“İnişli çıkışlı Bayıl Burnundan Zığ tepelerine dek mavi bir hali gibi serilmiş olan Hazar Denizi açıklarda ne kadar hırçınsa, burada, Limanda, ayça biçimindeki körfezin içinde sürekli dingin, düzgün ve uysal olur.
Dün deniz yüzeyinden yükselen ve kentin silüetini içinde eriten sis, bu sabah tümüyle ortadan kalkmıştı. Gökyüzü açık, aydınlık ve tertemizdi. Nargin adasına dek deniz ve üstünde ne varsa en ince ayrıntılarıyla görülüyordu. Nargin’in kendisi avuç içindeymiş gibi.”
Azerbaycan Yazıcılar Birliği Başkanı Anar Rıza, “Bir Fırsat Bulsam” adlı romanında Hazar’ı ve Nargin’i böyle anlatmış.
Evet, Nargin Adası, Bakû yakınlarında, Hazar Denizi’nin içinde bir ada. Ruslar Birinci Dünya Savaş’ında esir aldıkları Türk askerlerinden on binlercesini burada tutmuşlar. Birçok edebi ürüne de konu olmuş Nargin. İldeniz Kurtulan’ın yukarıda sözünü ettiğimiz Amcam Hamlet romanının bir yerinde bu adadan söz edilir ve roman kahramanlarından birinin Nargin adasındaki Türk esirlerini kurtarmayı planladığı anlatılır.
İldeniz Kurtulan’ın kahramanı, plan yapadursun, Nargin’den bir Türk, Azerbaycanlılar’ın yardımıyla yüzerek kurtulmuş bile. http://bloving.blogcu.com adlı web sitesinde bu kaçışın öyküsü şöyle anlatılıyor:
“Bu yazımızda, Türk havacılık tarihinin en büyük insanlarından biri olan "Vecihi Hürkuş"un, teknoloji, gelişim ve havacılık adına yaptığı, yapmaya çalıştığı çalışmalarını "İrfan Özfatura' nın kaleminden okuyacağız. Türk insanının neler başarabileceğinin bir örneği olan Vehici Hürkuş, gerek yaşamı, gerekse yaşamında karşılaştığı engeller karşısında ki azmiyle hepimize örnek olası bir insandır... Vecihi Hürkuş, İstanbul, Arnavutköy’de doğan bir yalı çocuğudur. Henüz üç yaşında iken babası Müfettiş Fahim Bey’i kaybeder. Annesi Vidinli Zeliha Hanım ona hem annelik hem babalık yapar. Bir süre Harbiye’de eskrim ve resim dersleri veren amcası Şekür Bey’in yanında yaşar sonra Üsküdar’a taşınırlar.
Vecihi kıpır kıpır bir çocuktur yerinde duramaz. Üsküdar’da Füyuzati Osmaniye Rüştiye’si ve Paşakapısı İdadisi’nde okuduktan sonra Tophane Sanat Okulu’nu tamamlar.
1912’de Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılır ve eniştesinin (Albay Kemal Bey’in) yanında vazife alır. Belki komuta kademesinde de yükselecektir ama o “tayyareci” olmayı arzular. 1. Cihan Harbinde Bağdat cephesinde bir uçak kazası yaşar. Yaralanır ama hızı azalmaz derken Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’nde işin inceliklerini kapar.
Kafkas cephesinde savaştığı günlerde bir Rus uçağını vurur ve bir ilke imza atar. Ancak bir başka hava savaşında tayyaresi isabet alır, sağ salim yere inmeyi başarır, düşman eline geçmesin diye uçağı yakar. Ruslar onu esir alır Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına kapatırlar. Buradan Azerilerin yardımı ile kurtulur ve yüzerek (Arnavutköy çocuğu ya) kaçar. Dile kolay taaa Erzurum’a kadar yürür, Dadaşlar onu üç beş gün ağırlar, sonra İstanbul’a yollarlar.”
