Bayburtlu Abdulvehhab Işık ağabeyimden bana yadigâr kalan İbrahim İnan’ın sohbet kasetini yıllar sonra makale haline getirmekle umarım sohbet halkasına önemli not düşmüşüzdür. İşte bu duygu ve düşünceler eşliğinde inşallah sohbete kaldığımız yerden devam edelim:
Evet, Sadat-ı Nakşibendiyye nisbeti Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)’den Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’e devrolunur. O’da Muhammed Bâkî-Billâh (k.s)’a devreder.
Muhammed Bâkî-billâh (k.s) zahirde Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’in halifesi olsa da, aslında Şah-ı Nakşibend’in ruhaniyetinde terbiye olmuş bir zattır. Yani üveys’tir. Her ne kadar Hace Muhammed Emkenekî (k.s.)’ in sofileri ona bu denli ihtimam gösterilmesine itiraz edecek gibi olmuşsalar da Hace Muhammed Emkenekî (k.s) hadimi kanalıyla onun hakkını şöyle teslim edecektir:
"-Sofilere söyleyin hiç boşa telaşlanmasınlar. Baksanıza bu zatı zaten buraya terbiye edip öyle göndermişler. Bize ise sadece kontrol vazifesi düştü."
Bu arada belirtmekte fayda var Muhammed Bâkî-billâh (k.s) için kırk yaşına girmek çok büyük önem arz eder elbet. Çünkü bu yaşta Allah Resulüne Peygamberlik gelmiştir. Madem öyle izini iz sürmek gerekirdi. Nitekim o da bu yaşta Allah Resulünün risaletini kutlarcasına İmâm-ı Rabbânî (k.s)’e halifelik verecektir. Hatta yürütmüş olduğu irşadı bırakıp tüm sofileri ve aile efradını İmâm-ı Rabbânî (k.s)’nin terbiyesine havale eder. Yetmedi sohbetlerine devam eder olmuş bile. Ve onun hakkında şöyle der: "O öyle bir güneştir ki bizim gibi binlerce yıldızı örter." Gerçektende İmam-ı Rabbani zamanın müceddidi elfisanisi olur da.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) tutunduğu halkanın sorumluğunu yüklendiğinde şöyle der: "Bize bildirildiğine göre Mehdi (a.r.) bizim bu tarikattan gelecek ve bizim marifetlerimizi okuyup kabul edecek. Yine bize bildirildiğine göre Mehdi Aleyhirrahme dönemine kadar, onun gibi bir zat daha gelmez." Nitekim bu hususta Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’de İmâm-ı Rabbânî (k.s) hakkında söylenilmiş bir sohbeti şöyle nakleder;
"İmâm-ı Rabbânî 'ye bir müridi demiş ki;
Evet, Sadat-ı Nakşibendiyye nisbeti Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)’den Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’e devrolunur. O’da Muhammed Bâkî-Billâh (k.s)’a devreder.
Muhammed Bâkî-billâh (k.s) zahirde Hace Muhammed Emkenekî (k.s)’in halifesi olsa da, aslında Şah-ı Nakşibend’in ruhaniyetinde terbiye olmuş bir zattır. Yani üveys’tir. Her ne kadar Hace Muhammed Emkenekî (k.s.)’ in sofileri ona bu denli ihtimam gösterilmesine itiraz edecek gibi olmuşsalar da Hace Muhammed Emkenekî (k.s) hadimi kanalıyla onun hakkını şöyle teslim edecektir:
"-Sofilere söyleyin hiç boşa telaşlanmasınlar. Baksanıza bu zatı zaten buraya terbiye edip öyle göndermişler. Bize ise sadece kontrol vazifesi düştü."
