Kafalarda içten içe sorular dolaşmakla birlikte suskunluğun tercih edildiği günlerdi. 12 Eylül sonrasının ilk zamanları, bir nekahet halinin rehavetini yansıtıyordu. Bayburt’a gitmiştim. Bir yandan gözlemlerde bulunuyor, bir yandan da sıla kokuları arasında çıkagelen geçmiş zamanlara dalıyordu.
Karadeniz sahil yolunda insanların yüzündeki rahatlama belli oluyordu. Erzurum’da ise daha çok şehir efsaneleri üretimi başlamıştı. Benzer bir hali 27 Mayıs darbe sonrası günlerinde de gördüğümü hatırlıyorum. Erzincan’da da durum böyleydi. Kenan Evren efsanesi besleniyordu.
Entelektüel çevrelerde ise kısık sesli bazı soru işaretleri dile getiriliyor, daha ziyade, Başbakanlığı döneminde anarşinin tavan yaptığı Bülent Ecevit’e karşı değil de, Süleyman Demirel hükümetine darbe yapılmış olmasının yorumları ağırlık kazanıyordu. Ancak yine de geniş kitleler bu nekahat halinin rehavetinden memnun gözüküyordu.
Sonbaharın getirmiş olduğu sarı dinginlik de bu rehaveti mistik bir suskunluğa dönüştürüyordu. Ben de eski günlere dalıp gidiyordum.
İşte böyle günlerde Bayburt’tan Erzurum’a okula giderdim. Ovanın ortasındaki Yavuz Selim İlköğretim Okulu, binaları yeni boyanmış olarak bizi bağrına alırdı.
1961’in Eylül ayı ortasında köyümden Bayburt’ta indiğimde gazetelerin ilk sayfasında idam sehpasına doğru götürülen Adnan Menderes’in resimleri yer alıyordu. İdam sehpasına çıkarılıp boynuna ipin geçirildiği an yüzünde beliren ifade günlerce gözümün önünden gitmemişti. Acaba 12 Eylül de böyle dramatik sahnelere yol açar mıydı?
Yassıada yargılamalarını izlediğimiz radyo ve gazetelerin sergilediği tablo dramatikti. Suçlular vardı ve adaletin önüne çıkarılmışlardı. Okulumuzda 27 Mayıs ve Yassıada belgeselleri izletiliyordu. Bizler, çoğunluğu Demokrat Parti’li ailelerin çocuklarıydık. Demokrat Partililer için “Düşükler… Kuyruklar…” sıfatları kullanılıyordu. Buna için için üzülüyorduk. Öte yandan seyrettiğimiz belgesellerden yansıtılan hava o kadar duygusallık aşılıyordu ki, koyu Demokrat Parti’li aile çocuğu olan bazı arkadaşlarımızın gözleri yaşarıyor, Celal Bayar’a ve Adnan Menderes’e küfretme noktasına düşebiliyorlardı.
Daha sonra 1961 genel seçimlerinin ardından diller biraz çözülmeye başlamış, biz de perde arkasında nasıl zulümler yaşandığını duymaya başlamıştık. Mesela Menderes’in ensesinde sigara söndürmeler…
Celal Bayar’ın intihar teşebbüsünün, suçluluk duygusundan kaynaklandığını öne süren basın, kitlelerin önemli bir kısmını buna inandırmıştı. Şimdi öğreniyorduk ki Bayar, gördüğü zulümler karşısında böyle girişimlerde bulunmuştu. Tokatlanmalar, hücreye atılmalar, hakaretler, bunların hepsi, bize gösterilen belgesellerin perdelediği arka plan dramlarıydı. Bazı intiharlar da olmuştu. Fakat bunların hepsi, basın tarafından, “suçluluk duygusu”nun sonucu olarak yansıtılmıştı.
Şimdi köyümde bir kez daha yaşadığım bu Eylül kuşatmasında o günlere dönüp bakarken, elbette siyasi düşüncelerden çok daha fazla olarak hayallerimle yaşamış olduğumu hatırlıyorum.
O hayallerin hiçbirine şimdi de yabancı değilim. O zaman son baharla birlikte tabiatı kuşatan hüzün bana hep tatlı gelirdi. Bakıyorum şimdi de öyle. Hazan beni hep etkilemiştir. Daha sonraları bundan kaynaklanan hüzünlere “soylu hüzün” demişimdir. Peki “soysuz hüzün” var mıydı? Bana göre elbette vardı. Derin bir arka plan kültüründe beslenen şarkılar ve türkülerdeki hüzün soyluydu, tefekkür boyutları olandı. Ama o sıralarda çığlık çığlığa ortalığı kaplayan, kahvelerden, minibüslerden taşan arabesk şarkılardaki hüzün beni tırmalıyordu… İşte orada olansa yoz hüzündü…
Söz konusu ettiğim arabesk ürünler yaygınlaştığına göre, demek ki toplumun iç dünyasında bir erozyon hükmetmeye başlamıştı. Bu da bir duygusallıktı ama bana çok sığ geliyordu. Orhan Veli’nin şiirden atmak istediği “duygusallık” bu olsa gerek diye düşünüyordum. Bir şarkı ya da bir şiiri dinlerken gözde beliren nem, hangi derinliklerin ya da hangi sığlıkların ürünüydü?
İşin bu noktasında, beslenilen kültür, ya da kültürsüzlük belirmeye başlıyordu. Bizim türkülerimizin ana rahminin köy ve köylü olduğu yönünde bir kabul vardı. Vıcık vıcık yayılan arabesk parçaların mekânı da köyden göç etmişlerin mekânı olan varoşlardı.
Kökünden kopartılmış haldeki kültürümüzün varoşlardaki sürgünleri, karşımıza “arabesk” olarak çıkıyordu, inliyordu, sızlıyordu. İşte tam burada Yahya Kemal’in mısraları dökülüyordu dilimden “Sızlatır bazı saatlerde derin bir acı/Kökü toprakta, kendi kesilmiş ağacı…”
Öğrencilik yıllarımda köy edebiyatı furyasının etkisinde kalmıştım. Bir yaz tatilinde yazmış olduğum “Köyün yabancısı” adlı piyesim o yıl okulumuzda sahnelenmiş, çevre köy ve kasabalarda da temsil edilmiş, Erzurum merkez de oynanmıştı. O teşvik edici durumdan sonra tiyatro yazma tutkum yüreğimin bir köşesinde hep yaşıyordu.
Kültür Bakanlığına giriş sırasında aktif idari görevden kaçınmış olmamın temelinde bir sebep de buydu. Tiyatrolar, romanlar, yazmalıydım… Ek olarak bir sebep daha ortaya çıkmıştı. Sadece şiir yazmaya devam edersem, bir yerden kendimi tekrar etme tehlikesine düşebilirdim. Esasen edebiyatın bütün türlerinin biri birinin tamamlayıcısı ve besleyicisi olduğuna inanıyordum.
Mayıs 2013
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...