Nurcu Lider Kırkıncı’nın Bayburt palavraları

Abone Ol


“Ben kalktım o Kırkıncı Hoca”. Sanırım yaşı doksana gelmiştir. Ben üniversite öğrencisiyken o orta yaşlarda bir adamdı, Erzurum’da “Karanlık Kümbet” denilen Saltuklu Kümbeti’nin yanındaki Nur Medresesinde “şakirtlerini” başına toplar, Risale-i Nur okuturdu. 1969-1970, o yıllar. Kırkıncı bir yandan da Adalet Partisi ve Demirel’in propagandasını yapardı bin dereden su getirerek. Şimdi dışlanan Demirel “Nurlu Demirel”di o yıllarda. 

Bu Kırkıncı Hoca’nın  “Bayburt Seyahati” başlıklı bir yazısını gördüm internette (http://www.mehmedkirkinci.com?s=article&aid=14). Gördüm ki aynı Kırkıncı, değişen hiçbir şey yok. Mucizeler, kerametler uyduruyor, abartıyor, beyin yıkıyor. Bağlılarının bağını böylece kuvvetlendirip zapturapt altına almış oluyor.

Artık bunlara kaşının üstünde gözün var diyen pek kalmadı ya, Hazret rahatça atıp tutuyor.

O rahatı bozmak gerek. Bu yazımda bunu yapacağım. O yazıyı bölüm bölüm sunacak, sonra da yanıtlarını vereceğim.

Evet başlayalım:

“Bayburt’a ilk defa 1954 yılında gittim. Bayburt’ta tanıdığım kimse yoktu. Üstad bize el yazması bir Siracü’n-Nur göndermişti. O, Siracü’n-Nur, iki sene Afyon mahkemesinde kalmış, daha sonra beraat etmiştir. Bayburt’a giderken yanıma bu kitabı aldım. Ahir zamanda harpler harflerle olacaktı, benim silâhım da bu kitaptı ve öyle oldu.”

“Ahir zamanda harpler harflerle olacak” Said Nursî’nin bu sözüne uyarak eline kitap alıp Bayburt seferine çıkmış Hocaefendi. Soner Yalçın “Vatan, demokrasi ve özgürlüğü inşa eden tuğlalardır kitaplar” demekte, Kırkıncı’nın kitabı böylesi kitaplardan değil. Müslümanları uyuşturma, batı emperyalizmi ve kapitalizmine uyumlaştırma kitaplarıdır onların kitapları. “Harpler harflerle olacakmış”, Said Nursi’nin Hurufiliğinin bir tezahürü, çeşitli cifir ve ebcet hesapları yaparak kendisine Ku’ran’dan paylar, payeler çıkarmakta. Prof.Dr. Zekeriya Beyaz’ın “Kendi Belgeleriyle Said Nursi ve Nurculuk” ile Mustafa Yıldırım’ın “Meczup Yaratmak” adlı kitaplarında bir dolu örnek var bu bağlamda. Birkaçını sunayım: Güya Nur Suresi, Said Nursi ve kitaplarını haber veriyormuş, Hazreti Ali, Risale-i Nur’a işaret etmiş. Said Nursi, Nur Suresi’nin 4/43. ayetinin sad harfini sin harfine çevirerek kendi adı Said’e döndürüp kendine payeler çıkarmakta. Ve Nur Risaleleri, Allah’ın mucizeleriymiş… Daha neler neler… 

Harfle savaş bu sapkınlıklar işte.

Devam edelim Kırkıncı’yı Bayburt’ta otobüsten indirelim, bakalım neler olacak:

“Otobüsten indiğim sırada öğle ezanı okunuyordu. Hemen en yakın camiiye gittim. Bütün cemaat şapkalıydı ve namaz kılarken şapkalarını ters çevirmişlerdi. Cemaat içinde sadece imamın başında fes ve benim başımda da takke vardı.”

İmamın başında “fes” varmış. “sarık” yokmuş. Nerede? Bayburt’ta. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde hep dindar olmuş ve öyle kalmış bir beldeden söz ediyor.  Bayburt gibi bir yerde imam sarıklı değil, fesli. Ve yıl da 1954, yani Demokrat Parti dönemi, o yıllarda Said Nursi’nin eline sarılan DP Milletvekilleri, Bayburt’ta bir cami imamına (hangi cami olduğunu da yazmamış nedense) bir sarık takamamışlar. Yalan külliyen yalan! Buna inanacak bir Bayburtlu'yu ben tahayyül edemiyorum.

