Namık Kemal Zeybek ve Ülkü Yolu

Abone Ol
Namık Kemal Zeybek daha çok ‘Ülkü Yolu’ adlı eseriyle adından söz ettiren bir isim. Gerçektende hacmi küçük ama muhtevası bu büyük eserin Ülkü camiası içerisinde etkisi çok büyük oldu. Zira bu eser Necip Fazıl’ın Ülkü harekâtı için motor kuvveti tanımlamasına ilave olarak ruh kuvveti tanımlamasını da beraberinde getiren bir eserdir. Malum motor kuvveti Ülkü yolunun Alplik yönünü ortaya koyarken ruh kuvveti de Erenlik yönünü ortaya koyar. Nitekim bu eser Ali Fuat Başgil’in ‘Gençlerle Başbaşa’ adlı eserinden bile çok büyük etki yapıp aradan çok yıllar geçse de Ülkü kervanının hep başucu rehber kitabı oldu diyebiliriz. Gerçekten böyle bir eseri okumak kutlu kervana gerçekten büyük bir ufuk açtı da. Şimdi gel de böyle bir eser sahibini merak etme, ne mümkün. Merak edenler arasından biri olarak bizatihi 12 Eylül sonrası 1987 yıllarında Sultan Ahmet Sağlık Eğitim Merkezinde iş hayatına başladıktan sonra kendisini zahiren görmek nasip oldu. İş hayatına başladık ama o yıllar Ülkü camiasını toparlayacak ne bir doğru dürüst bir dernek, ne de harekâtı toparlayacak bir siyasi oluşum pek ortada gözükmüyordu. Bu yüzden kendimi bu anlamda İstanbul sokaklarında adeta yalnız hissediyordum. O arada aklıma Namık Kemal Zeybek düşüverdi. Duymuştum ki Eminönü’nde Milliyet Pazarlamanın (MİLPA) koordinatörüymüş. Kapısına vardığımda özel kalemden görüşme talebimi belirttikten sonra makam odasına giriverdim. Ve Söze Bayburt’lu olduğumu, Biyolog olarak Sultan Ahmet Sağlık Eğitim Merkezinde çalıştığımı, Lise yıllarından beri yazılarını büyük bir aşk ve şevkle okuyan bir okuyucusu olduğunu dile getirdiğimde o da hem hemşerilik hem de hemfikirlik yönünden tanıştığına çok memnun olduğunu dile getirdi. Hoş beş sohbetin ardından sözü Ülkü Yolu Harekâtının nasıl toparlanacağı noktasına getirdim. Benim bu samimi bir arayış içerisinde olduğumu kendiside fark etmiş olsa gerek ki cevaben; “Bakalım Allah kerim, önemli olan vasıtalar değil fikirlerdir. Yeter ki Ülkü davasında samimi olunsun fikriyatımız her vasıtada ve her binek taşında devam ettirmek pekâlâ mümkün” dedi. Böylece bu sözler beni ümitsizlikten ümit var olmaya yetti arttı bile. Derken bu görüşmenin birkaç ay sonrasında tamda benim ikamet ettiğim bölgeden Namık Kemal Zeybek’in ANAP’tan milletvekili adayı olduğunu duyunca ümidim bin kat daha arttı da. Hem de kullandığım oy boşa gitmemiş oldu. Nasıl boşa gitsin ki Türkiye bir zamanlar onu kaçakçıların hevesini kursağında bırakan Gümrük ve Tekel Bakanı Şehit Gün Sazak’ın genç müsteşarı olarak tanımıştı, milletvekili seçildiğinde ise Rahmetli Özal’ın tam da Horasani mayasına uygun Kültür Bakanı olarak tanıyacaktır. Öyle ya vasıtalar bir yere kadarmış, önemli olan fikirlerdi ya, aynen öyle de daha ayağının tozuyla Kültür Bakanı olarak iş başı yaptığında Ahmet Yesevi’den söz etmesi Türkiye’de bir takım mahfilleri rahatsız etmeye yetmiştir. Öyle ki söz konusu mahfiller homurdanmaya başlayıp  “Ahmet Yesevi’de nerden çıktı, bu da kimdir” türünden burun kıvıracaklardır. Tabii o tüm bu serzenişlere aldırış etmeksizin yolunu yol bilen bir bakan olarak faaliyet