize girmiş, işte o zaman Ortadoğu ve Balkanlardaki vahdet bilincimiz biranda altüst oluverdi. Bu topraklara ait her ne değer varsa silip süpürüldüğünü gördük. Nitekim kabile devletçiliği girişimleri uzun bir aradan sonra gün yüzüne çıkar da. İşte o kopuş, o silip süpürülüşün neticesidir. Osmanlıdan kopardılar da başları göğemi erdi, sonuçta hiçbiri aradıkları mutluluğa erişemediler ya. Artık karşımızda dünyanın odak merkezinde sürekli savaşlarla, ihtilallerle ve iç kavgalarla didişen bir Ortadoğu var. Hammadde kaynakları batılı adamın iştihasını kabarttıkça bu süreç işleyecek gibi. Başımıza karasaban misali çöken bu duruma hangi reçete çare olur düşünmek gerek. Bilinmez amma bu kanayan yarayı durdurmak için karınca misali mazlumların umudu olmak tavrımızdan asla taviz vermemek en doğrusu. Kaldı ki Osmanlının o muhteşem adaletinin hala hafızalarda taptaze saklı kalması bizi buna mecbur kılıyor da.
Bilhassa Ortadoğu’nun zengin hammadde potansiyel kaynaklarına sahip olması ve Fırat’ın kattığı o bereket kokan suyu, taşı toprağı, zinde güçlerin iştihasını kabartmaya devam ediyor. Hakeza kültürel varlığı da ilgi odağı. Bakın buraların nice Peygamberlere tebliğ yurdu olması, Habil ve Kabil ruhunu (iyilik ve kötülüğü) bağrında taşımış olması, hatta komünizmin ilham aldığı Mezdekçilik’in burada türemesi önemini bin kat daha artıyor. Dahası her ne ararsan var diyebileceğimiz bölgenin adıdır Ortadoğu.
Malum, tarihler 1900 yılını gösterdiğinde Amerikalılar ve İngilizlerin karşı karşıya geldiğini görürüz. Dedik ya ortada iştah kabartıcı petrol kokusu var. İşte bu tarihten itibaren dünya halklarının istikbali petrolcülerin insafına bırakılan bir sürece mahkûm edilir. Öyle ki o yıllar dünya petrol sahaları üzerinde amansız bir mücadeleye sahne olduğu dev petrol şirketlerinin rekabetiyle çalkalandığı yıllardır. Hatta çalkalanmakla kalmaz savaşların ve ihtilallerin eksik olmadığı alanlar olarak hafızalara kazındı. Maalesef dünyada yaşanan bu tip derin yapılanmaların perde arkasında hep bu petrol şirketlerinin pastadan pay kapma yarışı vardır. Nitekim Rockefeller şirketi, petrol piyasasına İngilizlerden daha çabuk elini çabuk tutup petrol imparatorluğunu ilan edecek konuma gelmiştir. Her iki şirkette (Rockefeller ve Henry Deterding) kıyasıya rekabet içinde hâkimiyetlerini kurmaya çalışıyorlardı.
Kıyasıya bu mücadele içerisinde öncelikle Çin pazarı için kavgaya tutuşmuşlar, sonra petrol yarışına girmişler, derken Rockefeller imparatorluğu, artık Deterding şirketi karşısında pes etmek zorunda kalır. Böylece Deterding şirketi Ortadoğu’da daha geniş bir faaliyet üstlenecek bir imparator ağası haline gelir. Hani paranın dini, ırkı, yeşili, kırmızısı olmaz derler ya, aynen petrolde öyledir; din, milliyet dinlemez kendilerini bile rekabet içinde bulurlar. Bu yüzden I. Dünya savaşı sürdüğü sıralarda Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, Mr. Nilson’a çektiği telgrafta; ‘Eğer müttefikler harbi kazanmak istiyorlarsa; Fransa’nın kana olduğu kadar petrole de muhtaç olduğu bilmelidir’ demiştir.
