Sarı saçlarını deli gönlüme / Bağlamışım çözülmüyor Mihriban / Ayrılıktan zor belleme ölümü / Görmeyince sezilmiyor Mihriban / Sevdiğim Mihriban…
Evet, aşka hudut çizilmiyor. O öyle bir aşk ki; Mecnun 'Leyla Leyla' diye çöle düştüğünde Leyla’sında ilahi aşkı bulduran, Necip Fazıl'a aynaya baktığında Abdülhakim Arvasi'yi hatırlatan, Muhsin Yazıcıoğlu'na Yusuf iye’de 'Üşüyorum' dedirten, Abdurrahim Karakoç'a; Mihriban’a olan duyduğu tutku selinin lambada titreyen alevin bile üşüdüğünü hissettiren bir aşktır.
Üşümeden söz ederken ister istemez iki gönül insanı hatırlarız. Bunlardan biri Muhsin Yazıcıoğlu, diğeri Abdurrahim Karakoçtur. Malumunuz vefatının 80 yıl öncesin de Abdurrahim Karakoç'u bağrından çıkaran Maraş, 2009 Martın o en soğuk kışında ise karla kaplı Keş dağlarında Muhsin Yazıcıoğlu'nu sinesine almıştır. Böylece Kahramanmaraş Karakoç’a doğum toprağı, Muhsin Başkana vuslata ermek istediği beyaz gelinlik olmuş. Anlaşılan Maraş, daha nice yıllar Abdurrahim Karakoç ve Muhsin Başkan gibi gönül insanlarına hem doğum muştusu, hem de vuslat mekânı olarak adından daha çok söz ettirecek gibi.
İyi ki de Karakoç; Muhsin Başkan'ın ellerini açıp “Üşüyorum! Sana ulaşmak istiyorum” diyerek ruhunu teslim ettiği lambada titreyen alevin üşüdüğü bu topraklarda doğmuş. Böylece onun doğuşuyla sevdiğine bir çift sözü olan her delikanlı aşkını Mihriban’ca nasıl dile getirilebileceğini gönlüne işlemiş oldu. Bu yüzden gönlünü Mihriban'la diri tutanların sevgisi bir bambaşkadır bu topraklarda. Her şeyden öte sevgi iksiri delikanlıcadır buralarda. Anadolu insanı hele bir sevmeye dursun, sevdiğinde; Görmeyince sezilmeyen bir aşka tutulur. Kelimenin tam anlamıyla sevdi mi tam sever. Şayet söz konusu seven, delikanlı çağında gözü kara Abdurrahim Karakoç ise elinden kalemi düşürüp kâğıda yazamayacak kadar aklı şaşar hal alır bu aşkta.
Derken her nesnenin sonu olduğu, sadece aşkın hudut tanımayan ahrete uzanan halkasında Mihriban’ımsın aşkın varlığını anlarız. Bu aşk kimi zaman Mecnunda olduğu gibi çöle düşürür, kimi zaman Ferhat'a dağı deldirir, kimi zaman Muhsin Başkana fırıldak dünyadan soğutup alınan nefesin son anına kadar Allah'a ulaşmak arzusunu yaşatır, kimi zaman da Karakoç’a geçmişinde ki Mihriban’ı hatırlatıp olgunluk döneminde “Hak yol İslam yazacağız” hissini verir. Kelimenin tam anlamıyla Tabiplerin bile çare bulamadığı her gönülde yatan aşk kilimi ile karşılaşırız.
Şurası muhakkak nerede bir dava adamından, bir fikir adamından ve bilge insandan bahsediliyorsa biliniz ki böyle şahsiyetlerin hamurunda aşk mayası vardır. Aşk olmayınca gerçek manada ne dava adamı, ne fikir adamı, ne bilge insan, ne de siyaset adamı çıkar. Dolayısıyla yüreği aşkla yoğrulanların hayatları çile ile yoğrulur. Aynı zamanda büyük dava adamları, fikir adamları, büyük deha şahsiyetler gönlünü Mihriban aşkıyla sulamadan yola revan olmazlar. Karakoç'ta bunlardan biri olup “Kuşların göz bebeğine Hak yol İslam yazacak” kadar yola revan olabilmiştir. Hatta bu yola kendini öyle vermiş ki aşk kâğıda dökülemez deyip kendinden geçebilmiştir.
