TRT’nin aydınlık saçan TRT olduğu yıllarda yayımlanan “Cumhuriyete Kanat Gerenler” adlı belgeselde izlemiş ve dinlemiştim Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın babalarının kısa yaşam öyküsünü. O belgeselden öğrenmiştim babalarının Kâzım Karabekir’in Sarıkamış ve Erzurum Yetimler mekteplerinde okuyup gelecek kazandığını. Erzurum ve Sarıkamış’ta bulunduğum yıllarda o mekteplere değgin öyle çok öykü dinlemiş, öyle çok kimse tanımıştım ki o mekteplerde okumuş olan. Dolayısıyla bu iki değerli şair-yazar’ın babalarının öyküsünü de belleğimdeki kardeş öykülerin yanına yerleştirivermiştim.
Sonra Azerbaycan’da, ünlü şair Fikret Qoca, Ataol Behramoğlu ile ilgili bir anısını anlatmıştı bana ve rahmetli Şemsi Belli Ağabey’e. O ilginç ve de gülünç anıyı, Berfin Bahar Dergisi’nde yazmış, “Tanış Ünlüler Anılar Giz Dökümleri” adlı kitabıma da almıştım.
Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında Bayburt Dede Korkut Kültür Sanat Şenliği’ne davetliydim şair olarak. Ataol Behramoğlu da özel konuklardan biriydi. Yüz yüze orada tanışma fırsatı buldum ve kendisi ile ilgili anının olduğu kitapla birlikte kitaplarımdan imzalayıp verdim. Sonra Kasım ayındaki İstanbul Tüyap Kitap Fuarında karşılaştık. Yeni çıkan ve çevirisini yaptığım “Bilimsel Ateizm” adlı kitabım ilgisini çekti. Önemli bir yapıt olduğunu söyledi.
Nihat Behram’ı ise şiirlerinden ve okuduğum “Gurbet” adlı romanından biliyorum. Benim gibi okumayı-yazmayı vazgeçilmez yaşam biçimi olarak algılayıp uygulayan kimselerde her kitap kalıcı iz bırakmaz, okur geçeriz. Bırakanlar da mutlaka nitelikli yapıtlardır. Gurbet Romanı da öyle idi; dil şiirsel, öykü gerçek ve yakıcı, kurgu sürükleyici idi.
Ve 1 Mayıs 2020 tarihinde ben, yeni bir kitabın omurgasını kızağa koydum. Mustafa Suphi olayını başka bir açıdan araştırıp yazmaya karar verdim. Mustafa Suphi olayını işleyen edebi yapıtlar da bu araştırmamın ilgi alanı içinde idi. 65 yaş üstü olduğum için evden dışarı çıkamıyorum, internetten kitaplar bulup getirtmeye başladım. Bu kitaplardan biri de Nihat Behram’ın “Miras” adlı romanı oldu. Everest Yayınları arasından çıkmış ve şimdiye dek 4 baskı yapmış.
Kitaptan, kitap çalışmamla ilgili bölümleri aldım. Nihat Behram, Mustafa Suphi olayını yaratan tarihsel ve ideolojik koşul ve olayları sıralamış, yorumlamış; eleştiriler, saptamalar, çözümlemeler yapmış. Bu bölümlerle ilgili daha fazla söz etmeyeyim, kitabıma kalsın.
Ama romandan söz edeceğim, söz etmem eski deyimle “şart ve elzem…”
Nihat Behram, ailesinin öyküsünü yazmış, dedelerinden kendi kızına dek. Acılı dört-beş kuşağın öyküsü. “Acılı” söylemini öyle rastgele kullanmadım. Halkların, dillerin, dinlerin, geleneklerin, ulusal ve dinsel tutku ve duyguların at oynattığı Kafkasya coğrafyasındaki kanlı boğuşmanın içine düşen bir aile… Ermeni vahşetinden kaçarken çilenin her türlüsünü yaşayan iki küçük kardeş… Sonra büyük dayanamıyor, bırakıp gidiyor küçücük kardeşini, göçüyor o gidilip gelinmeyen diyara. Altı yaşında bir çocuğun yaşama savaşı böylece başlıyor. O çocuk Ataol ve Nihat kardeşlerin babaları (diğer kardeşler de var da, biz edebiyat bakımından onları önde tutmaktayız).