Bu arada belirtmekte fayda var Muhammed Bâkî-billâh (k.s) için kırk yaşına girmek çok büyük önem arz eder elbet. Çünkü bu yaşta Allah Resulüne Peygamberlik gelmiştir. Madem öyle izini iz sürmek gerekirdi. Nitekim o da bu yaşta Allah Resulünün risaletini kutlarcasına İmâm-ı Rabbânî (k.s)’e halifelik verecektir. Hatta yürütmüş olduğu irşadı bırakıp tüm sofileri ve aile efradını İmâm-ı Rabbânî (k.s)’nin terbiyesine havale eder. Yetmedi sohbetlerine devam eder olmuş bile. Ve onun hakkında şöyle der: "O öyle bir güneştir ki bizim gibi binlerce yıldızı örter." Gerçektende İmam-ı Rabbani zamanın müceddidi elfisanisi olur da.
İmâm-ı Rabbânî (k.s) tutunduğu halkanın sorumluğunu yüklendiğinde şöyle der: "Bize bildirildiğine göre Mehdi (a.r.) bizim bu tarikattan gelecek ve bizim marifetlerimizi okuyup kabul edecek. Yine bize bildirildiğine göre Mehdi Aleyhirrahme dönemine kadar, onun gibi bir zat daha gelmez." Nitekim bu hususta Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’de İmâm-ı Rabbânî (k.s) hakkında söylenilmiş bir sohbeti şöyle nakleder;
"İmâm-ı Rabbânî 'ye bir müridi demiş ki;
“Mehdi misin?”
İmâm-ı Rabbânî de cevaben demiş ki:
"Ben de öyle sanmıştım, amma velâkin ben Mehdi değilim. Çünkü ben yüzün başını geçtim, Mehdi (a.r) ise yüzün başını geçmeyecek."
İşte Seyda (k.s) bu nedenledir ki babası Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’in naklettiği bu sohbetten hareketle kanaatini şöyle belirtir;
"Gerçi ayet değil, hadis değil amma İmâm-ı Rabbânî’'nin sözüdür bu."
Peki ya İmam-ı Rabbani (k.s) sonrası durum nasıldır? Malum, Nakşibendî Tarikat-ı nisbeti İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’den sonra Gavs-i Sani (k.s)’e gelen şecerede iki kanaldan birden yoluna devam edecektir. Öyle ki bu iki kanalın bir halkasında Muhammed Ma’sûm (k.s), diğer halkasında ise Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s) vardır. İşte bu iki kanalın birleşen halkasında Nakşibendî nisbeti dal budak saldığında feyzi bereketi etrafı sararda. Hiç kuşkusuz bunda Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s)’in ikinci mürşidi olan, yani Muhammed Ma’sûm (k.s)’ın çok büyük payı vardır. Derken bu zincirin halkasında yer alan Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s) her iki kanaldan geleni nisbeti kendinde topladıktan sonra Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini, Gavs-ı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî’ye (k.s) devredecektir. O’da Mirza Mazhar Cân-ı Cânân (k.s)’a devreder. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân ise Seyyid Abdullah Dihlevi’ye (k.s) devreder.
İşte görüyorsunuz Nakşibendî tarikatı nisbeti kesintiye uğramaksızın silsile yoluyla devrini sürdürebiliyor, yani bu demektir ki her devirde bu yolun ehil gönül sultanları var oldukça bu nisbet, bu şecere kıyamete kadar devam edecekte. Zaten her devirde işin ehline devir teslim olmalı ki nöbet değişimi gerçekleşebilsin. Madem öyle sıradaki nöbet değişiminde kim var bir görelim.
