Ölürüm Türkiyem

Abone Ol
Mondros’un ağır şartlarını kanıyla, canıyla silip atan Türk Milleti bundan böyle önüne çıkacak daha nice zor günleri aşacak ruhtadır. Yeter ki, üzerimize çökmüş olan ölü toprağı bir an evvel atabilecek gücü yeniden kendimizde bulalım.

Türkiye bugün olmuş halen çarpık sosyal değişim süreci yaşıyor. Madem öyle çarpıklığa sebep olan unsurları tespit edip bir an evvel 2023 Yeni Türkiye hedefini gerçekleştirmek gerekir. Aksi halde her an karşılaşacağımız problemlerle baş edemeyebiliriz.

Malumunuz, geçmişte yaşadığımız bir takım ekonomik krizler, ülke gündemine “sistem meselesi” olarak yansımıştı hep. O dönemleri yaşayanlar çok iyi bilir, yaşadığımız o büyük çalkantılı dönemlerin ortaya koyduğu ekonomik bunalımlar karşısında mevcut sistemin çözüm üretmekten aciz kaldığına şahit olduk. Aslında o yıllarda her yaşanan problemin özünde sistemin meseleler karşısında eli kolu bağlı kalışı ve çözüm üretemezliği söz konusuydu,  ama bu pek dillendirilmiyordu. Zaten dillendirilse bir takım mihraklar dillendirenleri hemen rejim düşmanı ilan ederek sindirecekleri muhakkak.

Tarihe şöyle bir göz attığımızda I. ve II. Dünya Savaşları tüm dünyada ekonomik ve sosyal dengeleri bir anda alabora ettiği bir vaka. İşte o alabora oluşun bize etkisi ‘yol vergisi’, ‘ekmek karnesi’ ve ‘gaz kuyruğu’ olarak yansıdı. Neyse ki halk söz konusu ağır ekonomik şartların altından kalkamayan şeflik idaresine karşı tepkisi “Yeter artık söz milletin” şeklinde tezahür etti de bir nebze olsun nefes alabildik. Gerçekten tek partili hayattan çok partili hayata geçmekle milletin üzerindeki ağır baskıların giderek azaldığı görülmüştür. İyi ki de çok partili hayata geçmişiz, Menderes’in tek başına iktidara gelmesiyle birlikte ülkeyi rahatlatan ekonomik ve refah politikaları DP’yi bir anda kitlelerin gözbebeği yapmasına yetmiştir. Nasıl gözbebeği yapmasın ki, Şeflik dönemi adeta ekonomiyi kilitlemiş dış dünyaya el açar duruma getirmişti.

Aman Allah’ım neydi o dönemler, düşünsenize vesikanın yerini tahsis almış, siyasi rekabetin yerini ise düşmanlık almıştı. Baktılar ki, Menderes Türkiye’yi ayağa kaldıracak derhal 27 Mayıs darbesiyle alaşağı edip idam etmişlerdi. Derken her on yılda bir demokrasimiz kesintiye uğratılarak millete ayar çekmeye çalıştılar. Oysa darbe dönemleri bu ülkeye huzur getirmediği gibi kan,  gözyaşı ve sefalet getirmiştir. Maalesef her on yılda bir yapılan darbelerle Türkiye’nin çağ atlama azminin önüne geçilmiştir. Artık geldiğimiz noktada halk jandarma dipçiği ile hizaya getirildiği günleri hatırlamak istemiyor. Zavallı halkımız da ne yapsın,  adamların her on yılda bir ayar çekmeleri karşısında bu kadarı da yetti gayri deyip gereken dersi sandıkta gösterse de, malum karanlık güçler hiç boş durmuyor ki, bir kere her tür cinsten darbe yapmaya alışmışlar. Hatta bu karanlık güçler 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolu tıkama için hala ince ayar çekmek peşindeler. 