Anlaşılan o ki; IX. asrın sonlarına gelindiğinde dünyanın dört süper devleti İngiltere-Almanya-Rusya-Fransa kendi aralarında hammadde kaynakları için müthiş mücadeleye tutuşmuşlar. Bu rekabetin merkezini kuşkusuz petrol teşkil ediyordu. Bundan böyle petrol dünyanın can simididir. Baksanıza İngiliz-Almanya-Fransız ve Rusya mücadele denklemi arasında Osmanlı Almanlar safına geçip I. Cihan savaşına katıldığını görüyoruz, derken bizde petrol gerçeğiyle yüzleşmiş olduk. Ancak bu savaş aleyhimize tecelli edecektir.
II. Dünya savaşına gelinen noktada önce Almanlar, sonrasın da komünist blok İngilizlerin Romanya petrolleri üzerindeki hegemonyasına son vermiştir. Fakat Almanlar ve İngilizler boş durmayıp bu kez Musul’u hedef almışlardır. Neyse ki Ulu Hakan dehası, Musul petrol sahasını ‘Memalik-i Şahane’ (Padişah mülkü) ilan edip gizli eylem planlarına geçit vermeyecektir. Böylece Musul’da petrol imtiyazı elde etmek isteyen devletler hevesleri kursaklarında kalacaktır. Hatta bu arada İngilizlerin uzak-şark petrolleri hususunda tazyikleri her geçen gün artması karşısında Sultan Abdülhamit Han Almanların imtiyazını genişletip İngilizlerin direncini kırıverecektir. Tarihe Akabe meselesi olarak geçen hudut ihtilafıyla ilgili İngilizlerin sert notası, padişahın manevraları sayesinde Almanları kendi safımızda yer almasını sağlayıp umutları suya düşecektir. Şöyle ki; İngilizler, karşılarında Alman gücünü görünce Akabe önlerindeki donanma nümayişlerinden vazgeçtikleri gibi Mısır askerlerinin çekilmeleri noktasında talimatta verilir. İşte Ulu Hakan dehası bu. Hatta bu öyle bir siyasi dehadır ki, o günün süper devletlerini birbirlerine düşürme planı üzerine kurulu Bilge Hakan stratejisidir. Bugün de, Bilge Hakan Abdülhamit Han’ın ufkunu yakalayabilmiş Milletin adamı Tayyip Erdoğan var, diplomatik manevralarında bunu görmek pekâlâ mümkün.
Bilge Hakan Almanlara vermiş olduğu Hicaz demiryolu imtiyazına rağmen, Almanların bir türlü gözü doymuyordu, doymazda zaten. Çünkü onların asıl hedefleri Musul’du. Ulu Hakan Abdülhamit Han buna da bir çözüm bulmalıydı, bulurda. Nitekim Akabe meselesini İngilizlerle Almanları birbirine düşürüp çözmüştür. Derken bir bahaneyle Hicaz demiryolu imtiyazı da feshedilir. İyi ki böyle bir Ulu Hakanımız varmış. Baksanıza tüm diplomatik baskılara rağmen petrol konusunda zırnık taviz vermeyecek bir politika ortaya koymuştur. Ne var ki; bu şahsiyetli dış politika İttihat ve Terakki işbaşına gelmesiyle birlikte hedefinden sapacaktır.