Evet, Silsileyi şerifin basamaklarına baktığımızda bu kez nöbeti devr alacak isim Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’den başkası değil elbet. Hiç kuşkusuz bu ismi andığımızda, ister istemez Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) gibi büyük bir mürşit akla gelmektedir. Bağdat adıyla o kadar özdeşleşmişler ki, Abdullah Dehlevi ismi anılınca hemen Mevlana Bağdadiyi hatırlatabiliyoruz. Nasıl hatırlanmasın ki, bakın Mevlana Halid Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’ın yanına geldiğinde ilk iş olarak ona tuvalet temizliği görevi vermiş. Belki de şunu diyebilirsiniz; madem Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) üç tarikattan icazet almış bir âlim, o halde nasıl olurda tuvalet temizliği reva görülür. Yetmedi şunu da diyebilirsiniz Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’in yanına geldiğinde Kadiri Tarikatı halifesidir, yani Mustafa el-Kürdi gibi bir büyük Kadiri Meşayıhın halifesiymiş, o halde buda neyin nesi oluyor. Daha da yetmedi şer’i ilimlerin en üst zirvesine çıkmış çok büyük zahiri âlime bu yapılır mı da diyebilirsiniz. Evet, doğrudur, işte bu denli hem zahiri hem de bâtıni donanımlı böylesi bir âlim zata ilk iş olarak tuvalet temizliği verilmiştir. Oysa gözden kaçırılan bir husus var ki, tasavvuf yolunda bir insan âlimde olsa tuvalet temizliği verilebiliyor. Üstelik bu görevinin üzerinden daha on ay küsur gün geçmeden bir bakıyorsun Seyyid Abdullah Dihlevi (k.s) Mevlana Halid Bağdâdî (k.s)’e halifelik verip taçlandıracaktır, peki buna ne demeli. O halde siz siz olun tuvalet temizliği deyip geçmeyelim. Belli ki tuvalet temizliği boşa verilmemiş bir görev. Öyle ki onu halifelikle taltif edip uğurlayacağı sırada atın yularından tutup biraz çekmişte. Tabii bu durumu etraftan görenler:
"- Böyle büyük bir mürşid, nasıl olurda müridine hizmet eder" deyip garipseyeceklerdir.
"Ben de öyle sanmıştım, amma velâkin ben Mehdi değilim. Çünkü ben yüzün başını geçtim, Mehdi (a.r) ise yüzün başını geçmeyecek."
İşte Seyda (k.s) bu nedenledir ki babası Gavs-ı Bilvânisî (k.s)’in naklettiği bu sohbetten hareketle kanaatini şöyle belirtir;
"Gerçi ayet değil, hadis değil amma İmâm-ı Rabbânî’'nin sözüdür bu."
Peki ya İmam-ı Rabbani (k.s) sonrası durum nasıldır? Malum, Nakşibendî Tarikat-ı nisbeti İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’den sonra Gavs-i Sani (k.s)’e gelen şecerede iki kanaldan birden yoluna devam edecektir. Öyle ki bu iki kanalın bir halkasında Muhammed Ma’sûm (k.s), diğer halkasında ise Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s) vardır. İşte bu iki kanalın birleşen halkasında Nakşibendî nisbeti dal budak saldığında feyzi bereketi etrafı sararda. Hiç kuşkusuz bunda Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s)’in ikinci mürşidi olan, yani Muhammed Ma’sûm (k.s)’ın çok büyük payı vardır. Derken bu zincirin halkasında yer alan Mevlana Muhammed Seyfeddin (k.s) her iki kanaldan geleni nisbeti kendinde topladıktan sonra Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini, Gavs-ı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî’ye (k.s) devredecektir. O’da Mirza Mazhar Cân-ı Cânân (k.s)’a devreder. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân ise Seyyid Abdullah Dihlevi’ye (k.s) devreder.
İşte görüyorsunuz Nakşibendî tarikatı nisbeti kesintiye uğramaksızın silsile yoluyla devrini sürdürebiliyor, yani bu demektir ki her devirde bu yolun ehil gönül sultanları var oldukça bu nisbet, bu şecere kıyamete kadar devam edecekte. Zaten her devirde işin ehline devir teslim olmalı ki nöbet değişimi gerçekleşebilsin. Madem öyle sıradaki nöbet değişiminde kim var bir görelim.