Hadi bu ince ayarlamalara alıştığımızı varsaysak ta, toplum olarak geçirdiğimiz bunca sosyal ve ekonomik bunalımlar yetmezmiş gibi birde bunun üstüne köksüzlük denilen tarihten kopmuşluğun ağına düşmüşlüğümüzde bir başka kanayan yaramızdır. Bilhassa yeni kuşaklar tarihi köklerden bihaber yaşamaktalar. Dolayısıyla bu gidişatı durduracak tarihle olan bağlarımızı yeniden inşa etmek mecburiyetimiz var. Madem mecburiyet hissedip ati’ye (geleceğe) kanatlanmak istiyoruz, o halde Tanzimat’tan bugüne yaşadığımız bunca kültürel kodlarımızdan kopuk politikalara ve manevi yozlaşmaya son verip dirilişe geçmek zamanıdır. Bakın, Tanzimat’la başlayan batı hayranlığı kültürel kodlarımızda öyle derin yaralar açtı ki, sonunda Osmanlı hasta yatağa mahkûm kalıp çökmüşte. Gerçekten Tanzimat dönemi bu ülkenin sadece kültürel dokusunu mahvetmemiş aynı zamanda halkla devlet arasında güven bunalımı da doğurmuştur.

Evet, Tanzimat’la başlayan merkez-kenar çelişkisinin en bariz göstergesi tüm yapılmak istenen reformların tabandan değil tavandan gelmesiyle kendini ele verdi. Hakeza Cumhuriyet döneminin birçok aşamasıda surda büyük bir gedik açmıştır. Öyle ki toplum demokratik ülkelerde var olan katılımcı yönetim modeliyle bir türlü yüzleşemedi, hep üst perdede güdülen koyun muamelesine tabi tutulmuştur.  Her neyse,  geçmişte her ne yaşadıysak yaşayalım, şimdi sivil katılımcı politikalar geliştirmek zamanıdır. Şayet gerçek manada sivil katılımcı politikaları geliştirebilirsek  ‘Ölürüm Türkiye’ uğruna Anadolu kilimine işlediğimiz o sevda nakışı daha bir anlam kazanacaktır. Hele o sevda yüreğimizi yakmaya dursun biliniz ki; Türkiye sivil ve katılımcı yönetim modeliyle birlikte 2023 hedefine ulaşacak demektir. Hatta bunun ilk işaretlerini şimdiden görür gibiyiz, baksanıza 2023 Yeni Türkiye’ye ramak kala ilk kez tabandan gelen baş döndürücü büyük değişimlerin yaşandığı gelişmelere şahit oluyoruz. Bilhassa Türkiye'de 2002 yılından bugüne hayatımızın hemen her alanında sivil toplum, sivil katılım, katılımcı demokratik temalardan sık sık söz ediliyor olması 2023 Yeni Türkiye Hedefinin gerçekleşeceği ümidini muştuluyor.  Hele halkımızın her fırsatta oy kullandığı gerek yerel, gerek genel, gerek referandum ve gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tercihini değişimden yana kullanması bu muştuyu taçlandırır da. Belli ki Türk toplumu artık tepeden gelen yönlendirmelere pek oralı olmuyor, daha çok tabanın sesine iştirak eden yöneticilerin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalara itibar etmekte.

Bakın, birçok gelişme halindeki ülkeler ne köylü ne de şehirlidir, ülkemizde öyle. İşte bu yüzdendir ki Türkiye önümüzdeki süreçte hem geleneksel zihni yapısını korumak zorunda, hem de sanayileşmiş bilgi toplumu iş disiplinini gerçekleştirmek durumundadır. Şayet 2023 Yeni Türkiye hedefinde samimiysek bunu yapmaya mecburuz. Peki, o mecburiyetlerimiz nedir derseniz, bir kere şehirli olmanın gereği değişime ayak uydurmak birinci mecburiyetimizdir, diğer yandan köylü olmanın gereği de kültürel değerlerimizi korumakta ikinci mecburiyetimizdir. İşte bu ikili unsuru dengede tutmak lazım gelir ki; 2023 Yeni Türkiye Hedefine emin adımlarla ilerleyebilelim. Malum, köyler statik, şehirler ise sürekli hareket içerisinde değişken bir yapı arz etmekte. İşte bu nedenledir ki her iki yapıyı da harmanlayıp kimlik bunalımına düşmemek gerekir. Düşünsenize bilhassa genç kuşaklar bugün olmuş halen Doğulu mu olayım, Batılı mı olayım, Müslüman mı olayım, Ateist mi olayım arayışı içerisinde habire kıvranıp durmaktalar. Aslında bu arayış kimlik krizinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. Tabii bu arada süper devletlerde bizim bu zaafımızdan istifade kanayan kimlik bunalımı yaramıza birde onlar hemen tuz biber ekerek kültür ihraç etmekteler.