Evet, petrol savaşları, Osmanlıya pahalıya mal olmuştu. Artık işbaşında Bilge Hakan yoktu. İttihat ve Terakki’nin bildik o entrikalarıyla padişah hal edilip kendi iktidarlarını gerçekleştirdiklerinde tüm dengeler altüst olacaktır. Sadece iktidar değişikliği olsa gam yemeyiz, İttihat ve Terakki devriyle petrol sahaları Memalik-i Şahane’den alınıp 600 senelik imparatorluğumuzun sonu hazırlanmıştır. Petrole sahip olabilmek adına dost bildiğimiz Almanlar bile Rusya, İngiltere ve Fransa’nın safında Osmanlı’yı mahkûm etmişlerdir. Zaten petrolün kıymetini bilseydik, 1890 yılında bir İrade-i seniyye ile Memalik-i Şahane arazisi (padişah mülkü arazisi) olarak ilan edilen metne dayanarak Musul petrol arazisini, yabancı mihrakların insafına terk edip eline vermezdik. Dahası bizde bu kıymetli hammaddeden istifade eder ve daha çok hisseye sahip olabilirdik. Ama gel gör ki; ortada böyle bir usta akıl yoktu. Tabii diplomatik deha olmayınca maalesef Lozan’da Musul meselesi bir oldubittiyle bize %10 hak tanınarak geçiştirilmiştir. Şayet buna başarı denirse.
1914 yılına kadar dünya siyasetinde söz sahibi iki hâkim güç İngiltere ve Almanya devleti olmuştur. Tabiî ki hâkimiyetlerinin arkasındaki güç petroldü.
Bakın, Kaiser (Kayser) Wilhelm, ‘Oroeise petroleum Unıon Petrosi’nin temellerini, I. Dünya savaşından evvel atıp Deterding şirketinden gelebilecek tehlikelere karşı önceden tedbir almış bir isimdir. Elbette ki şu isim bu isim bizi bağlamaz, sonuçta her iki şirkette Orta şark petrol sahaları uğruna Mekke Şerifi’ni oyuna getirip Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Keza Şeyh Said isyanı da öyledir. Biz biliyoruz ki; Şeyh Said isyanı asla bir Kürt ayaklanması ya da irtica başkaldırışı değildir, tamamen Musul petrolü uğruna çıkarılan bir İngiliz provokasyonudur. O sıralar Güneydoğuda cereyan eden Türk-Irak hududundaki etnik hareketlerin kaynağında İngilizler vardı. İşte Musul bu hengâme içerisinde böyle elden çıkmıştır. Şayet Osmanlı hanedanı sürgün edilip vatandaşlıktan çıkarılmasaydı, onların Mısır petrolleri üzerindeki talepleri Türk tarafının petrol üzerindeki söz hakkına bağlı olarak kabul görecek veya reddedilecekti.
Artık Musul petrolleri üzerinde söz hakkı olmayan bir Türkiye var. Dahası varsa yoksa dünyanın değişik alanlarında konuşlanmış iki ana beynelmilel petrol şirketi ve bu iki dev imparatorluğun türevleri vardır.
Petrol imparatorluğuna öncülük eden iki imparatorun kıyasıya mücadelesi neticesinde dünya bugünkü noktaya böyle geldi. Bu rekabet daha çok:
Aslında İngiliz devlet adamı Churchill bu sözleri söylerken dünyada, özellikle Ortadoğu’da sonu gelmez kanlı senaryoların arkasındaki esrar perdesini ortaya koyuyordu. Hele ki, petrole sahip ülke halklarının hiç rahatlık yüzü görmediklerini düşündüğümüzde tüm cümle âlemin Ortadoğu’da cereyan eden olaylarda akıtılan bir damla kanın bir damla petrolden neden kıymetsiz olduğunu fark etmiş oluyordu. İşte batının gerçek yüzü, işte Ortadoğu’yu kana boyayan bir damla petrol bu. Beyaz adam petrolün kokusunu alırda hiç boş durur mu? Elbette ki durmaz, çok ince hesaplarla bu bereketli topraklarda bütünlüğü bozacak acımasız planlar uygulamaya devam edeceği muhakkak.