Evet, Silsileyi şerifin basamaklarına baktığımızda bu kez nöbeti devr alacak isim Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’den başkası değil elbet. Hiç kuşkusuz bu ismi andığımızda, ister istemez Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) gibi büyük bir mürşit akla gelmektedir. Bağdat adıyla o kadar özdeşleşmişler ki, Abdullah Dehlevi ismi anılınca hemen Mevlana Bağdadiyi hatırlatabiliyoruz. Nasıl hatırlanmasın ki, bakın Mevlana Halid Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’ın yanına geldiğinde ilk iş olarak ona tuvalet temizliği görevi vermiş. Belki de şunu diyebilirsiniz; madem Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) üç tarikattan icazet almış bir âlim, o halde nasıl olurda tuvalet temizliği reva görülür. Yetmedi şunu da diyebilirsiniz Seyyid Abdullah Dehlevi (k.s)’in yanına geldiğinde Kadiri Tarikatı halifesidir, yani Mustafa el-Kürdi gibi bir büyük Kadiri Meşayıhın halifesiymiş, o halde buda neyin nesi oluyor. Daha da yetmedi şer’i ilimlerin en üst zirvesine çıkmış çok büyük zahiri âlime bu yapılır mı da diyebilirsiniz. Evet, doğrudur, işte bu denli hem zahiri hem de bâtıni donanımlı böylesi bir âlim zata ilk iş olarak tuvalet temizliği verilmiştir. Oysa gözden kaçırılan bir husus var ki, tasavvuf yolunda bir insan âlimde olsa tuvalet temizliği verilebiliyor. Üstelik bu görevinin üzerinden daha on ay küsur gün geçmeden bir bakıyorsun Seyyid Abdullah Dihlevi (k.s) Mevlana Halid Bağdâdî (k.s)’e halifelik verip taçlandıracaktır, peki buna ne demeli. O halde siz siz olun tuvalet temizliği deyip geçmeyelim. Belli ki tuvalet temizliği boşa verilmemiş bir görev. Öyle ki onu halifelikle taltif edip uğurlayacağı sırada atın yularından tutup biraz çekmişte. Tabii bu durumu etraftan görenler:
"- Böyle büyük bir mürşid, nasıl olurda müridine hizmet eder" deyip garipseyeceklerdir.
Bunun üzerine Seyyid Abdullah Dihlevi (k.s) şöyle der:
"-Şayet biz ona bu kadarını da yapmasaydık, o bizim buradaki tüm nisbeti alıp götürecekti."
Gerçekten de Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) zamanın Kutbul irşadı ve Müceddidi olur da. Bir başka ifadeyle yüz yılın, yani hicri 12. asrın Müceddidi büyük bir zattır o. Hele o’nun bir Müceddide yakışır söylediği bir kelam vardır ki, dil ancak bu kadar şâdân olur. Ve şöyle der: "Allah'ın bir meleği vardır. Her gün şöyle haykırır:
"Ölmek için doğunuz, yıkılmak için bina yapınız."
Evet, müthiş bir ifadedir. Dahası canı canan için her dem çarpan gönülleri ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ diri tutmaya yönelik kelamdır bu. Ki; Sadatlar dergâhta iş kalmadığında evleri yıkıp yeniden yaptıkları da bir vaka. Niye derseniz? Hizmet aksamasın diye elbet.
Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede tekrar iki kanaldan Silsile-i Şerife’nin halkasına dâhil olup, bu kez altın silsilenin halkasını Seyyid Abdullah (k.s) ve Seyyid Taha (k.s) sırtlayacaktır.
Malumunuz, Seyyid Taha (k.s), bu yolu Seyyid Abdullah (k.s)'dan devr almıştır. Seyyid Taha (k.s) ise zamanın kutbul irşadı büyük bir zat olup, Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede nisbeti Gavs-ı Hizani (Seyyid Sıbgatullahi Arvasi) (k.s)’e ulaştırır.