Hadi batıyı anladıkta, peki ya şu yerli işbirlikçilere ne demeli, baksanıza batılılardan daha keskin batıcı kesiliyorlar. Hatta işi gücü bırakmışlar batıcılık konusunda efendilerine şapka çıkartırcasına ülkenin kefenini soymaktalar. Hele bir insan maşa olmaya dursun, bu maşalık kendisiyle sınırlı kalmaz, etrafa da bulaşabiliyor. Nasıl mı? Bir kere bize ait her ne değer varsa ondan söz edeni ya mürteci yaftasıyla damgalayarak, ya da her türlü şantaj ve sindirme yöntemlerle kıstırarak bulaştırıyorlar. Dikkat edin tüm maşalar bu ülkeye ait yerli bir projeden söz etmiyorlar, sanki proje ve patent oluşturmak sadece batı’ya has olguymuş gibi tavır sergilemekteler. İşte bu çarpık mandacı zihniyettir ki, topluma habire ‘Türk insanı sistem üretemez’ algısıyla güvensizlik aşılamaktalar. Onlar aşılaya dursunlar yine de bizler hiçbir algı operasyonun parçası olmadan ve hiçbir yeise kapılmadan 2023 Yeni Türkiye hedefinden milim sapmamak gerekir. Bu vatan bize gökten zembille inmedi, bilakis atalarımızın emanet ettiği cennet vatandır, o halde emanete sahip çıkıp asla yelkenleri indirmemeli. Kaldı ki günümüz Türkiyesinde artık Anadolu’dan sadece eli nasırlı çiftçi yetişmiyor, ufku geniş proje üreten aydınlar ve liderlerde yetişiyor. Hele bu ufku geniş yerli aydın ve yerli liderlerin sayısı daha da çok artsın, bak o zaman bu milletin ayak sesleri tâ okyanus ötesinde yankı bulur da. Zaten tek ümit kaynağımız ‘Kökü mazide âtî olmak’ ülküsünü ilke edinmiş aydınlarımız ve halkına kendini adamış liderlerin gür seda sesidir. İyi ki de ruh kökleriyle barışık aydınlarımız ve halkla hemhal olmuş siyasi liderlerimiz var, birde onlar olmasa vay halimize.

Evet! Dolar ve Euro ile istediğiniz her şey alma imkânımız olabiliyor, Dinarla da petrol almak mümkün. Ama şu da var ki, kaybedilen tarihi hafızayı hiçbir döviz kuru geri alamaz. Hiç kuşkusuz kalkınmanın göstergesi dış ticaret hacmi ve döviz rezervidir. Ancak bunların yanısıra manevi rezervlerin de korunması çok mühimdir. Elbette Türkiye sürekli dışarıya ihracat yapmalı ki çağ atlayabilsin, iç piyasada da üretimi artırmalı ki dışa bağımlılıktan kurtulabilsin, buna asla itirazımız olamaz. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, ihracat ve ithalat dengemiz normal seyrinde seyretmediği zamanlarda yatırım ve üretim hamlemiz alarm verip durma noktasına gelebiliyor. Madem öyle, manevi kalkınmaya da öncelik vermeli. Ki; ekonomik hamlelerimiz modern çağın en üst seviyesine ruh köklerimizle birlikte sıçrayabilsin. Unutmayalım ki, ekonomik göstergelere sadece rakamlar itibar katmaz,  hilesiz hurdasız ticari ilişkilerde itibar katar.  Dolayısıyla iç ve dış piyasada itibar ve güven kazanmak için, maddi ve manevi göstergeleri bir denge içerisinde yürütmekte fayda var. Zaten iç ve dış piyasada güven ve itibar kazanan ülkeye kredi veren çok olur, ama güven vermiyorsa kredi muslukları açılsa da şartları çok ağır olmakta. İşte bir dönem IMF’nin bize dayattığı katı reçeteler bunun en bariz göstergesi. Neyse ki, 2013 yılı itibariyle IMF’ye olan tüm borçlar silindi de bağımlı olmaktan kurtulduk.