yürütecektir. Allah’a çok şükürler olsun ki o yıllardan bugüne gelinen noktada malum çevrelerin serzenişi son bulup Hoca Ahmet Yesevi ismi yediden yetmişe hemen herkesin kabulleneceği Türk’ün Pir-i Türkistan’ıdır artık. Hatta Özal rahmetli olduktan sonra bir ara Genel Başkanlık için ismi geçse de ne yazık ki Mesut Yılmaz engeline takılacaktır. Ama o kabına çekilmeyip Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Başdanışmanı olacaktır. İlginçtir kendisinin Başdanışmanı olduğu yıllarda Ankara Pursaklar semtinde camii inşaatı başlatan Seyda Hz.lerinin arkasında Cuma namazı kılmak için gittiğimde kalabalıktan camiinin dışarısında serili sergilerin üzerine oturduğumda bir baktım yanımda Namık Kemal Zeybek oturuyor. Hemen kulağına eğilip belki hatırlayamayabilirsin ama İstanbul’da MİLPA koordinatörü iken ziyaretine gelen hemşerinim demem üzerine bana kartını verip Çankaya köşküne de beklerim dedi. Doğrusu dünya meşgalesi bu ya, ha bugün ha yarın derken bir türlü köşke gitmek nasip olmadı. Hatta kendisi bir ara Muhsin Başkanın şahadetine yakın yıllarda BBP’ye katıldığında doğrusu çok sevinmiştim. Ama şu da var ki, Muhsin Başkan varken daha önceki bulunduğu siyasi vasıtalarda ki gördüğü itibarı burada görmesi pek mümkün gözükmüyordu. Sanırım o da bunu fark etmiş olsa gerek ki soluğu Demokrat Partinin başına geçmekte buldu. Tabii burada da siyasi dikiş tutturamayınca ağırlığını kültürel faaliyetlere verdi. Olsun her ne kadar siyasi hayatta zikzaklar yaşasa da, şu bir gerçek geçmişte kendisinin Ülkü Yolu Harekâtına alperenlik ruhu kazındırması yönündeki gayretleri hiçbir zaman unutulmayacaktır. Hiç kuşku yoktur ki Kültür Bakanı iken Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’yi Türkiye ve Türk Dünyasına tanıtması bakımdan gösterdiği tüm faaliyetleri de unutulmayıp tarihe geçecektir. Öyle ki bugün olmuş halen kurucusu olduğu Ahmet Yesevi Vakfının mütevelli heyetine başkanlık faaliyetlerine devam etmekte de. Malum olduğu üzere Hâce Ahmed Yesevi (k.s), şeyhi Yusuf-i Hemedânî Hz.lerinden aldığı nisbetle gazi dervişlik yol’unun esaslarını Orta Asya ve Türk coğrafyasına yayan kolbaşıdır. Yani Alperen Başbuğ Velidir. Ve bu nisbet Yusuf-i Hemedânî’den iki kola ayrılıp birinci kolda günümüz Gönül Sultanlarından Seyda Hz.lerine uzanan halkada yer alan Abdûhâlik-ı Gücdûvanî (k.s)’ın nisbeti vardır, ikinci kolda ise Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin Orta Asya’ya, oradan Anadolu, Balkanlar ve tüm dünyaya dalga dalga yayılan feyzi ve bereket ışığı vardır. Belli ki Namık Kemal Zeybek sadece Ahmet Yesevi kolunu değil birinci koldan gelen ışık halkasını da ihmal etmemiş ziyaretlerinde bulunmuşta. Nitekim Seyda Hz.leri vefat ettikten sonra bir televizyon kanalında Seyda Hz.lerin anma programını izlerken bir baktım Namık Kemal Zeybek’te konuşmacılar arasında. Hemen bize de programda söylenenleri teybe kayd etmek düştü. Akabinde derleyip kâğıda aktararak makale haline getirdim de. İyi ki de söylenenleri derleyip makale haline getirmişim böylece Seyda Hz.lerinin vefatıyla birlikte Ülkü yoluna ruh katan alperenliğin mana ve ruhuna bir kez daha vakıf olmuş olduk.