Seyda (k.s), Gavs-ı Hizani ile ilgili bir sohbet buyururken şöyle der: "Malum, Gavs-ı Hizani (k.s)’in oğlu büyük âlimdi ve babasından cemaate vaaz vermek için izin istemişti. Gerçekten de cemaate vaaz etmeye başladığında ne kadar ayet, hadis varsa ortaya koyup sıralar da. Ancak buna rağmen milletin kılı kıpırdamaz. O sırada ezan okunur ve ezanın akabinde Gavs-ı Hizani: ‘Haydi! Kalkın kamet getirin, namaz kılalım’ der demez bütün cemaat yerlere dökülür. Tabiî ki bu kıpırdanış aşk ve muhabbetten, yani feyzin bereket ve nispetinden kendinden geçme halidir. Demek oluyor ki iş, lafın zahirinde değil, manevi tasarrufta."
Gavs-ı Bilvanisî (k.s) ise buna benzer ifadeleri Şah-ı Hazne (Ahmed Haznevî) için şöyle der;
"Biz Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbet meclisindeyken çoğu sohbetleri, anlayamazdık, ama sohbetin sonunda fark ederdik ki, kendimizde bazı gelişmeler ve düzelmeler olurdu. Bir müddet sonra anlardık ki, iş lafın zahirinde değil manevi tasarrufta."
Nitekim Şah-ı Hazne (k.s)’ın bir gün dergâhı çok kalabalık halde dolup taşmıştı. Üstelik tövbe edecek adamlar da çokmuş. O sırada birçok sofi; Şah-ı Hazne'nin nasıl olsa bugün ziyaretçisi çok, tevbe alacakta çok. Bu durumda bugün sohbet etmez deyip çekip gitmişler. Tabii gece geç vakittir, Şah-ı Hazne (k.s) tövbe vermeyi bitirip dergâhtan ayrılıyor. Evine doğru yol alırken divanın penceresinden şöyle eğilip içeri bakmış, birde ne görsün mollaların kimisi sigara sarıyor, kimisi de sigara tellendiriyordu, yani her biri bir âlemde. Şah-ı Hazne (k.s) başını içeri uzattığında der ki:
"-Oysa ben Hazretin müritlerini nazar sahibi bilirdim."
Seyda (k.s)’de öyle der: "Şeyh Halid-i Olekî, zamanının en büyük âlimlerindendi, övünmek gibi olmasın amma, kibirlenmek gibi olmasın amma, kendime nefis yapmayayım amma, hadiste ilmi İbn-i Hacer kadardır. Kendisi öyle bir zattır ki, Gavs-ı Hizânî (k.s) ata binerken sırtını ona binek taşı yaparmış. Eğer iş lafın zahirinde olsaydı Gavs-ı Hizânî’nin ilmi pek o kadar yoktu. Onların yanında cahil sayılırdı." Malum Molla Halidi Olekî Hz.leri aynı zamanda Doksan Üç harbi kahramanlarından şehit düşmüş bir zattır.
Derken Gavs-ı Hizânî (k.s), bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini Şeyh Abdurrahman-i Tahi (k.s)'e devreder.
Bakınız Seyda-i Tahi (k.s) ile Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın buluşması da çok ilginç bir durum. Çünkü buluştuğu zat Kadiri halifesi bir şeyhtir. Düşünsenize daha ilk buluşmalarında keşfi de açık olduğu için Gavs-ı Hizânî (k.s)’de ne görüyorsa şöyle der:
"-Nihayet ül Tarikat-ül Kadiriyye, bidayetül Tarikatül Nakşibendiyye." Yani, "Kadiri Tarikatı'nın sonu, Nakşibendî Tarikatının başıdır."
Gavs (k.s)’de şöyle der: "Bir Nakşî’nin bir günlük ameli, Kadiri'nin seksen yıllık amelini kapatır." Öyle ya, cehri zikir dilden başlar kalbe iner, Hafi zikirde ise direk kalbten başlayan zikirdir. Kalpten ise letaiflere dağılmakta. Dolayısıyla Şah-ı Nakşibend (k.s)’de buna benzer bir ifadelerde bulunup şöyle der; "Benim elime geçen ilk marifet, Beyazıd-ı Bestami'nin eline geçen en son marifet olmazsa, bu tarikat bana haram olsun."