Çağımız enerji çağı dersek yeridir. Çünkü enerjinin büyük bir bölümü petrole dayanmaktadır. Ancak uzmanlar ikide bir üstüne basa basa petrol kaynaklarının artık alarm verdiğini, mevcut ham petrol rezervlerin yakın bir zamanda tükeneceğini yönünde görüş belirtmekteler. Anlaşılan o ki; 'Aman petrol can petrol' dedikleri kaynakta geçici, yani son dönemlerini yaşamakta. Hele enerji kaynağı petrol bir tükenmeye dursun yeni medeniyet hamlesinin doğuş sancıları diğer geçirilen sancılardan daha ağır olacaktır. İşte bu yüzden insanlık, daha şimdiden çevrecilerin hamasi çığırtkanlıklarına aldırış etmeksizin nükleer enerjiye can simidi gözüyle bakmakta... Nitekim dünyada pek çok ülkede nükleer enerji santrallerin artış kaydetmesi bunu teyit ediyor. Hatta çevreci örgütlerin enerji santrallerin yapımında bir takım engelleme girişimlerine rağmen bu yönde çalışmalar hız kesmezde. Bu demektir ki, yakın gelecekte nükleer enerji çağın ihtiyaçlarını karşılayacak en önemli etken can suyu olmanın ötesinde ileride petrole dayalı otomotiv ve kimya sanayini hurda haline dönüştürecek gibi. Madem öyle Türkiye nükleer enerji alanında eli kolu bağlı kalamaz, bilakis nükleer enerji çalışmalarında bizde varız deyip bu piyasada yerini almalı. Zira nükleer enerji süper güçlerin ihtiyacı olduğu kadar bizimde ihtiyacımız. Şayet bu yarışta üçüncü dünya ülkesi olarak kalmak istemiyorsak buna mecburuz. Ancak başta dedik ya, kültürel dokularımıza her hangi bir ziyan getirmeksizin bu hamleleri gerçekleştirmeli.  Her ne kadar teknolojik gelişmeler sosyal dokuda derin yaralar açsa da, bu demek değildir ki, kültür politikaları rafa kaldırılsın. Rafa kaldırıldığında biliniz ki; bizim konumda olan pek çok ülkenin sosyal yapısı değişim rüzgârlarının etkisiyle savrulup kültürel yozlaşmaya gebe kalması kaçınılmazdır. Evet, kültürel yozlaşma can evimizden vurabiliyor, asla ihmale gelmez, neydip edip 2023 Yeni Türkiye hedefine ilerlerken devlet ve millet dayanışmasıyla birlikte kültürel değerlerimizi korumaya almalı. Şu bir gerçek; kültür alanında değişme toplumu değiştirirken, toplum içerisinde vuku bulan bir takım sosyal değişmelerde kültürü değiştirmektedir. Zaten her alanda değişim kaçınılmazdır, ancak değişim süreci kendi kulvarında yoluna devam ederken bu arada hem maddi hem manevi kalkınmayı da bir denge planı içerisinde yürütmek gerekir. Ki, değişim süreci yaşanırken kimlik krizi bunalıma düşmeyelim.

Peki ya demokratik alanda değişim sürecimiz?  Hiç kuşkusuz günümüz dünyasında hızına yetişmediğimiz katılımcı modeller karşısında hepten de boş sayılmayız, bilakis Türk toplumu geldiği noktada dünden farklı olarak sivil toplum ve sivil katılım gibi söylemlerden söz edebiliyor. Hatta söz etmekle kalmayıp dünün tekrarcısı konuma düşmemek adına gerektiğinde yeniliklerin devamından yana tavır koyabiliyoruz. İyi ki de böyle bir iklim oluşmuş durumda,  nitekim tabandan gelen büyük dönüşüm arzusu Türkiyeyi ayağa kaldıracak pek çok projelerin uygulama şansını çok daha kolay kılacak cinsten arzudur. Evet, halkımız eskisi gibi sadece tarım toplumunun refleksleriyle hareket etmiyor, gerektiğinde 2023 Yeni Türkiye hedefine yönelik bilgi toplumu refleksleriyle de hareket etmekte. Aslında bu oluşan arzunun üzerine bir de Türkiye’yi yönetmeye talip olanlar tabanın sesini fırsat bilip canhıraş kalkınma seferberliği bir ruh haliyle çalışmaya bir koyulsalar var ya, bak o zaman 2023 Yeni Türkiye hedefi bir rüya değil, hakikat olacaktır. Ancak şu da var ki nasıl ki bu güne dek ‘Ölürüm Türkiye’ uğruna canla başla girişilen her kalkınma hamlesi sancılı geçmişse muhtemeldir ki bundan sonra ki 2023 Yeni Türkiye Hedefi aşamaları da sancılı geçecektir. Malum, çok partili hayattan bugüne kalkınma evrelerinin birçok safhasında sıtmaya tutulduğumuzda hedeflerimizden sapma yaşadığımız bir sır değil. Dolayısıyla bu kez sıtmaya tutulmadan işi daha da bir sıkı tutup 2023 Yeni Türkiye hedefinden şaşmadan hem tarım sektöründe hem sanayide hem de bilgi sektörü alanında hamle üzerine hamleler kaydetmemiz lazım gelir. Şayet ülkemiz modern çağın en üst seviyesine giden yolda her sıçrayış hamle aşamalarını haramilere kaptırmadan gerçekleştirebilirse hiç kuşkunuz olmasın ‘Aydınlık Türkiye’ bizim olacaktır. Ama unutmayalım ki, bilgi çağına erişmek yolunda aşama kaydettikçe geniş halk kitlelerini idare etmek çok daha zor olacaktır. Olsun önemi yok, yeter ki içimizde o bitip tükenmek bilmeyen ‘Canlar Cananı Ölürüm Türkiye Sevdası’ sönmesin bak o zaman nice aşılmaz sanılan engellerin bir çırpıda aşılacağı görülecektir. Evet, bizde biliyoruz her ilerleyiş aynı zamanda yeni zorluklarla yüzleşmek demektir. Dedik ya, hiç önemi yok, yeter ki 2023 Yeni Türkiye kararlılığımızdan milim sapmayalım evvel Allah her zorluğun üstesinden gelmek an meselesidir. Zaten bu noktada bu milletin bağrından çıkmış yerli idarecilere pes etmemek yaraşırken, idare edilenler olarak bize de, Allah böyle idarecileri başımızdan eksik etmesin diye dua etmek düşer. Dua edelim ki,  pembe şafaklar belki yarın, belki yarından da çok daha yakın olsun.