O çocuk cumhuriyetle birlikte büyüyor, cumhuriyet ne çekmişse hepsini çekiyor, cumhuriyet neyi başarmışsa, o başarıda onun da payı var, helal emeği, bilgisi, dürüstlüğü var.
Ama çocukların uyuşmazlığı başlıyor “müesses nizam”la ikisi de sosyalist ve yazarlar, şairler… Bu da yetiyor “tehlikeli” olmaya. Her darbede darbe yiyorlar, 1980 darbesinden sonra Nihat Behram, İsviçre’ye gidiyor ve dönmediği için askeri rejim tarafından yurttaşlıktan çıkarılıyor. Sonra demokrasiye dönülüyor, bu kararlar da değişiyor. Ama o yurtdışı gurbetlik günlerinde de çileli yaşam var. Ateşler içinde yatan kızına “Sana düş bulmalıyım/Gidip iş bulmalıyım” diyerek, bulduğu her işe atılmak var. Manavlık, bahçıvanlık, et taşıyıcılığı gibi işlerle ekmeğini kazanmaya girişiyor Nihat Behram. Bu günlere ilişkin anlatımları, öyle kuru anlatımlar değil. Yaptığı işleri öykülerken yorumluyor da. O yorumlar insanı düşündüren, özünü etkileyen, gözünü açan yorumlar. Yazarın farkı da burada zaten, herkes çalışır, o çalışırken düşünür, o işi yorumlar, sonuçlar çıkarır.
Bu roman şiirsel bir dille yazılmış, neredeyse her satırında bir özdeyiş, bilgelik var. Bunlardan bazı derlemeler yaptım, sizlere de sunayım:
“Yaşam ve umut çocukların uykusunda kesişir.”
“En saf bilgelik çocukların bilgeliğidir. Çocukların bilgeliği içgüdüseldir. Saflığı bundandır.”
Sonra Azerbaycan’da, ünlü şair Fikret Qoca, Ataol Behramoğlu ile ilgili bir anısını anlatmıştı bana ve rahmetli Şemsi Belli Ağabey’e. O ilginç ve de gülünç anıyı, Berfin Bahar Dergisi’nde yazmış, “Tanış Ünlüler Anılar Giz Dökümleri” adlı kitabıma da almıştım.
Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında Bayburt Dede Korkut Kültür Sanat Şenliği’ne davetliydim şair olarak. Ataol Behramoğlu da özel konuklardan biriydi. Yüz yüze orada tanışma fırsatı buldum ve kendisi ile ilgili anının olduğu kitapla birlikte kitaplarımdan imzalayıp verdim. Sonra Kasım ayındaki İstanbul Tüyap Kitap Fuarında karşılaştık. Yeni çıkan ve çevirisini yaptığım “Bilimsel Ateizm” adlı kitabım ilgisini çekti. Önemli bir yapıt olduğunu söyledi.
Nihat Behram’ı ise şiirlerinden ve okuduğum “Gurbet” adlı romanından biliyorum. Benim gibi okumayı-yazmayı vazgeçilmez yaşam biçimi olarak algılayıp uygulayan kimselerde her kitap kalıcı iz bırakmaz, okur geçeriz. Bırakanlar da mutlaka nitelikli yapıtlardır. Gurbet Romanı da öyle idi; dil şiirsel, öykü gerçek ve yakıcı, kurgu sürükleyici idi.
Ve 1 Mayıs 2020 tarihinde ben, yeni bir kitabın omurgasını kızağa koydum. Mustafa Suphi olayını başka bir açıdan araştırıp yazmaya karar verdim. Mustafa Suphi olayını işleyen edebi yapıtlar da bu araştırmamın ilgi alanı içinde idi. 65 yaş üstü olduğum için evden dışarı çıkamıyorum, internetten kitaplar bulup getirtmeye başladım. Bu kitaplardan biri de Nihat Behram’ın “Miras” adlı romanı oldu. Everest Yayınları arasından çıkmış ve şimdiye dek 4 baskı yapmış.