Mustafa Görüryılmaz, “Türk Kafkas İslam Ordusu ve Ermeniler” adlı eserinde, Nargin Adasından Türk esirleri kaçıran gizli örgütün üyesi olan Azerbaycanlı Mirza Seyyidli’nin 1933 yılında Azerbaycan Yurt Bilgisi adlı gazetede yazdıklarına yer veriyor. Seyidli şöyle anlatıyor o günleri: “Türkiye’den getirilen esirlere yardım eden gizli teşkilat sırf öğrencilerden meydana gelmiyordu. Sayımız azdı, ancak Bakû’da yaşayan yüksek tabaka ve eşrafın ailelerinden ve hanımlarından da ciddi yardımlar alıyorduk. Onlar vasıtasıyla esirlere yiyeceğin yanı sıra silah ve pilli cep feneri de gönderiyorduk. Bu hanımlar vasıtasıyla haberleştiğimiz bazı subay ve askeri Nargin adasından kaçırmıştık. Teşkilatımıza ait kayıklar, gece yarısı Ada sahiline gizlice yanaşırdı. Kaçırılması planlanan Türk esirler iel cep lambası vasıtasıyla işaretleşirdik. Bu yolla pek çok Türk kardeşimizi Nargin adasından kurtarmıştık.
Bir gün esir subaylardan on altısını Ada’dan kaçırmıştık. Teşkilata ait kayığı Zığ Burnu’nunda bir yere gizlemiştik. Gece çıkan fırtınada dalgalar kayığın ipini koparmış ve denize sürüklemişti. Ruslar sabahleyin kayığı bulmuşlar ve 16 subayın da yerlerinde bulunmadığını öğrenmişlerdi. Rus askeri yetkililer, Adadaki esir subaylardan on altsının gece kaçmaya çalşırken, çıkan fırtınada kayığın alabora olarak hepsinin öldüğüne kanaat getirmişlerdi. Ertesi gün yayınlanan Rusça gazeteler bu haberi büyük bir sevinçle okuyucularına duyuruyorlardı. Bu gazeteler, Nargin Adasından kaçmaya çalışan Türk esirlerinin, şiddetli fırtınada denizde batarak öldüklerini ve kayıklarının Hazar Denizinde içi boş olarak ele geçirildiğini yazmışlardı. Halbuki Türk esir kardeşlerimiz, o günelrde Cemiyet-i hayriye’ye ait olan İsmailiye binasında gizleniyorlardı.”
1918 yılında Kars’ta kurulan Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti Hükümeti’nin Dış İşleri Bakanı ve I. TBMM’de Kars Milletvekili olarak görev yapan Sarıkamışlı Fahrettin Erdoğan’ın, verdiği mücadeleleri ve Rusya’daki esaret yıllarını anlatan çok güzel bir kitabı vardır, adı: “Türk İllerinde Hatıralarım”dır. Fahrettin Erdoğan’ın anılarında Nargin de anlatılmaktadır:
“Türkistan'ı karış karış gezip dolaştıktan sonra, Hazar kıyısında en son iskele plan Grosnuviski'ye geldik. Burası Lehistan'dan gelen Rus muhacirleriyle dolu idi, herkes açık yerlerde serpilmiş çadırlarda yatıyorlardı. Buradan vapurla ayrılıp 22 saat fırtınalı deniz yolculuğundan sonra Baku'ya çıktık. Musa Nagiyev'in İsmailiye binasındaki misafirhanelerine geldik.
Deniz yolculuğunun sarsıntısı ile rahatsız olduğum için, iki gün misafirhaneden dışarıya çıkmadım. Baku'ya geldiğimizi haber alan Karslı berber Mustafa Efendi ile Yeni Gazili Halit, gelip bizi buldular.
(...) Erzurum'un düşmesinden sonra Rus cephesi Erzincan'a kadar ilerlemiş, burada esir edilen subay ve erleri Sibirya'ya değil; Baku'nun karşısında, Hazar denizinin ortasındaki Nargin adasında esirler kampına topluyorlardı. Her Pazar bu kampta bulunan bu esir subaylar izin alarak muhafızlarla şehri ziyarete geliyorlardı, biz de onları görmek için iskeleye gittik. Halk yığılmış, otomobiller sıralanmış, içinde genç kızlar, yolcuların gelmesini bekliyorlardı. Bu otomobildekilerin kimler olduğunu sordum. Baku milyonerlerinin kızları olduklarını öğrendim. Mesela Topçubaşı Ali Merdan Bey'in, Nagiyev, Tagiyev ve Kuluyovların özel otolarındaki kızları en başta duruyordu. Motorlar yanaştı, esir Türk subayları kıyıya çıktılar, taksiden çıkan kızlar, birer ikişer mevcuduna göre subayları kollarından tutup otomobillerine oturttular. Şehrin her tarafını gezdirttikleri gibi, subayların ve kamptaki arkadaşlarının ihtiyaçlarını mağazalardan alıyorlar ve paraları cemiyet tarafından ödeniyordu. Bunları evlerine götürerek öğle yemeklerini aileleri arasında yedirdikten sonra; tekrar taksilerle aldıkları kıyıya getirip, teslim ediyorlardı. Türk ordusu Baku'ya girinceye kadar bu gelenek her pazar devam etmiş. Baku'da 20 gün kadar kaldıktan sonra bütün cemiyet arkadaşlarıma ve dostlara veda ettikten sonra trenle Tiflis'e geçtik.”