Bilindiği üzere Cumhuriyetin ilan edildiği ilk yıllarda petrol yoksunu ülke olmamız hasebiyle tarımda traktör kullanmak bizim için lüks bir araç sayılırdı. İlginçtir o dönemlerde hayvan pulluğu ve tapan bizim neyimize yetmiyor diyen yöneticiler de vardı. Dilin kemiği yok ya, nasıl olsa o yıllarda tarım toplumu içerisinde köylülük ve geleneksel öğeler ağırlıklı bir değer taşıdığından kaderine razı bir halkı yönetme noktasında icraat sergilemeyip ahkâm kesmek kolay bir yönetim anlayışı olsa gerek. Değim yerindeyse böyle bir hal vaziyet içerisinde bol keseden ahkâm kesmenin iş sayılması gayet tabiidir. Ama ne zaman ki çok partili döneme girip aktif nüfus içinde çalışan kesimin ağırlığı enselerinde hissetmeye başlandı işte o gün bugündür Türkiye’yi idare etme yolunda bol keseden ahkâm kesmelerin hiçbir esprisi kalmadı.

Evet, tek partili Türkiye’de “Bu yıl yağmur yağarsa ekinlerimiz, ürünlerimiz bol olacak” türünden kaderci bir anlayış egemen olurken, çok partili dönemin safhalarında ise sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, demokratik yönetim ve kâra katılma gibi bir dizi konular egemen anlayış olmuştur. Şimdi gelinen noktada hiçbir yönetici yan gel yat keyfine bak diyemez. Hele toplam çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin sayısı her geçen attıkça, nasıl yan gelip yatılabilir ki, önlerine çıkan bu yeni tablo idarecilerimizi kara kara düşündürmüş bile. Kaldı ki her geçen gün gelir dağılımındaki dengesizlikler gündemde yer aldıkça sırça köşklerde kuş tüyü yataklarında mışıl mışıl uyuyan kelli felli idarecilerimizin eskisi kadar rahat uyumadıkları gözlemlenmiştir. Nasıl uyku tutsun ki,  bu işin sonunda sandıktan çıkamamak korkusu da var. İşte bu sandık endişesidir ki; seçim meydanları bir yandan millete sırtını dayanan yerli siyasiler ve diğer yandan da sırtını dış güçler ile baronlara dayayan siyasiler arasında kıyasıya mücadeleye sahne olmuştur. İşte bu kıyasıya seçim maratonları içerisinde kimi zaman toplum rahat nefes alsa da, kimi zamanda topluma bedeli çok ağır fatura olarak yansır da. Nitekim bu bedel ödemeyi kimi zaman 27 Mayıs darbesinde, kimi zaman 12 Mart Muhtırasında, kimi zaman 12 Eylül Darbesinde, kimi zaman 28 Şubat Postmodern Darbede, kimi zaman da daha yeni kıl payı tehlikenin eşiğinden döndüğümüz 17-25 Aralık Paralel ihanet Çetesi Darbe girişimi rezaletinde yaşadık. Neyse ki bu tür bedel ödemelerle canı yanan toplum, bir daha canı yanmamak üzere 2015 Kasımı sabahı seçim sandığına gittiğinde istikrardan yana oy kullanmasını bilmiştir. Böylece halk ‘Tek başına İş başına’ demiştir. Zaten halk bunca acı tecrübeler yaşadıktan sonra ufkunu 2023 Yeni Türkiye Hedefine çevirmesinde başka kim çevirsin ki. Evet, halkımız yapacağının en güzelini yapıp 2023 Yeni Türkiye Hedefine ışık yaktı da. Zira ileride sanayileşmesini tamamlamış bilgi toplumu olduğumuzda sosyal adalet, hakça paylaşım gibi konular çok daha öncelikli ‘Memleket Meselemiz’ olacağı içindir tez elden bu ışığı yakma ihtiyacı duymuştur. Ancak bu ihtiyaç hissi içerisinde ileride sanayisini tamamlamış bilgi toplum olduğumuzda bizim memleket davamız kapitalist, komünist ve faşist memleket uygulamalarından farklı olmalıdır. Şöyle ki, kapitalizmde üretim