Seyda-i Tahi (k.s) zamanın kutbul irşatlığına teklif edilen büyük bir zattır. Ve rivayet edilen bir nakle göre Said Nursi o’nu şu sözlerle över:
“-Onunla dokuz yaşımda görüşmekle şereflendim. O’nun zamanında pek büyük veli, büyük makamlar aldı. Öyle bir zat düşünün ki velilere makam aldıran bir zattır. Kim bilir kendi makamı nasıldır?" Nitekim İsmail Çetin Hoca ‘Özleşme Yolu’ adlı eserinde Abdurrahman Tahi (k.s) hakkında bahisle şöyle der “ İşte onun bu hizmeti ve sadakati sayesinde Cenab-ı Hak Teâlâ (c.c) birçok insanları delaletten çıkarıp, hidayete erdirmiştir. Hamdolsun şimdi de Türkiye’de bulunan ulema onun zamanında yetişenlerin semeresidir. Ez cümle Bediüzzaman o medresenin bir örneğidir.” (Bkz. Özleşme Yolu: s: 17, 66, 170, 190)
Gerçekten de nasıl böylesi bir övgüye mazhar olmasın ki, bakın bir gün Seyda-i Tahi (k.s), Gavs-ı Hizânî (k.s), sofiler ve oğulları hava açık kırda bayırda bir yolda giderlerken, bir tarafı sarp kayalık olan yere geldiklerinde büyük bir kaya parçası ansızın aşağıya doğru paldır küldür yuvarlanıveriyor. Tabii can derdi, sofiler o an tüymüş. Üstelik Seyyid Sıbğatullah Gavs-ı Hizânî' (k.s)’in oğulları da buna dâhil. Fakat Seyda-i Tahi (k.s) bundan istisnadır. Seyda-i Tahi bakmış ki, koca bir kaya parçası Gavs-ı Hizânî (k.s)’in üstüne geliyor, o an şöyle düşünmüş: "Belki bu kayayı durduramam amma, hiç olmazsa yavaşlatıp Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın zarar görmesini önlerim. Gerçektende bu düşünceler eşliğinde pat diye kendini kayanın önüne atmış da. Tabiî Gavs-ı Hizânî (k.s) büyük bir zat, Allah’ın izniyle bir nazarla kayayı durdurduğunda şöyle demiş:
"-Bakın, öz çocuklarımız bile bizi bırakıp kaçtılar. Amma Seyda-i Tahi öyle değil, bizi kendi öz canından daha aziz bildi. Elbette ki o bize öz çocuklarımızdan daha yakındır."
Hakeza Said Nursi Hz.leri onun hakkında şöyle der:
“Ben sekiz- dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Ya Gavs-ı Geylani’ derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, ‘Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadına yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylani’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken, Kadiri meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mani oluyordu.” (Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. Sekizinci Lem’a s.143).
(Konunun devamı haftaya: Şeyh odur ki yolun başından sonunu göre başlığıyla devam edecek.)
"Ölmek için doğunuz, yıkılmak için bina yapınız."
Evet, müthiş bir ifadedir. Dahası canı canan için her dem çarpan gönülleri ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ diri tutmaya yönelik kelamdır bu. Ki; Sadatlar dergâhta iş kalmadığında evleri yıkıp yeniden yaptıkları da bir vaka. Niye derseniz? Hizmet aksamasın diye elbet.
Mevlana Halid-i Bağdâdî (k.s) Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede tekrar iki kanaldan Silsile-i Şerife’nin halkasına dâhil olup, bu kez altın silsilenin halkasını Seyyid Abdullah (k.s) ve Seyyid Taha (k.s) sırtlayacaktır.