Ama durun, namaz sonrasını da dinleyin, bakın neler olmuş:

“Namazı kıldıktan sonra herkes çıktı. Bir süre bekledim. Sonunda dışarı çıktım. Kapıda bir adamın beklediğini gördüm. Lacivert, çizgili takım elbiseli bir adamdı. Polis olduğundan şüphelendim. Sert bir şekilde:

‘Merhaba Efendi’ dedi.

Ben de:

‘Merhaba’ dedim. Sonra birden:

‘Sen Nurcu musun?’ diye sordu. Biraz çekinerek, ürkek bir şekilde Nurcu olduğumu söyledim. Bayburt’ta kimi görmeye geldiğimi sordu. Hiç kimseyi tanımadığımı söyleyince sert bir şekilde:

‘Peşimden gel’ dedi. Ben Emniyet Müdürlüğüne gidiyoruz zannettim.

Beraberce Kırkçeşmeler denilen yere gittik, bir berber dükkânının önünde durduk. Takım elbiseli adam berbere:

‘Berber Mehmet, sana bir misafir getirdim. Onunla ilgilen’ dedi. Berber:

‘Peki Efendim!’ dedi. Ben içeri girdim. Adam oradan uzaklaştı. Daha sonra

berbere o adamın kim olduğunu sordum. Berber, adamı tanımadığını, ilk defa gördüğünü söyledi.

‘Eğer Bayburtlu olsaydı onu tanırdım. Yabancı birisi olmalı’ dedi.

Berber o sırada birisini tıraş ediyordu. Bana dönerek:

‘Merhaba! Hoş geldin’ dedi.

‘Hoş bulduk’ dedim. Beni şöyle bir süzdükten sonra:

‘Öğretmen misin?’ diye sordu.

‘Hayır, değilim’ dedim.

‘Hafız mısın?’ dedi. Hafız da olmadığımı söyleyince sert bir şekilde:

‘Ya nesin?’ diye sordu. Hoca olduğumu söyledim.

‘Cami hocası mı?’ dedi.

‘Hayır’ dedim, ‘Medrese hocasıyım. Arapça okutuyorum’, Bunu duyunca çok şaşırdı.

‘Yani şimdi sen Kur’an’ı anlıyor musun?’ diye hayretle sordu.

Ben de:

‘Elimden geldiği kadar anlamaya çalışıyorum’ dedim. Yanındaki çırağa dönerek:

‘Koş! Hemen Cemal’i, Şerif Ustayı, Mahir Ustayı,. . . çağır gelsinler’ dedi. Gelenlerin hepsine benim Kur’an’ı anladığımı söyleyerek hayretini ve sevincini onlara da ifade etti. Tanıştık. Hepsi Bayburt’un dindar gençlerinden idiler ve hepsi de terzi idi. Etrafıma toplandılar ve Kur’an ilimlerini nasıl öğrendiğimi, kimlerden ders okuduğumu ve benzeri şeyler sormaya başladılar.”

Yaa gördünüz mü, Bayburt’ta Kur’an’ın anlamını anlayacak bir Allah’ın kulu kalmamış (Bayburt Müftüsü, nerede acaba o sıralarda?), Kırkıncı Hazretleri, Hızır gibi yetişmiş. Kur’an’ı anlamayan Bayburtlular, Kırkıncı’nın Hızır olduğunu, ne hikmetse hemen anlayıvermişler.

Fakat Hızır’ın da bir Hızır’ı var. O lacivert çizgili takım elbiseli, o esrarengiz adam, tam bir Hızır. Kapıda bekliyor, ona yöneliyor, “Nurcu musun?” diye soruyor, bu da korkmadan “Nurcuyum” diye yanıtlıyor ve alıp onu bir berbere götürüyor ve “Bire berber al bunu birlikte nurculuk edin” diyor adeta. Berber de tanımadığı bu esrarengiz adamın dediğini hemen yapıveriyor.