Madem öyle Ülkü Yolu Harekâtının eğitici kadrosundan, aynı zamanda 12 Eylül öncesi Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın genç müsteşarı ve 12 Eylül sonrası ANAP’tan Kültür Bakanı olmuş Namık Kemal Zeybek’in ağzından çıkan cümleleri bizatihi derlediğim o makalede bakın Gönüller Sultanından nasıl etkilenmiş, bir görelim. Görelim ki zahir ve batın denilen iki kanaldan şu fani dünyada kurtuluşa nasıl erişileceğini fark etmiş olalım. Ve Namık Kemal Zeybek şöyle diyor:

NAMIK KEMAL ZEYBEK: “KENDİM İÇİN KURTULUŞ YOLU OLARAK, ONLARI SEVMEYİ GÖRÜYORUM...”

Bendeniz 1974 yılında Seyda Hz.lerinin oturduğu Menzil Köyü’nün bağlı olduğu Kâhta’da kaymakamlık yaptım. Babamdan ve babamın kütüphanesinden aldığım bilgi birikimi ile tasavvuf hakkında biraz bilgim vardı. Hz. Mevlana’nın kitaplarını, Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarını ve bulduğum diğer kitapları elimden geldiği kadar okumaya çalışıyordum. Ama şöyle düşünüyordum:

“Bu büyüklerimiz tasavvuf tarihi içerisinde görev yapmıştır ama bu asırda yoktur onlar gibi... Yani bu yüzyılda bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir İmam-ı Rabban-i, bir Şah-ı Nakşibend, bir Abdülkadir Geylani gibi tasavvufi anlamda bir mürşit artık mümkün değildir” diye. Ne zamana kadar? Kâhta’da Seyda Hz.lerini tanıyıncaya kadar, bu kanaatim devam etti. Kâhta’ya kaymakam olarak geldikten sonra tabii olarak Menzil köyünde oturan Seyda Hz.lerini çokça duyar oldum. Aleyhinde konuşanlar oluyordu, lehinde konuşanlar oluyordu. Kendisine bağlı insanlar yanıma geliyordu. Kendisine şiddetle karşı olanlar da yanıma gelip anlatıyorlardı. Tabii bir nokta vardı, kendisine bağlı olan insanlar Seyda’ya bağlı olan insanlar ve aynı zamanda vatana, millete, vatanın birlik ve bütünlüğüne, ahlaki değerlere bağlı insanlardı. Buna mukabil vatanın birliğine, milli ve manevi değerlere husumet içinde olan insanlar da onun aleyhinde konuşuyorlardı. Bu benim için bir ölçü oldu. Fakat hepte o yılların biriktirdiği artık bu asırda böyle şeyler yoktur düşüncesinden doğrusu kendisiyle tanışmak istemiyordum. Köye bir kaymakam olarak gittiğim zaman okula gidiyordum. Hemen okula yakın bir evi vardı. Takriben bir ay sonra benim zihnimde bir mesele anlatıldı. Mesela, şu yakın vilayetlerden bir şeyh demiş ki (Gavs Hz.lerine demiş):

“Gelsin ateş üzerinde duralım bakalım, kim daha çok durabilecek.”

Bunun üzerine Gavs Hz.leri de demiş ki:

“Ben ateşten korkuyorum, ateşten korkmasam zaten bu işlerle uğraşmam.”

Bu söz bana çok latif geldi ve bir tanışmak istedim. Gittim, gidiş o gidiş... Yani kendisini tanıdıktan sonra (Seyda Hz.lerini tanıdıktan sonra) kafamda birçok sırlar çözüldü. Tabii birçok sırlarda oluştu, sonra o sırlar çözüldü.

İşin ilginç yanı Seyda Hz.lerinin etrafında yüzlerce, binlerce belki de milyonları aşan insan var ama kendisi çok fazla konuşmuyor, insanlara hitap ederek kazanmak diye bir şey yoktur. Sohbetleri vardı. Benim hayatımda bir olayla kıyasladım bu hali. Kaymakam olduğum yıllarda, her bulunduğum yerde, elimden geldiğince içkiyle, kumarla ve topluma zararlı olan kötü alışkanlıklarla mücadele ediyordum. Hatta bu yüzden Dünya Yeşilaycılardan bir madalya aldım Türkiye’de... Gün içinde içki çok fazla tüketiliyor ve halkı muzdarip ediyordu. Doktoru, müftüyü ve diğer halka hitap edebilecek kişileri topladım. Ben konuşuyordum ve içkinin zararlarını anlatıyordum, doktor, avukat anlatıyor her yönden içkinin insanlara ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Böyle bir toplantı yaptım. Toplantı bittikten sonra, lokantaya misafirlerim vardı, yemeğe gittim, baktım en önde oturan ve ben ne dersem başını doğru, doğru diye sallayan bir muhtar rakı içiyor. Şimdi bu bir unutmadığım olay. Çok uzun uzun saatlerce anlattım: İçki zararlı, sağlığına zarar verir, ailene, kesene ve topluma zarar verir falan... Güzelde nutuklar söylüyorduk, tasdik ediliyordu, başlar da sallanıyordu ama sonunda o muhtarı içki içerken gördük, rakıyı koymuş içiyordu.