Malumunuz, Seyyid Taha (k.s), bu yolu Seyyid Abdullah (k.s)'dan devr almıştır. Seyyid Taha (k.s) ise zamanın kutbul irşadı büyük bir zat olup, Gavsı Sani Hazretleri'ne gelen şecerede nisbeti Gavs-ı Hizani (Seyyid Sıbgatullahi Arvasi) (k.s)’e ulaştırır.
Seyda (k.s), Gavs-ı Hizani ile ilgili bir sohbet buyururken şöyle der: "Malum, Gavs-ı Hizani (k.s)’in oğlu büyük âlimdi ve babasından cemaate vaaz vermek için izin istemişti. Gerçekten de cemaate vaaz etmeye başladığında ne kadar ayet, hadis varsa ortaya koyup sıralar da. Ancak buna rağmen milletin kılı kıpırdamaz. O sırada ezan okunur ve ezanın akabinde Gavs-ı Hizani: ‘Haydi! Kalkın kamet getirin, namaz kılalım’ der demez bütün cemaat yerlere dökülür. Tabiî ki bu kıpırdanış aşk ve muhabbetten, yani feyzin bereket ve nispetinden kendinden geçme halidir. Demek oluyor ki iş, lafın zahirinde değil, manevi tasarrufta."
Gavs-ı Bilvanisî (k.s) ise buna benzer ifadeleri Şah-ı Hazne (Ahmed Haznevî) için şöyle der;
"Biz Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbet meclisindeyken çoğu sohbetleri, anlayamazdık, ama sohbetin sonunda fark ederdik ki, kendimizde bazı gelişmeler ve düzelmeler olurdu. Bir müddet sonra anlardık ki, iş lafın zahirinde değil manevi tasarrufta."
Nitekim Şah-ı Hazne (k.s)’ın bir gün dergâhı çok kalabalık halde dolup taşmıştı. Üstelik tövbe edecek adamlar da çokmuş. O sırada birçok sofi; Şah-ı Hazne'nin nasıl olsa bugün ziyaretçisi çok, tevbe alacakta çok. Bu durumda bugün sohbet etmez deyip çekip gitmişler. Tabii gece geç vakittir, Şah-ı Hazne (k.s) tövbe vermeyi bitirip dergâhtan ayrılıyor. Evine doğru yol alırken divanın penceresinden şöyle eğilip içeri bakmış, birde ne görsün mollaların kimisi sigara sarıyor, kimisi de sigara tellendiriyordu, yani her biri bir âlemde. Şah-ı Hazne (k.s) başını içeri uzattığında der ki:
"-Oysa ben Hazretin müritlerini nazar sahibi bilirdim."
Seyda (k.s)’de öyle der: "Şeyh Halid-i Olekî, zamanının en büyük âlimlerindendi, övünmek gibi olmasın amma, kibirlenmek gibi olmasın amma, kendime nefis yapmayayım amma, hadiste ilmi İbn-i Hacer kadardır. Kendisi öyle bir zattır ki, Gavs-ı Hizânî (k.s) ata binerken sırtını ona binek taşı yaparmış. Eğer iş lafın zahirinde olsaydı Gavs-ı Hizânî’nin ilmi pek o kadar yoktu. Onların yanında cahil sayılırdı." Malum Molla Halidi Olekî Hz.leri aynı zamanda Doksan Üç harbi kahramanlarından şehit düşmüş bir zattır.
Derken Gavs-ı Hizânî (k.s), bu Tarikat-ı Nakşibendî’ye nisbetini Şeyh Abdurrahman-i Tahi (k.s)'e devreder.
Bakınız Seyda-i Tahi (k.s) ile Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın buluşması da çok ilginç bir durum. Çünkü buluştuğu zat Kadiri halifesi bir şeyhtir. Düşünsenize daha ilk buluşmalarında keşfi de açık olduğu için Gavs-ı Hizânî (k.s)’de ne görüyorsa şöyle der:
"-Nihayet ül Tarikat-ül Kadiriyye, bidayetül Tarikatül Nakşibendiyye." Yani, "Kadiri Tarikatı'nın sonu, Nakşibendî Tarikatının başıdır."