Breh breh breh!

Breh breh de, şu rüyayı da bir dinleyin, bakalım buna ne diyeceksiniz:

“Ben onların sorularını cevaplarken içlerinden Şerif Usta bana dikkatlice baktıktan sonra:

‘Ben bugün bir rüya gördüm. Rüyamda, Bediüzzaman’ın talebelerinden bir zat buraya gelmiş. Yanında da Siracü’n-Nur isimli bir eser getirmiş. Bu efendi rüyada gördüğüm şahsa benziyor’ dedi. Bu rüyayı duyunca birden çok heyecanlandım. Hemen önümdeki çantayı açmaya çalıştım. O kadar heyecanlıydım ki, çantayı bir türlü açamıyordum. Sonunda kitabı çıkarıp masanın üstüne koyunca hepsi dona kaldılar. Kitabı biri bırakıyor, diğeri alıyordu.

Kendileriyle uzunca sohbet ettik. Beraberce yemeğe gittik. Yemekten sonra beni çay bahçesine götürdüler. Çay içerken kitabın neden bahsettiğini sordular ve:

‘Biraz oku da dinleyelim’ dediler. Ders okudum. Hepsi hayran kaldılar. Akşam olunca her biri beni misafir etmek için ısrar ettiler.

Mahir Usta daha baskın çıktı.

‘Bizim ev daha müsait. Bize gideceğiz’  dedi. Yolda kime rast gelse:

‘Bediüzzaman’ın talebesi gelmiş, ders okuyacak. Siz de gelin’ diye evine davet ediyordu. O zamanlar çok sıkı bir takip altında olduğumuz için ben tedirgin oluyordum. Ancak onlara da bir şey söyleyemiyordum. Bu şekilde evine kalabalık bir cemaat topladı. Ben de Risale-i Nurlardan okumaya başladım. Dikkatle dinlediler. Dersten sonra herkes dağılınca içlerinden iki genç yanıma geldi. Kim olduğumu, nereden geldiğimi sordular. Ben kendimi tanıtınca, Babalarının isminin Terzi Hasan olduğunu, babamı tanıdığını söylediler. Ben de babamdan bu ismi sıkça duymuştum. O iki genç beni evlerinde misafir etmek istedilerse de Mahir Usta bırakmadı. O gece Mahir Usta’da misafir oldum.

Sabah kalkınca ben hemen gitmek istedim. Çünkü akşamki dersten dolayı başımıza bir iş gelmesinden korkuyordum.

‘Olmaz! Bugün kalenin arkasında kıra gideceğiz’ dediler. Kalenin arkası daha tenha olacağı için kabul ettim.

Kale’ye gittik. Yemek faslından sonra rüyayı gören Şerif Usta:

‘Benim babamın bu yakında evi var. Evin yakınlarında da arı kovanları var. Gidip orayı da bir gezelim’ dedi. Arı kovanlarının yanına gittiğimizde birçok arının sürekli kovanların girişinde durduklarını, hiçbir yere ayrılmadıklarını gördüm. Hayret ettim. Bu arıların niye orada öylece durduklarını sordum. Şerif Usta:

‘Onlar nöbetçi. Kovana girmeye çalışan yabancı arıları kovana sokmuyorlar’ dedi. Hayretim daha da arttı. Bir kovanda kaç arı olduğunu sordum. Yaklaşık kırk elli bin tane olduğunu söyledi. Hayatımda ilk defa böyle bir şey duyuyordum.

‘Allah, onlara nasıl bir kafa vermiş ki, kırk elli bin arının hepsini tanıyorlar. Onları kovana alıyorlar, yabancıları almıyorlar. Biz bu zekâmızla tanıdığımız birkaç kişiyi karıştırıyoruz. Onlar o küçücük kafalarıyla bunu nasıl yapıyorlar?’ diye hayretle tefekkür ettim. Ve bunun Yüce Allah’tan azametine bir delil olduğunu ve Kur’an-ı Kerîm’de bir sûreye arının adı olan Nahl isminin verilmesinin hikmetini anladım.”