Nargin, Hüsnü Arkan’ın ”Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer” adlı romanında da var. İşte o satırlar: “Derin bir kuyudan güçlükle çıkardığı yeni bir fotoğrafa bakıyor; tifüse yakalandığını hissettiği günün fotoğrafı bu. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor, tahmin de edemiyor; belki iki hafta, belki iki ay, belki de iki yıl. Fotoğrafta Nargin adası görünüyor; çileli bir yolculuktan sonra sığındıkları, Hazar’ın gök gürültüsüne benzer seslerle kıyılarını dövdüğü ürkütücü, lanetlenmiş yer. Kayalıkların ortasında büyük taş binanın, ahşap kulübelerin dışında hiçbir şey yok. Bakû, uzakta karanlık bir serap. Dalga dalga gelen rüzgârların içinde bazen soluk bir ışık halinde beliriyor. Tipi, barakaların duvarlarını yıkacakmış gibi yükleniyor. Tavandaki petrol lambaları uyumlu bir dansla titreyerek rüzgârın müziğine eşlik ediyor, sallanıyorlar. Bir türlü bitmeyen, aylar süren yolculuğun görüntülerini aydınlatıyorlar.
(...) Sabaha karşı şehre girdiklerinde Bakû uyuyordu. Ayak sesleri sokaklarda bir düş gibi yankılandı, inilti halini aldı; limanda bekleyen Kazak birliğinin söylediği şarkılara karıştı. Sonra, suyun üstünde duruyor olmaktan başka niteliği olmayan bir yük gemisine binip Nargin adasına çıktılar.
Ada çıplak. Ne Ruslar, ne Azeriler; hiçbir güç giydirememiş onu. Dalgaların, rüzgârların ortasında bilincini yitirmiş bir meczup gibi duruyor. Bazen de ağlamaklı bir sessizliğe bürünüyor”. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, “Gönül Hanım” adlı romanında, Hazar’da bir adadan ve Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi adlı bir esirden söz ediyor. Müftüoğlu’nun dediği ada da muhtemelen Nargin’dir: “Eylül 1917. Esir subaylar karargâhından arkadaşları adına alışveriş için Krasnoyarsk (Kızılyar) kasabasına kadar gitmek nöbeti, bu hafta Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi’nindi. Bu genç subay, harbin başında, ekibindeki bir çavuş ve birkaç erden oluşan keşif kolu ile beraber geceleyin yanlışlıkla düşman mevzilerine sokulduğundan, geri çekilme yolu kesilerek dizinden yaralanmış ve arkadaşlarıyla birlikte Ruslara esir düşmüştü. Önce Kafkasya’da, Hazar Denizi’nde ıssız bir adada, ondan sonra Ural’ın doğusunda, İrbit şehrinde bir süre tutuklu kaldıktan sonra Sibirya’da Krasnoyarsk’ın kuzeyindeki ‘Grodok’ denilen bu savaş karargâhına getirilmişti.”
KAYYUM DAYI’NIN ADASI HANGİSİYDİ ACABA?
Cazim Gürbüz’ün “Heriflik Madalyası” adlı öyküsünde ise, Rusya’da esir kalmış Kayyum Dayı’nın Hazar’daki bir adaya ilişkin anıları var:
“Kayyum Dayı, o günlerini yaşamdan saymaz gibiydi. Anılarıyla avunuyor ve övünüyor, hep geçmişten söz ediyordu.