Gavs (k.s)’de şöyle der: "Bir Nakşî’nin bir günlük ameli, Kadiri'nin seksen yıllık amelini kapatır." Öyle ya, cehri zikir dilden başlar kalbe iner, Hafi zikirde ise direk kalbten başlayan zikirdir. Kalpten ise letaiflere dağılmakta. Dolayısıyla Şah-ı Nakşibend (k.s)’de buna benzer bir ifadelerde bulunup şöyle der; "Benim elime geçen ilk marifet, Beyazıd-ı Bestami'nin eline geçen en son marifet olmazsa, bu tarikat bana haram olsun."
Seyda-i Tahi (k.s) zamanın kutbul irşatlığına teklif edilen büyük bir zattır. Ve rivayet edilen bir nakle göre Said Nursi o’nu şu sözlerle över:
“-Onunla dokuz yaşımda görüşmekle şereflendim. O’nun zamanında pek büyük veli, büyük makamlar aldı. Öyle bir zat düşünün ki velilere makam aldıran bir zattır. Kim bilir kendi makamı nasıldır?" Nitekim İsmail Çetin Hoca ‘Özleşme Yolu’ adlı eserinde Abdurrahman Tahi (k.s) hakkında bahisle şöyle der “ İşte onun bu hizmeti ve sadakati sayesinde Cenab-ı Hak Teâlâ (c.c) birçok insanları delaletten çıkarıp, hidayete erdirmiştir. Hamdolsun şimdi de Türkiye’de bulunan ulema onun zamanında yetişenlerin semeresidir. Ez cümle Bediüzzaman o medresenin bir örneğidir.” (Bkz. Özleşme Yolu: s: 17, 66, 170, 190)
Gerçekten de nasıl böylesi bir övgüye mazhar olmasın ki, bakın bir gün Seyda-i Tahi (k.s), Gavs-ı Hizânî (k.s), sofiler ve oğulları hava açık kırda bayırda bir yolda giderlerken, bir tarafı sarp kayalık olan yere geldiklerinde büyük bir kaya parçası ansızın aşağıya doğru paldır küldür yuvarlanıveriyor. Tabii can derdi, sofiler o an tüymüş. Üstelik Seyyid Sıbğatullah Gavs-ı Hizânî' (k.s)’in oğulları da buna dâhil. Fakat Seyda-i Tahi (k.s) bundan istisnadır. Seyda-i Tahi bakmış ki, koca bir kaya parçası Gavs-ı Hizânî (k.s)’in üstüne geliyor, o an şöyle düşünmüş: "Belki bu kayayı durduramam amma, hiç olmazsa yavaşlatıp Gavs-ı Hizânî (k.s)’ın zarar görmesini önlerim. Gerçektende bu düşünceler eşliğinde pat diye kendini kayanın önüne atmış da. Tabiî Gavs-ı Hizânî (k.s) büyük bir zat, Allah’ın izniyle bir nazarla kayayı durdurduğunda şöyle demiş:
"-Bakın, öz çocuklarımız bile bizi bırakıp kaçtılar. Amma Seyda-i Tahi öyle değil, bizi kendi öz canından daha aziz bildi. Elbette ki o bize öz çocuklarımızdan daha yakındır."
Hakeza Said Nursi Hz.leri onun hakkında şöyle der:
“Ben sekiz- dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Ya Gavs-ı Geylani’ derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, ‘Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.’ Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadına yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylani’ye hediye ediliyordu. Ben üç dört cihetle Nakşî iken, Kadiri meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mani oluyordu.” (Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybi. Sekizinci Lem’a s.143).
(Konunun devamı haftaya: Şeyh odur ki yolun başından sonunu göre başlığıyla devam edecek.)