Bu arı mucizesine bir diyeceğim yok, çünkü arıcılık ve bekçi arılar hakkında bir bilgim yok,  ama bu tür anlatımlar konusunda Kırkıncı’nın sabıkası olduğunu çok iyi biliyorum, onun için de ihtiyatla karşılıyorum. Sabıkası şu: Benim öğrencilik yıllarımda anlatırlardı Erzurum’da. Kırkıncı toplamış, şakirdini, müridini, diyecek ki “Adalet Partisi’ne oy verin ve çalışın” fakat öyle yekten demek olmuyor, bir keramet, bir olağanüstülük katmak gerek söze. Eklemiş: “Möhteremler geçenlerde Ziraat Fakültesine bizim imanlı hocalarımızı ziyarete gittim. Baktım önlerinde mikroskop denilen alet, bir şeye bakıyorlar. Merak ettim sordum, atın hücrelerini inceliyorlarmış, bana da gösterdiler. Gözümü uydurdum baktım, bir de ne göreyim, atlar vızır vızır o yana koşuyor bu yana koşuyor, sanki Sultan Aziz’in tavlasıdır. Hikmet-i Hüda, bu atların ekserisi de kırat.”

Böylece mesaj alınmış.

Kırkıncı öylesine siyasetin ve iktidarlarla iç içedir ki, 12 Eylül döneminde Evren’e yanaşmış, güvenini kazanmış, yazdığı bir mektupla zorunlu din dersinin 1982 anayasasına girmesini sağlamıştır. Sonra köprülerin altından nice sular akmış, 2010 anayasa değişikliği için yapılan halk oylaması öncesi (08.08.2010) Zaman Gazetesi’ne “Evet demek, insani, İslami ve vicdani bir borçtur” demecini verebilmiştir.

Evet, Kırkıncı’nın Bayburt anılarına dönelim yine, bakalım sonra neler olmuş:

“Akşam yine ders okuduk. Yine Mahir Usta’da misafir oldum. Sabahleyin Terzi Hasan’ın oğlu Yusuf geldi. Babası beni görmek istemiş. Yanına gittik. Çok yaşlı fakat bilgili ve şuurlu bir insandı. Bana babamla tanıştıklarından, onunla birlikte geçen günlerinden bahsetti. Bediüzzaman Hazretleri’nin Erzurum’dan sonra Bayburt’a geldiği sırada sohbetinde bulunduğunu söyledi. Üstadın, ulema ile yaptığı sohbette şöyle bir misal verdiğini nakletti:

‘Bir zat gelse ki bir elinde Sübhan Dağı, diğer elinde Ağrı Dağı var. O zat dese ki:

‘Ben bu Bayburt Kalesi’ni kaldıracağım’ Ona inanmaz mısınız? İşte Kâinatta öylece Cenab-ı Hakk’ın yed-i kudretindedir. Cenab-ı Hak da Küre-i Arz’ı kaldırıp yerine cenneti getirecektir.’”

Bak bak bak! Demek Bayburt’ta ulema da varmış ha! Hani Kur’an’ın mealini bilen yoktu, sarıklı Hoca yoktu?...

Kırkıncı’nın Bayburt’a vedasında da abartılı iletiler ve saptırmalar var yine:

“O gün Bayburt’tan ayrılmak üzere otobüse bindiğimde bir hayli insan beni uğurlamaya gelmişlerdi. Ben bir an önce otobüsün hareket etmesini bekliyordum. Çünkü her an tehlikedeydik, polisler bizi rahatsız edebilirdi. Sonunda otobüs hareket etti ve sağ salim Erzurum’a döndük.

Bayburt’a daha sonraki gidişlerimde hep Terzi Hasan’ın evinde kaldım.”

Said Nursi, geliyor yıllar önce, sonra Kırkıncı geliyor, rahatça faaliyet gösteriyor, hatta yardım görüyor bazı esrarengiz kişilerden. En fazla müsaadeye mazhar oldukları Demokrat Parti devrinde bile, sıkı takip altında olduklarını öne sürüyor, böylece ucuz kahramanlık yaparak yeni nesli de kandırmaya çalışıyor. Herkesi kör âlemi (özellikle de biz Bayburtlular'ı) sersem sanıyor.

Ama yanılıyor. Bu dolmaları ancak çevresindeki otomatlara yutturabilir.