Düşünsenize aynı ortak dili konuşan bölük pörçük, parçalanmış topluluklar bir anda ‘devlet’ diye tarih sahnesine çıkarılmış. Belli ki; karşılarında organize olmuş blok güç istemiyorlar. Onlar için adına devlet bile diyemeyeceğimiz kabileleri sözde devlet kimliğiyle sus payı vermek en güzel çıkar yol olsa gerek. Devlet kimliği verdiler de ne oldu, sonunda dili, dini, tarihi ve soyca aynı olan bu topluluklar birbirine düşürüldü. Oysa bu topluluklar, Osmanlı şemsiyesi altında uzun seneler huzur içinde yaşıyorlardı. Ne zaman ki Fransız ihtilalı müteakip dört bir yandan sinsice etnik menfi milliyetçilik rüzgârları sinemize girmiş, işte o zaman Ortadoğu ve Balkanlardaki vahdet bilincimiz biranda altüst oluverdi. Bu topraklara ait her ne değer varsa silip süpürüldüğünü gördük. Nitekim kabile devletçiliği girişimleri uzun bir aradan sonra gün yüzüne çıkar da. İşte o kopuş, o silip süpürülüşün neticesidir. Osmanlıdan kopardılar da başları göğemi erdi, sonuçta hiçbiri aradıkları mutluluğa erişemediler ya. Artık karşımızda dünyanın odak merkezinde sürekli savaşlarla, ihtilallerle ve iç kavgalarla didişen bir Ortadoğu var. Hammadde kaynakları batılı adamın iştihasını kabarttıkça bu süreç işleyecek gibi. Başımıza karasaban misali çöken bu duruma hangi reçete çare olur düşünmek gerek. Bilinmez amma bu kanayan yarayı durdurmak için karınca misali mazlumların umudu olmak tavrımızdan asla taviz vermemek en doğrusu. Kaldı ki Osmanlının o muhteşem adaletinin hala hafızalarda taptaze saklı kalması bizi buna mecbur kılıyor da.
Bilhassa Ortadoğu’nun zengin hammadde potansiyel kaynaklarına sahip olması ve Fırat’ın kattığı o bereket kokan suyu, taşı toprağı, zinde güçlerin iştihasını kabartmaya devam ediyor. Hakeza kültürel varlığı da ilgi odağı. Bakın buraların nice Peygamberlere tebliğ yurdu olması, Habil ve Kabil ruhunu (iyilik ve kötülüğü) bağrında taşımış olması, hatta komünizmin ilham aldığı Mezdekçilik’in burada türemesi önemini bin kat daha artıyor. Dahası her ne ararsan var diyebileceğimiz bölgenin adıdır Ortadoğu.
Malum, tarihler 1900 yılını gösterdiğinde Amerikalılar ve İngilizlerin karşı karşıya geldiğini görürüz. Dedik ya ortada iştah kabartıcı petrol kokusu var. İşte bu tarihten itibaren dünya halklarının istikbali petrolcülerin insafına bırakılan bir sürece mahkûm edilir. Öyle ki o yıllar dünya petrol sahaları üzerinde amansız bir mücadeleye sahne olduğu dev petrol şirketlerinin rekabetiyle çalkalandığı yıllardır. Hatta çalkalanmakla kalmaz savaşların ve ihtilallerin eksik olmadığı alanlar olarak hafızalara kazındı. Maalesef dünyada yaşanan bu tip derin yapılanmaların perde arkasında hep bu petrol şirketlerinin pastadan pay kapma yarışı vardır. Nitekim Rockefeller şirketi, petrol piyasasına İngilizlerden daha çabuk elini çabuk tutup petrol imparatorluğunu ilan edecek konuma gelmiştir. Her iki şirkette (Rockefeller ve Henry Deterding) kıyasıya rekabet içinde hâkimiyetlerini kurmaya çalışıyorlardı.