Kitaptan, kitap çalışmamla ilgili bölümleri aldım. Nihat Behram, Mustafa Suphi olayını yaratan tarihsel ve ideolojik koşul ve olayları sıralamış, yorumlamış; eleştiriler, saptamalar, çözümlemeler yapmış. Bu bölümlerle ilgili daha fazla söz etmeyeyim, kitabıma kalsın.
Ama romandan söz edeceğim, söz etmem eski deyimle “şart ve elzem…”
Nihat Behram, ailesinin öyküsünü yazmış, dedelerinden kendi kızına dek. Acılı dört-beş kuşağın öyküsü. “Acılı” söylemini öyle rastgele kullanmadım. Halkların, dillerin, dinlerin, geleneklerin, ulusal ve dinsel tutku ve duyguların at oynattığı Kafkasya coğrafyasındaki kanlı boğuşmanın içine düşen bir aile… Ermeni vahşetinden kaçarken çilenin her türlüsünü yaşayan iki küçük kardeş… Sonra büyük dayanamıyor, bırakıp gidiyor küçücük kardeşini, göçüyor o gidilip gelinmeyen diyara. Altı yaşında bir çocuğun yaşama savaşı böylece başlıyor. O çocuk Ataol ve Nihat kardeşlerin babaları (diğer kardeşler de var da, biz edebiyat bakımından onları önde tutmaktayız).
O çocuk cumhuriyetle birlikte büyüyor, cumhuriyet ne çekmişse hepsini çekiyor, cumhuriyet neyi başarmışsa, o başarıda onun da payı var, helal emeği, bilgisi, dürüstlüğü var.
Ama çocukların uyuşmazlığı başlıyor “müesses nizam”la ikisi de sosyalist ve yazarlar, şairler… Bu da yetiyor “tehlikeli” olmaya. Her darbede darbe yiyorlar, 1980 darbesinden sonra Nihat Behram, İsviçre’ye gidiyor ve dönmediği için askeri rejim tarafından yurttaşlıktan çıkarılıyor. Sonra demokrasiye dönülüyor, bu kararlar da değişiyor. Ama o yurtdışı gurbetlik günlerinde de çileli yaşam var. Ateşler içinde yatan kızına “Sana düş bulmalıyım/Gidip iş bulmalıyım” diyerek, bulduğu her işe atılmak var. Manavlık, bahçıvanlık, et taşıyıcılığı gibi işlerle ekmeğini kazanmaya girişiyor Nihat Behram. Bu günlere ilişkin anlatımları, öyle kuru anlatımlar değil. Yaptığı işleri öykülerken yorumluyor da. O yorumlar insanı düşündüren, özünü etkileyen, gözünü açan yorumlar. Yazarın farkı da burada zaten, herkes çalışır, o çalışırken düşünür, o işi yorumlar, sonuçlar çıkarır.
Bu roman şiirsel bir dille yazılmış, neredeyse her satırında bir özdeyiş, bilgelik var. Bunlardan bazı derlemeler yaptım, sizlere de sunayım:
“Yaşam ve umut çocukların uykusunda kesişir.”
“En saf bilgelik çocukların bilgeliğidir. Çocukların bilgeliği içgüdüseldir. Saflığı bundandır.”
“Acının en korkuncu kanamayandır.”
“Umut, çıkarcı, uyumsuz bir alanda (sözgelimi şans oyunlarında) ona sığınanlar için, asık yüzlü ve yanıltıcıdır.”
“Kök verdiği toprak insanın hayatıdır. Ölümse o toprağın korumasıdır.”
“Yaşlılar çoğunlukla düşlerinden bakarlar dünyaya.”
“İnsan bilgilendikçe, bilgi ise sese döndükçe kuvvetlenir.”
“Eleştiri umut kuşunun yemidir.”
“Düş merakın oynaşıdır.”
“İnsanın bulduğu sığınak-adını kim ne koyarsa koysun-yine kendisidir.”