Malum olduğu üzere Karakoç; 12 Eylül öncesi Türkiye'nin üzerinde leş kargaların üşüştüğü hengâmede milletin bağrından çıkan gençliğin ruhuna şiirleriyle tercüman olan bir ağabeyimizdi. Bir zamanlar O, ülkü yolu gençliğinin meydanlarda “ Kanımız aksa da zafer İslam’ındır” çağrısına karşılık “Hak yol İslam yazacağız” diyebilen yüreğimizdi.
O soyadına yakışır bir yandan dağ, taş, âlemde her ne varsa “Hak yol İslam yazacağız” deyip Karakoç olabilirken, öte yandan Allah’ın rahim sıfatının tecellisi Abdurrahim adıyla da merhamet abidesine bürünüp Mihribanlaşabiliyordu. Hatta bu manada oğluna ‘Türk İslam’ ismini veren bir babadır. Zaten onun şiirlerini okuyan hem Yavuz, hem de Yunus yönünü fark ediverir bir anda. Hele onu bir görseniz normal halk insanından biri sanırsınız. Sakın ola ki şiirleriyle kitleleri coşturan böyle bir insan nasıl vasat bir kişiliğe bürünüyor demeyin. Oysa o oğluna “Ben nerede ölürsem orada defnedin, memleketimin dört bir yanı Müslüman’dır” diyebilen ruh iklimine sahip Türkiye sevdası bir insandır. Bu yüzden o yaşadığımız coğrafyada hep Anadolu ruhuyla yaşadı. Hatta yaşamakla kalmayıp dünyanın o aldatıcı şaşaasını elinin tersiyle itip Anadoluca kalmayı bilen bizden biridir. Onun için ön planda görünmeyip, arka planda halk gibi kalmayı yeğledi. Ona da o yakışırdı zaten. Şöhretin afet olduğunu düşünmüş olsa gerek ki sade bir hayat yaşamaktan yüksünmemiştir. Zira ekranlara çıkıp boy göstermek tabiatına hep aykırı bulurdu. Ancak bir iki rica minnet, hatıra binaen birkaç programda onu görmek mümkün olabiliyordu.
Tıpkı aşkın kâğıda dökülemeyeceği gibi, sansarların sanatçı, şebeklerin dahi ilan edildiği günümüzün o aldatıcı övgü dolu, riya kokan medyatik ortamlardan uzak kalıp, ünlü bir şiir dehası olarak kendini ifşa etmemiştir. Nitekim çoğu insan Musa Eroğlu'nun besteleyip ve diğer sanatçıların da seslendirdiği Mihriban’ı yazan şairin Abdurrahim Karakoç olduğundan bihaberdi. Sadece bestelenen Mihriban mı? Elbette ki hayır. Ayrıca Hasan Sağındık'ın bestelediği Abdurrahim Karakoç'a ait şiirler vardır. İşte bestelenen şiirlerden bazıları şunlardır: “Beşinci Mevsim, İsmailce, Geç anladım, Kimin Dünyası, Kıyas, Sevgi yetmiyor, Hazır ol, Siyah Ağıt, Canımız Kurban, Otuz Yıl Önce, Bebeğe İhtar, Bağışla Beni, Soylu Bir Destan, Seni Düşünürüm, Dosta Doğru, Seni Aradım, Aynaların Ötesi, Gönlümdeki Gurbet, İsyanlı Sükût, Anadolu Gezisi, Dün Gece vs.”