araçları sözde bireylere aittir, ama uygulamaya baktığımızda üretimin birkaç patron ve tekelci sermayedarın insafına terk edildiğini görürüz. Komünizmde üretim araçları güya işçi sınıfının denilip, uygulamaya baktığımızda birkaç politbüro ve parti yöneticilerinin inisiyatifine terk edildiği görülür. İşte bizim tüm bu ideolojik memleketlerde (ülkelerde) gördüğümüz uygulamaları kendi halkımızda şimdiden görür gibi. Yani görülen o ki, kapitalizmde sermaye sahipleri ekonomik pastadan büyük pay kaparken, komünizmde de büyük oranda politbüro üyesi parti bürokratları pay kapmakta, halk ise kuyrukta bekleyen konumdadır. Madem öyle, bilgi çağına ilerlerken tüm yedi düvele karşı farkımızı fark ettirip sivil-katılımcı, yani hakça ve adil paylaşımdan yana bir model ortaya koymak gerektir. Öyle ki farkımızı fark ettirecek ortaya koyacağımız bu milli modelde hem devlet, hem fert, hem de millet ekonomik pastanın pay sahibi olacaktır. Dahası her bir sektör ekonomik faaliyetlere katıldığı ölçüde üretim araçlarına sahibi olur da. Bir başka ifadeyle kamu-özel ve millet sektörü diyebileceğimiz bu üçlü sektör üretim faaliyetlerinde birbirinin kuyusunu kazan değil, tam aksine 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolda hep birlikte nimet ve külfette bir olacak, diri olacak, iri olacak şekilde ekonomiye dinamizm kazandıracak dinamolar olacaktır. Zaten bir olunca, iri olunca, diri olunca “Hep Birlikte Güçlü Türkiye” olacağımız muhakkak.

Bakınız dünyada hangi ülke olursa olsun ekonomik bakımdan sanayileşmiş bilgi toplumu seviyesine eriştiğinde sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerin o ülke üzerinde etkisini yitirip yerini uzlaşmaya terk ettiği görülmüştür. İşte bu noktada ülkemiz daha tam manasıyla sanayileşmiş bilgi toplumu seviyesine erişemediği içindir kimi zaman PKK, kimi zaman DAİŞ, kimi zaman DHKP-C gibi anti şehir oluşumların engellemelerine maruz kalabiliyor. Dolayısıyla bu tür barikatlardan kurtulmamız için mutlaka sanayileşmiş bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerlememiz şart. Bilhassa 2023 Yeni Türkiye ufkuna giden yolda önümüze çıkacak her türlü barikatı bir şekilde aşmamızda icap eder. Tabii bu barikatları aşma sürecinde içimizde bir takım işbirlikçiler sırtını Kandile, Tel Aviv’e, Baronlara dayayanlar olacaktır, onların aramızda dolaşması kaçınılmazdır. Dedik ya, her ne olursa olsun bizi yolumuzdan alıkoyacak haramilerin engellemelerinden yılmaksızın sırtımızı Allah’a ve millete dayamak suretiyle ölümüne de olsa 2023 Yeni Türkiye Hedefine ulaşmak gerek. Hele şükür ki; 2002 sonrası Türkiye, 2002 öncesinden devr aldığı kişi başına düşen 2000 dolar milli gelir hâsılayı şuan geldiği noktada 10.000 dolarlara çıkarabilmiştir. Madem öyle şimdi ulaştığımız bu milli gelir hâsılayı geniş halk kitlelerine hakça ve adil paylaştırmaktan söz etmek zamanıdır. Şayet sosyal ve refah devleti olmak gibi bir derdimiz varsa, söz etmeye mecburuz. Aksi halde toplum içerisinde normsuzluklar had safhaya ulaşıp kimlik bunalımı kaçınılmaz olacaktır. Hiç kuşkusuz üretim yapmak, ticaret yapıp para kazanmak kayda değer faaliyetlerdir, ama tüm bu faaliyetlerin yanı sıra dünya malını hakça ve adil paylaştırıp taçlandırmak çok daha mühim hadise.