Bu kadarla yetinmeyeceğim ama daha geniş de bir alıntı yapacağım ki, meramım daha net anlaşılsın:
“Umut en çok da kötümserin ağzında öz anlamını aranır. Çünkü teslim olmayış kötümserlikte gizlidir. Hiç kuşku yok, umudun arandığı şey direniş ruhudur, itirazdır, eleştiridir. Direniş ruhuyla beslenmeyen umut, yeşerip yaşamını sürdüremez. Ardıç tohumunu çimlendiren ardıç kuşudur. Ardıç kuşunun konmadığı ardıç nasıl tükenmeye tutsaksa, direniş ruhundan beslenmeyen umut da sönmeye tutsaktır. İyimserin umudu ölü doğmuş (en iyimser tanımla: kısır doğmuş) bir umuttur. Eleştirinin en çorak vadisi iyimserliktir. Eleştiri kötümserliğin hasadıdır. Eleştiri umut kuşunun yemidir. Körü körüne inançlar ve politik ihtiraslar için eleştiri, sökülüp atılması gereken ayrıkotudur. Yani Tanrılar ve politikacılar için kuşku, eleştiri, itiraz, günahlar ve yasakların zinciri altındadır, aforozludur. Onlar koydukları kurallara sadece dua, tapınma ve itaat isterler. Oyunbozanlık şeytanın huyudur, oyunbozan olmak şeytanlıktır. Şeytan, meleklerin en hizaya gelmezi, en söz dinlemezi, en yoldan çıkaranı, en baş eğmezi, en düzen tanımazıdır zaten. Dinler ve düzenler hizaya getirmenin, söz dinletmenin, yola sokmanın, baş eğdirmenin, düzene uydurmanın kuralları üstüne kuruludur. Tanrı da, kral da, ihtiras ve körü körüne inanç kırbaçıyla dolaşır. Bağlılıktan anladıkları eleştirisiz bağımlılıktır. Uysallıktan anladıkları baş eğmedir, teslimiyettir, oyunbozanlık yapmamaktır. Yoldan anladıkları itaattir. İnançtan anladıkları dua ve tapınmadır. Düzenden anladıkları köleliktir. Eğitimden anladıkları işkencedir. Ezber tek düşünme yöntemidir. Özgür olan tek şey ezberdir. Eleştiri yasaktır. Oysa ne bilim kendini eleştirisiz üretebilir ne de sanat.”
Her kitap bir tümce ile biter ama her kitabın son tümcesi bir anlam ve ileti taşımaz. Bu kitabın son tümcesi bu taşıyıcılığı yapıyor, kalıcı bir iz bırakarak. Son tümce şu: “Yazık ki çocuğum gerçeğe doğru büyüyecek”. Böyle demesinin öyle çok nedeni var ki, bu nedenler ancak kitap okunduğunda anlaşılabilir. Yazarın kızı ile olan diyalogları da bu son tümceye götüren etkenlerden biri, bakınız ne diyor babaya: “Sen bana hep bir şey okur gibi bakıyorsun.”
Bu kitap beni anayurtlarıma da götürdü, o bakımdan da özel ve değerli. Kars, anamın memleketi, anam 90 yaşında hâlâ Sarıkamış’taki evimizde oturmakta. Dedem Bayburt’tan Sarıkamış’a savaşmaya gelmiş o ünlü harekatta, yaralı dönmüş. Babamın 1954 yılında ilk memuriyeti Sarıkamış. Sonra yine döndü dolaştı oraya geldi. Ben eşimi orada tanıdım, orada evlendim, orada yaşadım 13 yıl. Kars, Iğdır ve Ardahan’ın her yanını, yönünü ve yerini bilirim, insanını tanırım. Nihat Behram, Iğdır ve Tuzluca’yı anlatırken ben de babamın Iğdır’da Ziraat Bankası Müdürlüğü yaptığı günlere gittim.