Bir başka olay daha gördüm Menzil’de. Seyda Hz.lerinin yanına gelen birçok alkolik, içki içen demiyorum alkolik... Yani alkol hastalığına yakalanmış da bundan kurtulamayan insan onun çok küçük bir telkiniyle “bir tövbe” bir de “ Allah senden razı olsun” sözüyle birdenbire içkiden kurtuluyor, hali değişiyor ve yüzü değişiyor. Yani bir insanda iki tane rengin olduğunu ben gördüm. Dün gelmiş yüzü simsiyah, bugün tövbesini almış ertesi gün güzelleşmeye başlamış ve bir müddet sonra bakıyorum bu insan bambaşka bir insan olmuş. Seyda Hz.lerinin yanında çok söz söylemeye yahut onun söz söylemesine gerek kalmıyordu. Sadece onun yanında oturmak insana öyle huzur veriyordu ki, o anda sanki çok uzun vaizler dinlemiş, çok kitaplar okumuşçasına insanın içinin yumuşadığını, içinin insanlara sevgiyle dolduğunu, insan içinin hoşgörüyle dolduğunu ve insanın İslâm’a doğru yöneldiğini hissediyordu.

Bir defa tanımayanların peşin hükümleri var. Türkiye’de tasavvuf nedir? Mutasavvıflar kimlerdir? Tarihte ne yapmışlardır? Bugün ne yapmaktadırlar? Bunlar yeteri kadar bilinmediği için, bir kara propagandanın tesiriyle ne yazık ki peşin hükümle iyi bakılmıyor. Ama ben şunu gördüm; Kâhta’ya gittiğim zaman benim de görevim bulunduğum yerdeki insanlarla ilgili rapor yazmaktır. Eski raporlara baktım, yani benden önceki kaymakamların tamamı Seyda Hz.leri ve Menzille ilgili müspet rapor yazmışlar. Burası ve buradaki insanlar siyasetle uğraşmazlar, devletin ve milletin birliğine bağlıdırlar. Şunu da ilave etmeliyim ki:

Gavs Hz.lerinin o köye yerleşmesi, Seyda Hz.lerinin o köyde bulunması ve sonra dergâhın orada da devam etmesi, anlayanlar için devletimiz ve milletimiz bakımından büyük bir nimettir. Seyda Hz.lerinin bağlıları ve öğrencileri arasında hem doğudan, hem kuzeyden, hem batıdan ve Türkiye’nin her yerinden gelen insanlar var. Orada ideal kardeşlik bilinci ve kardeşlik hali gerçekleşir. Menzil’de devlete ve millete sadık, işini iyi yapan insanlar ortaya çıkar. Doktorsa daha başarılı, daha diğergam, daha başkalarını düşünen, daha iyi bakan doktor haline gelir. Tasavvufun maksadı da zaten budur. Bütün insanlara, herkese hoşlukla bakmaktır. Fakat ne yazık ki zaman zaman anlamaz insanlarda o bölgede görev yaptılar ve bir dönem hem de Seyda Hz.lerinin orada bulunmasının gerekli olduğu dönemde bir takım anlamaz, bilmez sığ görüşlü insanlar, onun bulunduğu yerden koparılmasına ve Çanakkale’de oturmasına sebep oldular. O bir tarihi yanlıştı, sonra o yanlış anlaşıldı ve kaldırıldı.

Yine bir başka ilginç nokta bazı bürokratlarımızın ifade bakımından, doğrudan şahit olduğum bir olay. Bir gün yıllar sonra, yani kaymakamlık yaptıktan sonra, 1978 yılında yolum Kâhta’ya düştü ve Menzil’e gittim. Seyda Hz.leri köyün dışına çıktığı zamanlar giydiği elbisesini giymişti ve arabaya binmek üzereydi:

“Efendim, nereye gidiyorsunuz” dedim. Tebessüm etti ve:
“Kâhta’ya gidiyorum, ifade vercem” dedi.