Malum olduğu üzere üretim ile tüketim arasındaki dengesizlikler ciddi anlamda sosyal-siyasi krizlere yol açabiliyor. Mesela dünyada tarım ürünlerine olan taleb artış sebebi kimi ülkelerin kıt kaynaklara sahip olmasından kaynaklanan beslenme yetersizliğidir. Madem dünyada tarım ürünlerine büyük ihtiyaç var, o halde üç yanımız denizlerle çevrili şu güzelim cennet vatanımızda tarımsal üretimi bin kat daha artırmamız önem arz etmektedir. İşte bu noktada ‘peki ne yapabiliriz’ sorusu akla gelip çözüm noktasında şu iki temel husus hepimizi kamçılamış gözüküyor. Malum çözümün birinci ön ayağı sulama, ikinci ayağı da teknolojik tarımsal donanımdır. Zira bu anlamda GAP topyekûn tam üniteleriyle devreye girdiğinde Harran ovası tamamen sulanabilecek düzeye gelebilecek, ayrıca enerji üretimi büyük oranda artacaktır. Değim yerindeyse o gün gelip çattığında GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) Çukurova’dan sonra ikinci petrol gücüne eş tarım gücümüz olacaktır. Hakeza KAP (Konya Anadolu Projesi), DAP (Doğu Anadolu Projesi) ve ÇAP (Çoruh Anadolu Projesi)’da belli bir proje kapsamında hayata geçtiğinde devasa tarım ve enerji havzası Türkiye tablosuyla karşılaşacağız demektir. Tabii bu da yetmez, tüm bunların yanı sıra Türkiye’nin dış ticarette de yoğunlaşması gerekir. Belki de bunlardan çok daha mühim olanı kalkınma yolunda Türkiye’nin nimet ve külfet dengesini adaletli bir şekilde hal yoluna koyması gerektiğidir. Hal yoluna koymalı ki, iç tüketimi azaltıp tasarrufa yönelebilelim, yani israf ekonomisinden verim ekonomisine geçebilelim. Aksi halde Allah korusun 2023 Yeni Türkiye Hedefimiz zayi olabilir. Mutlaka neydip edip ölümüne de olsa tüm mazlum milletlerin ümidi Türkiye’yi ayağa kaldırmak gerek. İşte bu hedefin gerçekleşmesi ancak içte adil paylaşımı sağlayıp dışta da ihracat rekorları kırmaktan geçmekte..

Bakın, daha düne kadar ağırlıklı olarak köylü toplumuyduk, artık ülkemiz şehirli olmayla birlikle birlikte kitle toplumu haline geliyor. Yani cemaat’ten cemiyet’e geçiyoruz, dahası küreselleşiyoruz. Yeter ki o içimizde volkan misali kaynayan ‘Uğruna Baş Koymuşum Türkiye Aşkı’ sönmesin evvel Allah’ın izniyle aşamayacağımız hiçbir engel kalmayacaktır.

Evet, artık kitlelerle beraber yürünen bir çağın eşiğindeyiz. Çağımızda artık siyaset kitleler beraber yürüyor. Bu yürüyüş aynı zamanda bize Allah Resulü’nün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağı hatırlatıyor. Ümidimiz odur ki; insanlığa, tıpkı Veda Haccı’nda olduğu gibi yönetenlerin doğrudan doğruya yönetilenlere Kusvâ adlı devenin üzerinde seslendiği bir çağın bir benzerini yaşatmak bu necip millete nasip olsun. Sanki şu an geldiğimiz noktada halkla devlet arasında uçurumun git gide kapanmaya yüz tutması bu ümidi veriyor zaten. Kelimenin tam anlamıyla Habeşli kölenin İslam’la müşerref olmasıyla birlikte hukuki hüviyet kazandığı bir dönemde yaşar gibiyiz. Baksanıza Türkiye’yi Haliçteki Simonlar yönetmiyor,  artık Anadolu çocukları yönetiyor. Halkın seçtiği Başbakan ve halkın seçtiği Cumhurbaşkanı şu an iş başında bile.