Kıyasıya bu mücadele içerisinde öncelikle Çin pazarı için kavgaya tutuşmuşlar, sonra petrol yarışına girmişler, derken Rockefeller imparatorluğu, artık Deterding şirketi karşısında pes etmek zorunda kalır. Böylece Deterding şirketi Ortadoğu’da daha geniş bir faaliyet üstlenecek bir imparator ağası haline gelir. Hani paranın dini, ırkı, yeşili, kırmızısı olmaz derler ya, aynen petrolde öyledir; din, milliyet dinlemez kendilerini bile rekabet içinde bulurlar. Bu yüzden I. Dünya savaşı sürdüğü sıralarda Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, Mr. Nilson’a çektiği telgrafta; ‘Eğer müttefikler harbi kazanmak istiyorlarsa; Fransa’nın kana olduğu kadar petrole de muhtaç olduğu bilmelidir’ demiştir.
Anlaşılan o ki; IX. asrın sonlarına gelindiğinde dünyanın dört süper devleti İngiltere-Almanya-Rusya-Fransa kendi aralarında hammadde kaynakları için müthiş mücadeleye tutuşmuşlar. Bu rekabetin merkezini kuşkusuz petrol teşkil ediyordu. Bundan böyle petrol dünyanın can simididir. Baksanıza İngiliz-Almanya-Fransız ve Rusya mücadele denklemi arasında Osmanlı Almanlar safına geçip I. Cihan savaşına katıldığını görüyoruz, derken bizde petrol gerçeğiyle yüzleşmiş olduk. Ancak bu savaş aleyhimize tecelli edecektir.
II. Dünya savaşına gelinen noktada önce Almanlar, sonrasın da komünist blok İngilizlerin Romanya petrolleri üzerindeki hegemonyasına son vermiştir. Fakat Almanlar ve İngilizler boş durmayıp bu kez Musul’u hedef almışlardır. Neyse ki Ulu Hakan dehası, Musul petrol sahasını ‘Memalik-i Şahane’ (Padişah mülkü) ilan edip gizli eylem planlarına geçit vermeyecektir. Böylece Musul’da petrol imtiyazı elde etmek isteyen devletler hevesleri kursaklarında kalacaktır. Hatta bu arada İngilizlerin uzak-şark petrolleri hususunda tazyikleri her geçen gün artması karşısında Sultan Abdülhamit Han Almanların imtiyazını genişletip İngilizlerin direncini kırıverecektir. Tarihe Akabe meselesi olarak geçen hudut ihtilafıyla ilgili İngilizlerin sert notası, padişahın manevraları sayesinde Almanları kendi safımızda yer almasını sağlayıp umutları suya düşecektir. Şöyle ki; İngilizler, karşılarında Alman gücünü görünce Akabe önlerindeki donanma nümayişlerinden vazgeçtikleri gibi Mısır askerlerinin çekilmeleri noktasında talimatta verilir. İşte Ulu Hakan dehası bu. Hatta bu öyle bir siyasi dehadır ki, o günün süper devletlerini birbirlerine düşürme planı üzerine kurulu Bilge Hakan stratejisidir. Bugün de, Bilge Hakan Abdülhamit Han’ın ufkunu yakalayabilmiş Milletin adamı Tayyip Erdoğan var, diplomatik manevralarında bunu görmek pekâlâ mümkün.
Bilge Hakan Almanlara vermiş olduğu Hicaz demiryolu imtiyazına rağmen, Almanların bir türlü gözü doymuyordu, doymazda zaten. Çünkü onların asıl hedefleri Musul’du. Ulu Hakan Abdülhamit Han buna da bir çözüm bulmalıydı, bulurda. Nitekim Akabe meselesini İngilizlerle Almanları birbirine düşürüp çözmüştür. Derken bir bahaneyle Hicaz demiryolu imtiyazı da feshedilir. İyi ki böyle bir Ulu Hakanımız varmış. Baksanıza tüm diplomatik baskılara rağmen petrol konusunda zırnık taviz vermeyecek bir politika ortaya koymuştur. Ne var ki; bu şahsiyetli dış politika İttihat ve Terakki işbaşına gelmesiyle birlikte hedefinden sapacaktır.