Söz ediyordu da kim dinliyordu? Benden başka neredeyse hiç kimse. Gördükleri, öğrendikleri, çektikleri, sevdikleri, nefret ettikleri, unutamadıkları... Bütün bu çetin aşama ve sınavlar, askerlik ve tutsaklığın getirdikleriydi. Kazanım sayardı bunları kimi zaman; kimi zaman da talihsizlik... Anlattıklarını ilgiyle dinleyip çocuk belleğime depoladığımı seziyordu ki; bıkmadan, ayrıntısıyla ve ballandıra ballandıra anlatıyordu: ‘Moskova'ya bir ırmak girer oğul, olanca suyunu evlere alırlar, yiter, biter koca ırmak. Sonra bir bakarsın ki şehrin öte başından çıkmış gidiyor aynı su. Bu Rus'un işine akıl, sır ermez oğul.’
-Ruslar sizi tutsak alınca ne yaptılar Kayyum Dayı?
Azerbaycan Yazıcılar Birliği Başkanı Anar Rıza, “Bir Fırsat Bulsam” adlı romanında Hazar’ı ve Nargin’i böyle anlatmış.
İldeniz Kurtulan’ın kahramanı, plan yapadursun, Nargin’den bir Türk, Azerbaycanlılar’ın yardımıyla yüzerek kurtulmuş bile. http://bloving.blogcu.com adlı web sitesinde bu kaçışın öyküsü şöyle anlatılıyor:
“Bu yazımızda, Türk havacılık tarihinin en büyük insanlarından biri olan "Vecihi Hürkuş"un, teknoloji, gelişim ve havacılık adına yaptığı, yapmaya çalıştığı çalışmalarını "İrfan Özfatura' nın kaleminden okuyacağız. Türk insanının neler başarabileceğinin bir örneği olan Vehici Hürkuş, gerek yaşamı, gerekse yaşamında karşılaştığı engeller karşısında ki azmiyle hepimize örnek olası bir insandır... Vecihi Hürkuş, İstanbul, Arnavutköy’de doğan bir yalı çocuğudur. Henüz üç yaşında iken babası Müfettiş Fahim Bey’i kaybeder. Annesi Vidinli Zeliha Hanım ona hem annelik hem babalık yapar. Bir süre Harbiye’de eskrim ve resim dersleri veren amcası Şekür Bey’in yanında yaşar sonra Üsküdar’a taşınırlar.
Vecihi kıpır kıpır bir çocuktur yerinde duramaz. Üsküdar’da Füyuzati Osmaniye Rüştiye’si ve Paşakapısı İdadisi’nde okuduktan sonra Tophane Sanat Okulu’nu tamamlar.
1912’de Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılır ve eniştesinin (Albay Kemal Bey’in) yanında vazife alır. Belki komuta kademesinde de yükselecektir ama o “tayyareci” olmayı arzular. 1. Cihan Harbinde Bağdat cephesinde bir uçak kazası yaşar. Yaralanır ama hızı azalmaz derken Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’nde işin inceliklerini kapar.
Kafkas cephesinde savaştığı günlerde bir Rus uçağını vurur ve bir ilke imza atar. Ancak bir başka hava savaşında tayyaresi isabet alır, sağ salim yere inmeyi başarır, düşman eline geçmesin diye uçağı yakar. Ruslar onu esir alır Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına kapatırlar. Buradan Azerilerin yardımı ile kurtulur ve yüzerek (Arnavutköy çocuğu ya) kaçar. Dile kolay taaa Erzurum’a kadar yürür, Dadaşlar onu üç beş gün ağırlar, sonra İstanbul’a yollarlar.”
Bir gün esir subaylardan on altısını Ada’dan kaçırmıştık. Teşkilata ait kayığı Zığ Burnu’nunda bir yere gizlemiştik. Gece çıkan fırtınada dalgalar kayığın ipini koparmış ve denize sürüklemişti. Ruslar sabahleyin kayığı bulmuşlar ve 16 subayın da yerlerinde bulunmadığını öğrenmişlerdi. Rus askeri yetkililer, Adadaki esir subaylardan on altsının gece kaçmaya çalşırken, çıkan fırtınada kayığın alabora olarak hepsinin öldüğüne kanaat getirmişlerdi. Ertesi gün yayınlanan Rusça gazeteler bu haberi büyük bir sevinçle okuyucularına duyuruyorlardı. Bu gazeteler, Nargin Adasından kaçmaya çalışan Türk esirlerinin, şiddetli fırtınada denizde batarak öldüklerini ve kayıklarının Hazar Denizinde içi boş olarak ele geçirildiğini yazmışlardı. Halbuki Türk esir kardeşlerimiz, o günelrde Cemiyet-i hayriye’ye ait olan İsmailiye binasında gizleniyorlardı.”