Aslında uzun bir fetret döneminden sonra yaşanan bu güzel değişim tablosuna yabancı değiliz, tarihi geçmişimizde bağrımızda taşıdığımız yediden yetmişe herkese güzellikler yaşatmış milletiz. Nasıl mı? İşte Osman Gazi’nin idare edilenlerle birlikte kurultay yapıp, Şeyh Edebali’nin himmet ve duasıyla toyuyla birlikte adil bir yönetim ortaya koymuş ta. Madem ceddimiz kuruluşta böylesi saf ve duru bir mayayla toy halden çağ atlayıp Nizam-ı âlem olmuşsa,   aynen öyle de 2023’ü çağlar üzerinde sıçrama hedefi edinmiş bir Türkiye’nin de geniş halk kitlelerle birlikte katılımcı ruh hamlesiyle yeniden nizam-ı âlem olması kaçınılmazdır. Neden olmasın ki, kitleler zaten en son 2015 Kasım’da yedi düvele karşı sandıkta kullandığı oyla “Hep Birlikte Türkiye’yiz" fermanıyla 2013 Yeni Türkiye yönetiminde bizde varız demiş durumda.

Besbelli ki fikirleri iktidara getirmenin yolu siyasetten geçmektedir. Hele 2023’ü kendine baz alıp hedef edinmiş bir Türkiye’de kalıcı siyaset yapmak, ancak toplumdaki değişmelere ayak uydurmakla mümkün. İşte bu noktada toplum taleplerine göre şekil alan uygulamalar devreye girdiğinde gerçekten de yönetilenlerle yöneticiler arasında derin uçurumların bir anda ortadan kalkacağı muhakkak. Nitekim 2002’den bugüne toplumla hemhal olmanın getirdiği avantajla gerek askeri vesayet, gerekse yargı vesayeti, gerekse paralel vesayet türü tüm vesayet yapılanmalarının ortadan kalkabilmiştir. Hiç kuşkusuz 2002 öncesi Türkiye’de siyasetin tıkanma nedeni bir takım siyasilerin toplumdan gelen değişim istekleri karşısında duyarsız kalmanın ötesinde kendilerini vesayetin emrine amade kılmış olmalarıdır. Aman Allah’ım neydi o günler. Maalesef o kâbus dolu yıllarda politika bezirgânları lafa geldi mi mangalda kül bırakmazlardı, ama uygulama alanına girdiklerinde içi boş vesayetin emrinde politikacı oldukları görülmüştür. Öyle ki toplumun değişimden yana ortaya koydukları talepler hep havada kalmış, habire masalcı ve destanî nutuklarla işi geçiştirmişlerdir. Asla gerçek manada bir siyaset üretemediler.  Bilhassa ekonomik, sosyal ve kültürel meseleleri yüzeysel olarak değerlendirip özden uzak, hep ucuz ve polemiğe kaçan bir politika izlemişlerdir. Oysa siyaset toplumu idare etme sanatıdır. Dahası siyaset sosyal değişime müspet anlamda katkı yaptığı ölçüde bir anlam içerir. Aksi halde sanattan değil siyasi kirlilikten söz ederiz. Dolayısıyla siyaset toplumdaki bu hızlı değişmeyi göz ardı edemez. Siyaset toplumla hemhal olmalı ki, demokratik katılım gerçekleşebilsin. Hatta siyaset toplum taleplerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak çözümler üretmeli ki toplumun sesi sayılan sivil toplum kuruluşlarıyla barışık kalabilsin. Kelimenin tam anlamıyla sivil toplum kuruluşları toplumun sesi anlamında katılımcı demokrasiye güç katan sacayaklarımızdır. Madem öyle, sivil toplum kuruluşların demokratik hukuk ortamda teşkilatlanmalarına destek vermek gerek. Zaten sivil güçlerine varlığını kabullenmemek demokrasi konusunda samimiyet testinden geçmediğimizi gösterir, bizden demesi.

Vesselam.