‘‘Acı çekmeyen insanın iç hayatı, iç hayatı olamayan bir insanın da şiir yazması mümkün değildir.’’
Güçlü mısralar, hayatımıza yön verebileceği gibi hayatımızın özünü ve özetini de bizlere sunmaktadır. Yıllardır hafızamda saklı kalan ve kitapların sarı sayfalarına gizlenen bu veciz mısralardan anladığım şuydu: Şâirler, iç dünyalarında acı çeken insanlardır. Yani, hakikate ve güzele dair gerçekleşmesini istedikleri ne varsa, bunun mücadelesini veren, hakikati ve güzeli kendilerine dert edinenlerdir. Şâirler, ‘‘derdi olmayan insan yeryüzüne yüktür’’ mucibince yeryüzüne yük olmadan yaşamaya çalışırlar, ancak kendi gönüllerine yük olmaktan da kurtulamazlar. Nihai olarak, Oğuz Atay’ın ‘‘Tutunamayanlar’’ diye tabir ettiği, mazlumlar sınıfının kadim ve ayrılmaz mümessilidir onlar. Fıtrat gereği anlaşılmaz bir ruh yapıları olduğundan, rabıta kurdukları insan sayısı çoğu zaman azdır. Bundan mütevellit, halk nazarındaki itibarları hep sonradan oluşmuştur.
Şairler, aşk konusunda da hep muzdarip yaşarlar. Genelde aşk saadetinden mahrum olarak ölürler. Tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi: Gerçek şairler şiirlerle malul olarak doğarlar, isteseler de yaratılışlarından sıyrılamazlar. Onlar şiiri bırakmak isteseler şiir onları bırakmaz. En iyilerinin hepsi değilse bile, herhalde birçoğu gençliklerinde takdir edilmezler. Ancak ihtiyarlıklarında, hatta bazı kere ancak ölümlerinden sonra halkın saygısını görürler… Gerçek şairler hemen daima aşk saadetinden mahrum yaşar ve ölürler. Kadınlar şair sevmez, aşkta saadete mazhar olmuş büyük şairler bizde ve Avrupa’da nadirdir.
Bu minvâl üzere, 1970’li yıllarda edebiyatımızın mümtaz şahsiyetlerinden Turgut Günay (nam-ı diğer Yetik Ozan), şiiri, kemâle ve şuura erdiren ender şairlerden biridir. Yetik (yetişmiş, erişmiş) mahlasıyla müsemma bir insan olan Turgut Günay, okyanusun derinliklerinde kaybolan bir cevher olarak ‘‘yitik’’ bir halde, yok olmaya mahkûm edilmiştir. Edebiyatın tozlu raflarında asılı kalan bu şair, basiretin bir timsali olarak, ‘‘Yalnız ve unutulmuş olarak ölüyorsun;/Bu ne sonsuz direnç ki, ölürken gülüyorsun./Kişi yaşarsa canlı; kişi ölürse cansız,/Senin ölümün başka, senin ölümün sonsuz.’’ mısralarıyla, kendi akıbetini bize özetlemektedir.
Kendi dizelerinde anlattığı gibi onun ölümü bir başka olmuştu. Yaraya tuz basılır mı? Sorusuna mukabil, yaralarına tuz basarak hayata tutunmaya çalışmış, Ağrı doruğunda gözüm bu sıra diyerek, sevdasını ve ölüm hissiyatını her daim doruklara taşımıştı. Aslında bu devin yıkılışını çevresindeki insanlar bile tam manasıyla çözememişti. Elinde taşıdığı iple ‘‘ölüm size de uğrayacak’’ der gibi haykırmıştı zamanın ruhuna… 1978 yılında hastalığının iyice artması sonucu, otuz yedi yaşına girerken ‘‘Otuz Yedinci Damla’’ şiirindeki Göğe adam asılır mı? Dizeleriyle bir otel odasından aşrın cesametine damla damla akıp gitmişti.
İşte böyle… Her şâir gibi o da müşkül ve ıstıraplı bir hayatı yüklenerek, bu dünyadan göçüp gitti. Terekesinden bize kalanlar, öksüz ve hüzünlü mısralar oldu. Şimdi gözlerimizi ufkun derinliklerine dikelim ve yüreğimizdeki nedamet ile Necip Fazıl’ın şu mısralarını mırıldanalım:
Güçlü mısralar, hayatımıza yön verebileceği gibi hayatımızın özünü ve özetini de bizlere sunmaktadır. Yıllardır hafızamda saklı kalan ve kitapların sarı sayfalarına gizlenen bu veciz mısralardan anladığım şuydu: Şâirler, iç dünyalarında acı çeken insanlardır. Yani, hakikate ve güzele dair gerçekleşmesini istedikleri ne varsa, bunun mücadelesini veren, hakikati ve güzeli kendilerine dert edinenlerdir. Şâirler, ‘‘derdi olmayan insan yeryüzüne yüktür’’ mucibince yeryüzüne yük olmadan yaşamaya çalışırlar, ancak kendi gönüllerine yük olmaktan da kurtulamazlar. Nihai olarak, Oğuz Atay’ın ‘‘Tutunamayanlar’’ diye tabir ettiği, mazlumlar sınıfının kadim ve ayrılmaz mümessilidir onlar. Fıtrat gereği anlaşılmaz bir ruh yapıları olduğundan, rabıta kurdukları insan sayısı çoğu zaman azdır. Bundan mütevellit, halk nazarındaki itibarları hep sonradan oluşmuştur.
Şairler, aşk konusunda da hep muzdarip yaşarlar. Genelde aşk saadetinden mahrum olarak ölürler. Tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi: Gerçek şairler şiirlerle malul olarak doğarlar, isteseler de yaratılışlarından sıyrılamazlar. Onlar şiiri bırakmak isteseler şiir onları bırakmaz. En iyilerinin hepsi değilse bile, herhalde birçoğu gençliklerinde takdir edilmezler. Ancak ihtiyarlıklarında, hatta bazı kere ancak ölümlerinden sonra halkın saygısını görürler… Gerçek şairler hemen daima aşk saadetinden mahrum yaşar ve ölürler. Kadınlar şair sevmez, aşkta saadete mazhar olmuş büyük şairler bizde ve Avrupa’da nadirdir.
Kendi dizelerinde anlattığı gibi onun ölümü bir başka olmuştu. Yaraya tuz basılır mı? Sorusuna mukabil, yaralarına tuz basarak hayata tutunmaya çalışmış, Ağrı doruğunda gözüm bu sıra diyerek, sevdasını ve ölüm hissiyatını her daim doruklara taşımıştı. Aslında bu devin yıkılışını çevresindeki insanlar bile tam manasıyla çözememişti. Elinde taşıdığı iple ‘‘ölüm size de uğrayacak’’ der gibi haykırmıştı zamanın ruhuna… 1978 yılında hastalığının iyice artması sonucu, otuz yedi yaşına girerken ‘‘Otuz Yedinci Damla’’ şiirindeki Göğe adam asılır mı? Dizeleriyle bir otel odasından aşrın cesametine damla damla akıp gitmişti.
İşte böyle… Her şâir gibi o da müşkül ve ıstıraplı bir hayatı yüklenerek, bu dünyadan göçüp gitti. Terekesinden bize kalanlar, öksüz ve hüzünlü mısralar oldu. Şimdi gözlerimizi ufkun derinliklerine dikelim ve yüreğimizdeki nedamet ile Necip Fazıl’ın şu mısralarını mırıldanalım:
"Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında!.."
Otel odalarında, otel odalarında!.."