1918 yılında Kars’ta kurulan Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti Hükümeti’nin Dış İşleri Bakanı ve I. TBMM’de Kars Milletvekili olarak görev yapan Sarıkamışlı Fahrettin Erdoğan’ın, verdiği mücadeleleri ve Rusya’daki esaret yıllarını anlatan çok güzel bir kitabı vardır, adı: “Türk İllerinde Hatıralarım”dır. Fahrettin Erdoğan’ın anılarında Nargin de anlatılmaktadır:
“Türkistan'ı karış karış gezip dolaştıktan sonra, Hazar kıyısında en son iskele plan Grosnuviski'ye geldik. Burası Lehistan'dan gelen Rus muhacirleriyle dolu idi, herkes açık yerlerde serpilmiş çadırlarda yatıyorlardı. Buradan vapurla ayrılıp 22 saat fırtınalı deniz yolculuğundan sonra Baku'ya çıktık. Musa Nagiyev'in İsmailiye binasındaki misafirhanelerine geldik.
Deniz yolculuğunun sarsıntısı ile rahatsız olduğum için, iki gün misafirhaneden dışarıya çıkmadım. Baku'ya geldiğimizi haber alan Karslı berber Mustafa Efendi ile Yeni Gazili Halit, gelip bizi buldular.
(...) Erzurum'un düşmesinden sonra Rus cephesi Erzincan'a kadar ilerlemiş, burada esir edilen subay ve erleri Sibirya'ya değil; Baku'nun karşısında, Hazar denizinin ortasındaki Nargin adasında esirler kampına topluyorlardı. Her Pazar bu kampta bulunan bu esir subaylar izin alarak muhafızlarla şehri ziyarete geliyorlardı, biz de onları görmek için iskeleye gittik. Halk yığılmış, otomobiller sıralanmış, içinde genç kızlar, yolcuların gelmesini bekliyorlardı. Bu otomobildekilerin kimler olduğunu sordum. Baku milyonerlerinin kızları olduklarını öğrendim. Mesela Topçubaşı Ali Merdan Bey'in, Nagiyev, Tagiyev ve Kuluyovların özel otolarındaki kızları en başta duruyordu. Motorlar yanaştı, esir Türk subayları kıyıya çıktılar, taksiden çıkan kızlar, birer ikişer mevcuduna göre subayları kollarından tutup otomobillerine oturttular. Şehrin her tarafını gezdirttikleri gibi, subayların ve kamptaki arkadaşlarının ihtiyaçlarını mağazalardan alıyorlar ve paraları cemiyet tarafından ödeniyordu. Bunları evlerine götürerek öğle yemeklerini aileleri arasında yedirdikten sonra; tekrar taksilerle aldıkları kıyıya getirip, teslim ediyorlardı. Türk ordusu Baku'ya girinceye kadar bu gelenek her pazar devam etmiş. Baku'da 20 gün kadar kaldıktan sonra bütün cemiyet arkadaşlarıma ve dostlara veda ettikten sonra trenle Tiflis'e geçtik.”
Nargin, Hüsnü Arkan’ın ”Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer” adlı romanında da var. İşte o satırlar: “Derin bir kuyudan güçlükle çıkardığı yeni bir fotoğrafa bakıyor; tifüse yakalandığını hissettiği günün fotoğrafı bu. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor, tahmin de edemiyor; belki iki hafta, belki iki ay, belki de iki yıl. Fotoğrafta Nargin adası görünüyor; çileli bir yolculuktan sonra sığındıkları, Hazar’ın gök gürültüsüne benzer seslerle kıyılarını dövdüğü ürkütücü, lanetlenmiş yer. Kayalıkların ortasında büyük taş binanın, ahşap kulübelerin dışında hiçbir şey yok. Bakû, uzakta karanlık bir serap. Dalga dalga gelen rüzgârların içinde bazen soluk bir ışık halinde beliriyor. Tipi, barakaların duvarlarını yıkacakmış gibi yükleniyor. Tavandaki petrol lambaları uyumlu bir dansla titreyerek rüzgârın müziğine eşlik ediyor, sallanıyorlar. Bir türlü bitmeyen, aylar süren yolculuğun görüntülerini aydınlatıyorlar.