Sonradan ne ifade vereceğini öğrendim. Daha önce de belirttiğim gibi, Seyda Hz.lerinin yanına çoklukla alkolikleri getirirlerdi. Bir şifahane gibi, bir hastane gibi yakınları, hatta bazen ona haber vermeden getirirlerdi. Veyahut kendileri kurtulmak isteyenler gelirlerdi. Çoklukla ve onlar o dertten kurtularak giderlerdi. Tabii insan içinde onarılmaz yara varsa, ona hiç kimse müdahale edemez. Bazı cihazlar bozuk oluyor, tamiri mümkün olmuyor. Mesela benim evimdeki televizyon bozuksa, merkezi televizyon istasyonu ne yapsın? Bizim Karadeniz illerinden birisinde içkicileri toplamışlar ve getirmişler hepsi kurtulmuş. Fakat ne olmuş? Böylece o ilde Tekel satışları düşmüş, talep azalmış. Çok ilginç o ilin Tekel başmüdürü savcılığa başvurmuş, yani tevkif etmiş. Suçlu kim? Suçlu Seyda Hz.leri... Suçu Devlete alkollü içkilerin satışını önlemek suretiyle zarar vermek, böylece devletin elde ettiği kazançtan mahrumiyetine sebep olmaktır. Böyle çok ilginç bir olaydır. Tabii suç duyurusunda bulunulmuş. Nitekim bu olay Kâhta savcısına intikal etmiş. Kâhta savcısı da kendisine gıyaben verilen duyurudan hareketle ifade almak görevini yapmak üzere Seyda Hz.lerini çağırtmış ve istemiştir. Seyda Hz.leri de yüzünde hoş bir tebessümle gitti, ifadeyi verdi. Tabii ki böyle saçma sapan bir şey olamazdı ama neticede ne oldu? Takipsizlik kararı verildi. Fakat Seyda Hz.lerini köyden alıp Kâhta’ya kadar çağırmak ifadesini almak durumu doğdu. Maalesef Türkiye’de böyle bürokratlarımız oldu. Tabii bakış açısından ifade ediyorum.

Seyda Hz.lerini varlıklı bir aileden gelir, hem manevi yönden, hem de maddi bakımdan. Manevi yönden Seyyiddirler, Seyda sözü de oradan gelme bir sözdür ve ehli beyttirler. Onlar Hazreti Peygamberin sülalesinden gelmektedirler. Bu nokta önemlidir. Ayrıca maddi zenginlik de var. Zenginlikse orda toprakları var. Topraklarından elde ettikleri ürünü ne yapıyor? O ürünü gelip giden insanlara veriyor. Yani binlerce insan geliyor. Tabii manevi bereket de var. Hatta bazen on binlerce insan geliyor: Çorba var, çorba dediğiniz dergâh çorbası. Bir nevi besleyici yemek. O çorba, o ekmeği yediğiniz zaman, başka bir yemeğe lüzum kalmadan oradan istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Gelene sorulmuyor, sen kimsin? Nesin? Müslüman mısın? Hiristiyan mısın? Musevi misin? Dinsiz misin? Bölücü müsün? Nesin kimsin diye sorulmuyor. Gelen kim olursa olsun sofralar açılıyor, ekmek veriliyor ve yemek veriliyor. Söylenildiği gibi müritlerinden herhangi bir şey almak değil, bilakis veriliyor. Yanına gelen insan adam oluyor insanoğluna ikramda bulunuluyor. Ancak bakarsın bu hadiseyi birileri bilmeden anlamadan yanlış değerlendirebiliyor. Bu vesileyle şunu söylemek istiyorum. Bizi dinleyen ve devletin herhangi bir yerinde görev yapmakta olan insanlar var ise şunu söylüyorum:

Bu insanlara karşı yani Türkiye’deki maneviyat büyüklerine karşı peşin hükümlü olmaktan vazgeçin. Bakın ne yapıyor bu insanlar. Bunlar devletimiz içinde, milletimiz içinde, insanımız içinde ve insanlık içinde yararlı insanlardır. Bunu iyi tespit etmek lazım. İstisnalar yok mu? Olabilir ama istisnayı arayın ve bulun. İstisnaları kaidede bitirmeyin. Zamanla birçok gerçekler ortaya çıkıyor. Bunlar zamanla çıkacak ve çıkıyor. Fakat esas olan peşin hükümden kurtulmaktır.

