365 gün değil, 365 sayfa. 365 günde mi yazılmıştır bilmem ama nice 365 günleri kapsadığı kesin. Yazarı: Nusret Gürgöz, Yayınevi Kora, kitabın adı: “Dünyanın En Güzel Suçu.”
Anlatı türü bir yapıt… “İçinde ne var?” sorusunun öz yanıtı: ‘Anılar ve şiirler yığını’dır. Kitapta bölüm bölüm birçok anlatı var, her bölüm bir şiirle başlıyor, bir şair özeni ve beğenisi ile seçilmiş nitelikli dizeler. Bu kitabı okuyan bir antolojiye de sahip olabilir desem, asla abartmış olmam.
Yazar kendi başından geçenleri yazmış çoğunlukla, hatta döne döne yazmış, bu arada tekrara da düşmüş kimi kez. 1980 öncesinin ideolojik kavgasının her yanını ve yönünü kendince anlatıyor, sonra sıra geliyor 12 Eylül’e ve işkencelere. Yazar tam burada dehşet verici bir şey söylüyor: “Üniversitede âşık olduğum dünya güzeli kıza gözaltındayken tecavüz edildi” diyor. Ben okurken tiksindim, utandım, belleğime çakıldı, yaşayan ve görenin durumunu varın siz hesap edin.
Ama hoş anılar da var, sözgelimi Kato Ahmet, Kato ülkücü bir genç, yazar ve arkadaşları Kato’yu bir gün bir yerde kıstırıp evire çevire dövüyorlar. Ve yıllar sonra yazar, babasının ölümü nedeniyle memleketi Elazığ’a gidiyor. Gece iki tepsi ile birlikte bir adam giriyor içeri, baş sağlığı diliyor, yazarın babasını saygı ve rahmetle anıyor. Yazar tanıyacak gibi ama çıkaramıyor, bunu fark ediyor o adam ve “Gardaş ben Kato Ahmet” diyor.
Bir zurnacıyı anlatıyor yazar, sol oluşumlar onu her etkinliklerine alıp götürüyorlar, greve, yürüyüşe, mitinge. Yıllarca sürüyor bu. Ve bir gün zurnacı geliyor bir eyleme, davulu yanında yok, artık ben de emekçiyim diyor ve bağırıyor: “Mezarda emekliliğe hayır”, “Hükümet, yasanı al başına çal!’
Yazarımız önce öğretmenlik yapmış, sonra avukatlık. Her iki meslek de ona özgün, ilginç iletili anılar kazandırmış. Ve ne iyi ki bunları yazıya dökmüş.
Gürgöz’ünKars’a ilişkin yazdıkları çok hoşuma gitti, bildiğim yaşadığım bir coğrafya, bazı isimleri de görmüşlüğüm, duymuşluğum var.
Kitapta aşklar da var, o aşkların öyküleri sızılı ve hüzünlü de olsa okumaya doyulmuyor.
Nusret Gürgöz zaman zaman, kökenine yani Dersim’e dönüyor ve 1937 ve 1938’lerde yaşananlara değiniyor. Yazdıklarının bir bölümüne katılmam mümkün değil. Seyit Rıza’yı güzelleyen, olumlayan, heykelini selamlayan satırlar var. Dersim isyanını çıkaran Seyit Rıza’dır, bir feodal zorbadır. Tam burada, “Edebiyatlaşan Vergiler” adlı kitabımdan bir bölümü alıntılayarak Dersim ve Seyit Rıza gerçeğini açmak istiyorum:
“Dersim tarihsel, dinsel ve sosyolojik sebeplerle hep çıbanbaşı olmuştur Osmanlı devrinde. Meşrutiyet’e yakın günlerde, Dersim İdare Meclisi’nin raporundan yapılan aşağıdaki alıntı, bu çıban başılığın vergisel alanda da olduğunu gösteriyor:
‘Hozat, Mazgirt, Nazımiye ve Ovacık vergi vermiyor. Dokuz milyon kuruş kalan borçları var. Bu borç; Koç, Şam, Resik, Kırhan, Yukarı Abbas, Törüşmek, Yusufan, Demenan, katan ve Haydaran aşiretlerinin boynundadır. Hayvanlarının yüzde onunu ağnam vergisine yazdırmıyorlar. Aşarı aynı nispette veriyorlar. Yazılan vergi hesabına da ancak üç beş kuruş verip atlatıyorlar. Bunu gören itaatli halk da vermemeye başlıyor. Bir yandan da civarın hayvanlarını vuruyorlar, onların da vergisi düşüyor.’ (Kaynak: Naşit Hakkı Uluğ/Tuncel Medeniyete Açılıyor)
Cumhuriyete gelindiğinde de bu durum aynen devam etmiş. 1937 yılında çıkan Dersim (Seyyit Rıza) İsyanı'nın gerçek nedeni, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin 25 Aralık 1935'de çıkardığı ‘Tunceli Yasası’ olduğu biliniyor. Bu yasa, yöredeki seyyit, aşiret reisi ve ağaların nüfuz ve çıkarlarını sona erdirmekteydi. Yüzyıllarca, halkı sömüren güçler, bu yasaya tabii ki razı olmayacaklardı. Dr. Suat Akgül'ün ‘Dersim İsyanları ve Seyit Rıza’ adlı kitabında, yasa öncesi ekonomik ve sosyal yapı şöylece anlatılıyor: ‘Türkiye'nin milli ekonomisinin dışında kalan Dersim'de, az gelişmiş olan ticaret, tamamen aşiret reislerinin ve onların adamlarının elindeydi. Başka vilayetten hiçbir tüccar Dersim'de iş yapmayı göze alamıyordu. Çünkü Dersim ağaları silahlı adamları vasıtasıyla buna izin vermiyorlardı. Devletin Dersim'de yasal vergileri toplaması ve askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi de pek mümkün olmuyordu. Bu iki mesele de ağalar ve şeyhler tarafından hallediliyordu. Ağalar kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan aşiret ahalisinden işine geldiği gibi vergi alıyor, bunun küçük bir bölümünü devlete veriyordu.’