(...) Sabaha karşı şehre girdiklerinde Bakû uyuyordu. Ayak sesleri sokaklarda bir düş gibi yankılandı, inilti halini aldı; limanda bekleyen Kazak birliğinin söylediği şarkılara karıştı. Sonra, suyun üstünde duruyor olmaktan başka niteliği olmayan bir yük gemisine binip Nargin adasına çıktılar.
Ada çıplak. Ne Ruslar, ne Azeriler; hiçbir güç giydirememiş onu. Dalgaların, rüzgârların ortasında bilincini yitirmiş bir meczup gibi duruyor. Bazen de ağlamaklı bir sessizliğe bürünüyor”. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, “Gönül Hanım” adlı romanında, Hazar’da bir adadan ve Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi adlı bir esirden söz ediyor. Müftüoğlu’nun dediği ada da muhtemelen Nargin’dir: “Eylül 1917. Esir subaylar karargâhından arkadaşları adına alışveriş için Krasnoyarsk (Kızılyar) kasabasına kadar gitmek nöbeti, bu hafta Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi’nindi. Bu genç subay, harbin başında, ekibindeki bir çavuş ve birkaç erden oluşan keşif kolu ile beraber geceleyin yanlışlıkla düşman mevzilerine sokulduğundan, geri çekilme yolu kesilerek dizinden yaralanmış ve arkadaşlarıyla birlikte Ruslara esir düşmüştü. Önce Kafkasya’da, Hazar Denizi’nde ıssız bir adada, ondan sonra Ural’ın doğusunda, İrbit şehrinde bir süre tutuklu kaldıktan sonra Sibirya’da Krasnoyarsk’ın kuzeyindeki ‘Grodok’ denilen bu savaş karargâhına getirilmişti.”
KAYYUM DAYI’NIN ADASI HANGİSİYDİ ACABA?
Cazim Gürbüz’ün “Heriflik Madalyası” adlı öyküsünde ise, Rusya’da esir kalmış Kayyum Dayı’nın Hazar’daki bir adaya ilişkin anıları var:
“Kayyum Dayı, o günlerini yaşamdan saymaz gibiydi. Anılarıyla avunuyor ve övünüyor, hep geçmişten söz ediyordu.
Söz ediyordu da kim dinliyordu? Benden başka neredeyse hiç kimse. Gördükleri, öğrendikleri, çektikleri, sevdikleri, nefret ettikleri, unutamadıkları... Bütün bu çetin aşama ve sınavlar, askerlik ve tutsaklığın getirdikleriydi. Kazanım sayardı bunları kimi zaman; kimi zaman da talihsizlik... Anlattıklarını ilgiyle dinleyip çocuk belleğime depoladığımı seziyordu ki; bıkmadan, ayrıntısıyla ve ballandıra ballandıra anlatıyordu: ‘Moskova'ya bir ırmak girer oğul, olanca suyunu evlere alırlar, yiter, biter koca ırmak. Sonra bir bakarsın ki şehrin öte başından çıkmış gidiyor aynı su. Bu Rus'un işine akıl, sır ermez oğul.’
-Ruslar sizi tutsak alınca ne yaptılar Kayyum Dayı?
-Yollarda epeyce zulüm, eza ve cefa gördük. Yolculuk bittikten sonra, çalışmaya başladık, çalışana bir şey demezdi Ruslar.
-Nerede, nasıl çalıştınız? Der demez, upuzun odun ağızlığından derin bir nefes çeker anlatırdı.
-Hazar Denizi'nde bir adaya götürdüler, bir yıl yılan öldürdük. Meret tükenmek bilmedi. Sonra çeşitli şehir ve köylere ailelerin yanlarına dağıttılar bizi. Ben de yüz haneli bir köyde, bir ailenin yanına yerleştim, onların işlerini gördüm. Sahibim, insancıl ve acımaklı bir adamdı. Ortam uygun olunca, kaçmamı o önerdi ve yardım etti bana.”