Bir nokta ifade etmek istiyorum bu vesileyle; Bendeniz, yine ziyaretlerimden birisinde Seyda Hz.lerinin yanında iken bir insan bir görevle geldi. Görev bir büyük politikacının elçiliği ve istenen şuydu: Seyda Hz.leri ve bağlıları o siyasi partiyi desteklesin. Geniş bir çevre çünkü. O zaman söylenen söz bir milyon bağlısı var deniliyordu. Bir milyon bağlı demek beş milyon demektir. Eğer hesap yapılırsa, hanımı yakınları ve kardeşleri falan derken beş milyon oy demektir. Beş milyonda çok büyük oydur. Ve selamlarını söyledi, talebini söyledi ve açıklamalarda bulundu. Seyda Hz.lerinin cevabı şu oldu:

Biz siyaset yapmayız. Biz hiç kimseye, şu partiye oy verin, bu partiye verme veya verin demeyiz. Çünkü bize gidip “Biz Allah yolunda hizmet ediyoruz. Bizim işimiz insanlara İslâm’ı ve insanlığı anlatmaktır gelen insanlar arasında her partiden insanlar var. Bizim işimiz o değil, o siyasetçilerin işi.”

O arkadaşımıza tekrar şunu söyledi:

“Buyurun siz yapın siyasetinizi, ama biz yapmayız” dedi. Seyda Hz.lerinin bu veciz sözleri ibret olayıdır ve örnektir.

Efendim başka tarikatlar da var. Bir başka hususu da belirtmek istiyorum: vesaireler de var diye bir soru kendisine yöneltildi. Malumunuz Türkiye’de birçok tarikatlar, dini gruplar ve cemaatler var. Söylediği şu oldu:

“Hepsi biridir. Hiçbir ayrım yoktur. Nakşibendî, Kadiri, Rufai yahut ta şu bu ne olursa olsun hepsi birdir. Yeter ki doğru olsun. İslâmi ölçüler içinde kalmış olsun. Hiçbir ayırım söz konusu olamaz” dedi. Yani dini gruplara bakışı budur ayrıca insanlığına da bakışı da... Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle işte bunlar Peygamberin varisleridir. Yani ışık âlimi ve bilim de ufkuna ermiş insanlardır. Tabii olarak bir tesir meydana geliyor Seyda Hz.lerinin çevresinde.

Biz işin kıyl u kal’ındayız. Yani dedikodundayız. Ben kendim için söylüyorum edebiyatı da güzel ama Büyüklerimizin yanında rahat söz söylemek düşmez. Asıl söz onlarındır. Bizim Türk İslam büyüklerinin bir sözü var. Methiye tarzı söz söylendiği zaman ve dilekler, temenniler yapıldığı zaman; “Söylediğiniz gibi olsun” derler. Büyüklerimizden aldığım sözlerden takliden aşkı ifade etmeye çalışıyım. 

Ne aşkı? Tasavvufun esası aşk... Ne aşkı? Allah’a aşk. Eğer Allah aşkı yoksa tasavvuf hali zor, mutasavvıfın işi zor. Aşk gelince de bütün problemler bitiyor. Ahmed Yesevi Hz.leri, “aşkı olmayanın ne dini var ne imanı” diyor.

Bütün bunların amacı Hz. Cibril’in soru sorma suretiyle Hz. Peygambere söylediği; İslam ne? İman ne? İhsan ne? Sorularından İhsan’a verilen cevap da Allah’ı görür gibi ibadettir ve kulluktur diye ifade ettiler Peygamberimiz... Allah’ı görür gibi ibadet aşkın tekemmül ettiği ve olgunlaştığı an gerçek din, gerçek iman galiba bu.

Tabii bu hamur İmam-ı Rabbani Hz.lerinin Mektubat’ta buyurduğu gibi; çok su götüren hamurdur. Mektubat’ta en çok bu sözü söylüyor ama şunu ifade etmekle yetinelim. Yunus Emre; “aşk gelecek cümle eksikler biter” diyor. Demek ki, aşk gelmeyince eksiğiz ve noksanız. Hz. Mevlana büyük çağrısına aşkı o Mesneviye yazarken o ney’deki ayrılıklardan bahsediyor. Şikâyet etmede ayrılıkları ve ney’i anlatıyor. Ayrılıklardan şikâyeti anlatıyor. Kamış nereden ayrıldı? Kamışlıktan. İnsan nerden geldi? Hakiki insan O’ndan, Allah’tan geldi. Şimdi O’na gitmek işte aşk bu...