Bu feodal ve çarpık yapı sebebiyledir ki, isyandan önce bir toplantı yapan aşiret reisleri, devlete şu ültimatomun verilmesini kararlaştırmışlardır:
1-Dersim vilayetinde karakol yaptırmaktan vazgeçeceksiniz,
2-Köprü kurmayacaksınız,
3-Yeni ilçe ve bucak merkezleri ihdas etmeyeceksiniz,
4-Silahlarımıza dokunmayacaksınız,
5-Biz her zamanki gibi pazarlık usulüyle vergimizi vereceğiz.
Seyyit Rıza Nasıl Vergi Toplardı?
Devlete böyle bir ültimatom vermeye cüret eden aşiret reisleri, nasıl vergi toplarlardı, adaletin o yerlerde namı var mıydı? Bu soruların cevabını gazeteci Naşit Hakkı’nın ‘Derebeyi ve Dersim’ (Ankara 1931) adlı eserinde buluyoruz. İşte bu eserden çarpıcı bir örnek:
‘Hırsları kabardı mı, kendi aşiretlerinden mi, dost aşiretten mi demezler. Malına, ırzına, hayatına kasttan çekinmezler ve hatta haz duyarlar.
Birgün Seyit Rıza'nın yanında idim. Civardan bir köylü ve karısı ağlayarak geldi ve Seyid'in mekruh ayağına kapandı:
-Ne olur, hayvanımı size getirmişler, verin... diye yalvardı.
Adını unuttuğum adamına gitmesini ve işe onun bakacağını söyledi. Köylüler yine ağlıyor ve belki merhamete gelir de verir diye yalvarmaya devam ediyorlardı. Seyit, sakalını sığadı ve bana döndü:
-Görüyor musun, malı giden ne tuhaf oluyor. Diye gülmeye başladı. Seyit gülüyor, etrafında diz çöken dört beş avenesi bu sözü kahkahalarıyla teyit ediyorlardı. Oğlu yanıma sokuldu:
-Ne yapalım, bizde böyle vergi alır, fukara yüzünden geçiniriz, dedi. Sonra öğrendim; Seyit Rıza’nın biçare köylünün işine bakacak, diye gönderdiği adam, her zamanki tarifeyi tatbik etmiş. (300) meçi; almadıkça katırı vermemiş...
Aslen neslen Türk olduğuna şüphem olmasa da böyle adamlara nasıl Türk diyeyim.’
İsmail Hüsrev Tökin, ‘Köy İktisadiyeti’ adlı eserinde dahasını da yazıyor. Dersim’de 230 köye hükmeden Seyit Rıza’nın vergisel hükümranlık alanı Batı illerine kadar uzanıyormuş. Seyit Rıza’nın ‘Maliye Nazırı’ İstanbul’a giderek her yıl Kürtlerden cizye toplamaktaymış. (Kaynak: Doğu Perinçek/Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu)”
Evet işte böyle… Genç Cumhuriyet’e ültimatom vermekle de kalınmıyor, askerlerimiz pusuya düşürülüp öldürülüyor. İşte buna, rejimi ne olursa olsun, hiçbir devlet tahammül edemez, etmemiştir de. Cumhuriyet de gereğini, yasalara uygun olarak 1937’de yapmıştır. Peki ya 1938’de? Hah işte orada işler karışmıştır, Atatürk hastadır, Hatay meselesi ve başka bir birçok mesele ile uğraşmaktadır. Başvekil artık Celal Bayar’dır. Ve Bayar-Mareşal Çakmak ikilisi, işi “Kızılbaş Temizliği”ne döndürmüşlerdir ve zulüm arşa çıkmıştır, büyük acılar yaşanmıştır.
Bu acıları dillendirmek başkadır ve de haktır, Seyit Rıza’ya selam durmaksa o isyana ve feodal zorbalığa selam durmaktır. Bunu böylece belirtmeyi gerekli gördüm.