Evet, petrol savaşları, Osmanlıya pahalıya mal olmuştu. Artık işbaşında Bilge Hakan yoktu. İttihat ve Terakki’nin bildik o entrikalarıyla padişah hal edilip kendi iktidarlarını gerçekleştirdiklerinde tüm dengeler altüst olacaktır. Sadece iktidar değişikliği olsa gam yemeyiz, İttihat ve Terakki devriyle petrol sahaları Memalik-i Şahane’den alınıp 600 senelik imparatorluğumuzun sonu hazırlanmıştır. Petrole sahip olabilmek adına dost bildiğimiz Almanlar bile Rusya, İngiltere ve Fransa’nın safında Osmanlı’yı mahkûm etmişlerdir. Zaten petrolün kıymetini bilseydik, 1890 yılında bir İrade-i seniyye ile Memalik-i Şahane arazisi (padişah mülkü arazisi) olarak ilan edilen metne dayanarak Musul petrol arazisini, yabancı mihrakların insafına terk edip eline vermezdik. Dahası bizde bu kıymetli hammaddeden istifade eder ve daha çok hisseye sahip olabilirdik. Ama gel gör ki; ortada böyle bir usta akıl yoktu. Tabii diplomatik deha olmayınca maalesef Lozan’da Musul meselesi bir oldubittiyle bize %10 hak tanınarak geçiştirilmiştir. Şayet buna başarı denirse.
1914 yılına kadar dünya siyasetinde söz sahibi iki hâkim güç İngiltere ve Almanya devleti olmuştur. Tabiî ki hâkimiyetlerinin arkasındaki güç petroldü.
Bakın, Kaiser (Kayser) Wilhelm, ‘Oroeise petroleum Unıon Petrosi’nin temellerini, I. Dünya savaşından evvel atıp Deterding şirketinden gelebilecek tehlikelere karşı önceden tedbir almış bir isimdir. Elbette ki şu isim bu isim bizi bağlamaz, sonuçta her iki şirkette Orta şark petrol sahaları uğruna Mekke Şerifi’ni oyuna getirip Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Keza Şeyh Said isyanı da öyledir. Biz biliyoruz ki; Şeyh Said isyanı asla bir Kürt ayaklanması ya da irtica başkaldırışı değildir, tamamen Musul petrolü uğruna çıkarılan bir İngiliz provokasyonudur. O sıralar Güneydoğuda cereyan eden Türk-Irak hududundaki etnik hareketlerin kaynağında İngilizler vardı. İşte Musul bu hengâme içerisinde böyle elden çıkmıştır. Şayet Osmanlı hanedanı sürgün edilip vatandaşlıktan çıkarılmasaydı, onların Mısır petrolleri üzerindeki talepleri Türk tarafının petrol üzerindeki söz hakkına bağlı olarak kabul görecek veya reddedilecekti.
Artık Musul petrolleri üzerinde söz hakkı olmayan bir Türkiye var. Dahası varsa yoksa dünyanın değişik alanlarında konuşlanmış iki ana beynelmilel petrol şirketi ve bu iki dev imparatorluğun türevleri vardır.
Petrol imparatorluğuna öncülük eden iki imparatorun kıyasıya mücadelesi neticesinde dünya bugünkü noktaya böyle geldi. Bu rekabet daha çok:
-Standart Oıl co,
-Royal Dutch Shell Grubu ve Rusya arasında geçmiştir hep.
Bu süreçte Petrol üzerinde söz sahibi Amerikan burjuvazisi John Rockefeller’in kurduğu dev tröst Standart ‘Oıl co’ olup, diğeri ise İngiliz- Hollanda birliği olarak faaliyet gösteren ‘Royal Dutch-Shell Grubu’dur. Keza Ortadoğu bugün de hala birçok petrol şirketlerin rekabetine sahne oluyor. Hatta şirketler dünya siyasetinde birinci derecede rol oynuyorlar.