Tarih ve coğrafya bilgisi, bilinci, aydın olmanın, yurtseverliğin temel taşı. Tarihin ayrıntıları da işte böylesi edebi yapıtlarda bulunuyor. Ben bu kitabı geç keşfettiğime hayıflandım. Size de hayıflanmalar diliyorum. Hele de Karslı ve Iğdırlılara…
Bu kadarla yetinmeyeceğim ama daha geniş de bir alıntı yapacağım ki, meramım daha net anlaşılsın:
“Umut en çok da kötümserin ağzında öz anlamını aranır. Çünkü teslim olmayış kötümserlikte gizlidir. Hiç kuşku yok, umudun arandığı şey direniş ruhudur, itirazdır, eleştiridir. Direniş ruhuyla beslenmeyen umut, yeşerip yaşamını sürdüremez. Ardıç tohumunu çimlendiren ardıç kuşudur. Ardıç kuşunun konmadığı ardıç nasıl tükenmeye tutsaksa, direniş ruhundan beslenmeyen umut da sönmeye tutsaktır. İyimserin umudu ölü doğmuş (en iyimser tanımla: kısır doğmuş) bir umuttur. Eleştirinin en çorak vadisi iyimserliktir. Eleştiri kötümserliğin hasadıdır. Eleştiri umut kuşunun yemidir. Körü körüne inançlar ve politik ihtiraslar için eleştiri, sökülüp atılması gereken ayrıkotudur. Yani Tanrılar ve politikacılar için kuşku, eleştiri, itiraz, günahlar ve yasakların zinciri altındadır, aforozludur. Onlar koydukları kurallara sadece dua, tapınma ve itaat isterler. Oyunbozanlık şeytanın huyudur, oyunbozan olmak şeytanlıktır. Şeytan, meleklerin en hizaya gelmezi, en söz dinlemezi, en yoldan çıkaranı, en baş eğmezi, en düzen tanımazıdır zaten. Dinler ve düzenler hizaya getirmenin, söz dinletmenin, yola sokmanın, baş eğdirmenin, düzene uydurmanın kuralları üstüne kuruludur. Tanrı da, kral da, ihtiras ve körü körüne inanç kırbaçıyla dolaşır. Bağlılıktan anladıkları eleştirisiz bağımlılıktır. Uysallıktan anladıkları baş eğmedir, teslimiyettir, oyunbozanlık yapmamaktır. Yoldan anladıkları itaattir. İnançtan anladıkları dua ve tapınmadır. Düzenden anladıkları köleliktir. Eğitimden anladıkları işkencedir. Ezber tek düşünme yöntemidir. Özgür olan tek şey ezberdir. Eleştiri yasaktır. Oysa ne bilim kendini eleştirisiz üretebilir ne de sanat.”
Her kitap bir tümce ile biter ama her kitabın son tümcesi bir anlam ve ileti taşımaz. Bu kitabın son tümcesi bu taşıyıcılığı yapıyor, kalıcı bir iz bırakarak. Son tümce şu: “Yazık ki çocuğum gerçeğe doğru büyüyecek”. Böyle demesinin öyle çok nedeni var ki, bu nedenler ancak kitap okunduğunda anlaşılabilir. Yazarın kızı ile olan diyalogları da bu son tümceye götüren etkenlerden biri, bakınız ne diyor babaya: “Sen bana hep bir şey okur gibi bakıyorsun.”
Bu kitap beni anayurtlarıma da götürdü, o bakımdan da özel ve değerli. Kars, anamın memleketi, anam 90 yaşında hâlâ Sarıkamış’taki evimizde oturmakta. Dedem Bayburt’tan Sarıkamış’a savaşmaya gelmiş o ünlü harekatta, yaralı dönmüş. Babamın 1954 yılında ilk memuriyeti Sarıkamış. Sonra yine döndü dolaştı oraya geldi. Ben eşimi orada tanıdım, orada evlendim, orada yaşadım 13 yıl. Kars, Iğdır ve Ardahan’ın her yanını, yönünü ve yerini bilirim, insanını tanırım. Nihat Behram, Iğdır ve Tuzluca’yı anlatırken ben de babamın Iğdır’da Ziraat Bankası Müdürlüğü yaptığı günlere gittim.
Tarih ve coğrafya bilgisi, bilinci, aydın olmanın, yurtseverliğin temel taşı. Tarihin ayrıntıları da işte böylesi edebi yapıtlarda bulunuyor. Ben bu kitabı geç keşfettiğime hayıflandım. Size de hayıflanmalar diliyorum. Hele de Karslı ve Iğdırlılara…