Gördüğünüz gibi yukarıda sıraladığımız her bir şiirin başlıkları bile Karakoç ağabeyimizin ruh dünyasını yansıtmaya yetiyor. Böylece Hasan Sağındık'ın besteleyip kliplerini çıkarmasıyla fikri hür, gönlü sevgi dolu olan insanların yüreğine nefes vermiştir. Sıradan bir halk adamından farkı olmadığını bizatihi şahit olduğum Karakoç’un nasıl bir mizaca sahip olduğunu vereceğim bir kaç örnekle daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Şöyle ki;
Gündüz gazetesinde araştırma ve inceleme yazılarını amatör ruhla yazmaya başladığımda Abdurrahim Karakoç ağabeyimi yakından tanıma fırsatı da elde etmiş bulunuyordum. Ara sıra Gündüz gazetesine yazılarımı vermek için gittiğim mekânda kendisiyle karşılaştığımda bana birçok tavsiyeleri olmuştur. İlk yazmaya başladığımda kendi adımla yazmaya başlamıştım. Bir gün Karakoç ağabeyimin bana ilk tavsiyesi kamu hizmeti vermem hasebiyle müstear isimle yazmak olmuştu. Tabiî ki onun tavsiyesine başımın tacı yapıp oğlumun adıyla çalışmalarıma hız verdim. Her karşılaştığımda sürekli bana yılmadan usanmadan yazma noktasında teşvikleri olmuştur. Tıpkı William Forrester gibi yazı yazmaya başlamanın ilk kuralı düşünmek değil yazmak olduğu noktasına dikkatlerimi çekmiştir. Böylece ilk yazma kuralının düşünmeksizin kalp basamağıyla yazmak olduğunu, beynin ise ikinci basamak olduğunu idrak etmiş oldum. Bundan öte bizim gibi ilk defa eli kalem tutan insanları muhatap alıp adam yerine koyması onun ne kadar ince bir ruha sahip olmasını izah etmeye yeterde artar da. Bu anlamda Gündüz gazetesi benim için Abdurrahim ağabeyimi yakından tanımama vesile olan bilgi dağarcığımı geliştiren bir ocak olmuştur. O, gençlerle genç, akranlarıyla akran, ihtiyarla ihtiyar olabilen son derece mütevazı bir mizaca sahip ağabeyimizdi. Bir gün gelip şiirleriyle hissiyatıma tercüman olan ağabeyimizle aynı gazetede beraber yazı yazacağımı bilemezdim. Bu lütfu bahşeden Yüce Allah’a sonsuz hamd-u senalar olsun.
Abdurrahim ağabeyimle gazetenin dışında karşılaştığım bir hatıra var ki bir ömre bedel dersem yeridir. Günlerden bir gün eve gitmek üzere Beşevler durağında Sincan/Fatih 520 no'lu halk otobüsüne bindiğimde Abdurrahim ağabeyimle göz göze geldiğimde çok sevinmiştim. Nasıl sevinmeyim ki, karşımda halkla iç içe ağabeyim vardı. Üstelik her ikimizinde ineceği noktanın yaklaşık 40 dakika sürmesi benim için asla unutamayacağım hikâye olacaktı. Gerçekten halk otobüsünde 40 dakikalık hasbıhal kayda değer bir hatıradır. Düşünebiliyor musunuz? Ankara’nın o alışık randevu sisteminin dışında kendi tabi mecrasında halk otobüsünde Karakoç ağabeyimle hasbıhal etmek, herkese nasip olmayacak bir duygu olsa gerektir.
Ayrıca kutsal topraklara Hac farizasını yerine getirmek için gidip Türkiye’ye dönüşünde bir türlü fırsat bulup zemzemini içememem içimde hep ukde olarak kalmıştır. Keza hastalığında ziyaret edemem de öyledir. Neyse ki Konya Selçuk hastanesinde taburcu olup Ankara'ya döndüğünde telefonla geçmiş olsun dileklerimi bildirmek için aradığımda o güzel ses tonunu işitmem içimde kalan ukdeyi bir nebze olsun almaya yetmiştir. Aynı zamanda o ses tonu benim için son sözlü buluşmanın yanı sıra ardından kalan en son hatıram olarak kalacaktır. Zira Gazi Hastanesine yoğun bakıma alındığında ziyarete gitmek için aradığımda bu sefer telefonda oğlu vardı. Abdurrahim ağabeyimin sesi yoktu, duyduğum ses oğlu Enderhan’ın sesiydi. Ziyaret etmek istediğimi bildirdiğimde yoğun bakımda olduğunu, ziyarete açık olmadığı cevabını almıştım. İşte o an içime düşen his; Abdurrahim ağabeyimin üç aylarda vuslata kavuşacağı hissidir. O; üç aylara üç tuğ ve üç hilal gözüyle bakardı. Bilirdi ki üç hilal Recep, Şaban ve Ramazan demekti. Derken o kutsal bildiği üç ayların başlangıcı Recep ayı ile birlikte cuma vakti sevenlerin omzunda son yolculuğuna uğurlanıp, Allah'a kavuşur.
Velhasıl; O dış dünyamızda Yavuz’umuz, ruh âlemimizde Mihriban’ımızdı.
Ruhu şad olsun.
Haziran 2012