Anlaşılan o ki; günümüze kadar devam eden kavgaların ardındaki asıl sihirli değnek petrolmüş. Petrol kavgası bitmez, bu süreç devam edecekte. Zaten Sam amca Saddam’ın Kuveyt işgalini bahane edip, güya insani yardım adı altında Irak semalarında sivil asker ayırımı gözetmeksizin bomba yağdırması bunu teyit ediyor. Meğer işin içinde Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) gereği, Amerika’nın Ortadoğu’daki petrol yatakları üzerinde çıkar ilişkilerinin sekteye uğramama hesabı varmış. Her nedense Bosna konusu gündemde yer aldığında Amerika’nın sırra kadem basıp bir tek laf edilmezken söz konusu Ortadoğu olunca okyanus ötesinden buralara ayar çekmekteler. Nasıl olsa Bosna’da petrol yok, niye lafı edilsin ki. Beyaz adamın işi gücü petrol zaten. Petrolün kokusunu aldığı günden buyana Ortadoğu’dan ayağını hiç kesmediği gibi oralarda menfaatlerini yürütecek işbirlikçiler bulmayı da ihmal etmez. Zira batılı petrol şirketleri dün olduğu gibi bugün de Ortadoğu’da cirit atıyorlar. Buda yetmez batılı, Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in Bereketli Hilal dediği (Verimli yarım ay) Nil, Şeria, Dicle ve Fırat etrafındaki toprakları sürekli kana bulamaktan geri durmaz. Madem geri durmuyorlar o halde bütün bu oyunları bozacak Abdülhamit Han usulü diplomatik ataklara ihtiyaç vardır.
Velhasıl; Petrol imparatorluklarının hevesini kursağında bırakacak şahsiyetli politikalarla bereketli hilal aslına dönebilir pekâlâ. Neden olmasın ki?
Bu süreçte Petrol üzerinde söz sahibi Amerikan burjuvazisi John Rockefeller’in kurduğu dev tröst Standart ‘Oıl co’ olup, diğeri ise İngiliz- Hollanda birliği olarak faaliyet gösteren ‘Royal Dutch-Shell Grubu’dur. Keza Ortadoğu bugün de hala birçok petrol şirketlerin rekabetine sahne oluyor. Hatta şirketler dünya siyasetinde birinci derecede rol oynuyorlar.
Anlaşılan o ki; günümüze kadar devam eden kavgaların ardındaki asıl sihirli değnek petrolmüş. Petrol kavgası bitmez, bu süreç devam edecekte. Zaten Sam amca Saddam’ın Kuveyt işgalini bahane edip, güya insani yardım adı altında Irak semalarında sivil asker ayırımı gözetmeksizin bomba yağdırması bunu teyit ediyor. Meğer işin içinde Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) gereği, Amerika’nın Ortadoğu’daki petrol yatakları üzerinde çıkar ilişkilerinin sekteye uğramama hesabı varmış. Her nedense Bosna konusu gündemde yer aldığında Amerika’nın sırra kadem basıp bir tek laf edilmezken söz konusu Ortadoğu olunca okyanus ötesinden buralara ayar çekmekteler. Nasıl olsa Bosna’da petrol yok, niye lafı edilsin ki. Beyaz adamın işi gücü petrol zaten. Petrolün kokusunu aldığı günden buyana Ortadoğu’dan ayağını hiç kesmediği gibi oralarda menfaatlerini yürütecek işbirlikçiler bulmayı da ihmal etmez. Zira batılı petrol şirketleri dün olduğu gibi bugün de Ortadoğu’da cirit atıyorlar. Buda yetmez batılı, Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in Bereketli Hilal dediği (Verimli yarım ay) Nil, Şeria, Dicle ve Fırat etrafındaki toprakları sürekli kana bulamaktan geri durmaz. Madem geri durmuyorlar o halde bütün bu oyunları bozacak Abdülhamit Han usulü diplomatik ataklara ihtiyaç vardır.
Velhasıl; Petrol imparatorluklarının hevesini kursağında bırakacak şahsiyetli politikalarla bereketli hilal aslına dönebilir pekâlâ. Neden olmasın ki?