Hani biz “Hay’dan gelir huy’a gider” gibi söyleriz ya. Hâlbuki o öyle değil, bu tasavvufi güzel bir sözdür. Kelimenin tam anlamıyla;

“Hayy’dan gelir Hu’ya gider” Yani Diriden (hayattan) gelir, O’na, mutlak varlığa ve Zat’a gitmek. Aşk bu ve aşk olmazsa işimiz zordur. Dileriz ki, Allah hepimize aşkı nasip etsinde işimiz kolay olsun, belki yola gireriz. Onun için aşka ihtiyacımız var ve O insanlara da muhtacız. Sohbetimize mevzu olan insan gibi, insanlara ihtiyacımız var.

Peki, aşk gelen insan hayatta kesilecek mi? Burada Bahaeddin'i Buhari Hz.lerinin bir sözü var: Mina pazarında bir genç gördüm, elinden çok büyük miktarda binlerce dinarlık alışveriş geçiyordu. Kalbinde Allah’tan gayrisi yok” diyor. Burada ışık şahsiyet, nur insan neyi söylüyor? Söylediği şu. Müslüman’ın yola girenin işleri olacak, hayattan kesilmeyecek, büyük miktarda alışveriş de yapacak, ticarette yapacak. Zahiri bilimler de yapacak, emek harcayacak, çalışacak, ancak kalbinde Allah’tan başka ve Allah’tan gayrisi olmayacak. İslâmiyet’te, İslâm tasavvufunda hayattan kesilmek yok. Böyle melül melül dolaşmak, filan bir hal olarak zaman zaman gelir olabilir o ayrı. Bazı üstün insanlar adeta daha hızlı hareket etmek, daha yükseklere sıçramak ve daha uzun mesafeler aşmak için biraz hayattan geri çekilebilirler zaman zaman. Ama sonra tekrar hayata geri gelebilirler. O gerilemekle hayattan kopmak değildir, o daha büyük işler yapmak için zaman kazanmaktır ve zamanı iyi değerlendirmektir. Kural olarak hayattan kesilmek diye bir şey yoktur.

Seyda Hz.lerinin Çanakkale’ye gidişi manevi bakımdan o olmalıydı, o oldu. Fakat bizim açımızdan bakarsak bu devleti yönetmek mevkiinde olan insanlar açısından bakarsak çok büyük bir yanlışlık yapılmıştır. Tabii o yanlışlığa genel olarak devletimi ve devletin karar mekanizmalarını kusurlu görmek doğru değil. Çünkü uzun yıllar devletimiz o konuda doğru teşhis koymuş. Büyükler zaten kusur görmez. Fakat birileri ne yazık ki, çokça karşımıza çıkan birileri orada da karşımıza çıkmışlardır. Son derece yararlı bir insanı, bırakalım tasavvufi ve maneviyatı, tamamen pratik açıdan faydalı açıdan alsak bile gelin öyle yaklaşalım. Yani pragmatist, bakalım faydacı bakalım, çıkarcı bakalım, nasıl bakarsak bakalım. Ne isteniyordu da o insan alındı Çanakkale’ye gönderildi. Ne oldu? Efendim ziyaretçileri çoğalmış, o ziyaretçilerin sana her anlamda faydası var. Oraya giden insanlar daha iyi vatandaş haline geliyorlar. İyi insan, iyi vatandaş oluyorlar. Sen iyi vatandaş, iyi insan olunmasını istemiyor musun? Ama bu yanlış çokça yapılıyor. Bu durum Seyda Hz.lerine zarar mı veriyor? Hayır, Seyda Hz.leri için belki her yer bir. Zahirde bir eksiği varsa o tamamlandı. Galiba 63 yaşında vefat edişi de bir başka hikmet.

Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği için Ahmed Yesevi Hz.leri 63 yaşında yer altına girdi. Orda büyük hizmetini devam ettirdi. Tabii onu da doğru anlamak lazım... Yani 63 yaşındayken yer altına girdi ama ondan sonrada uzun yıllar boyunca orada öğrenci yetiştirdi ve onları gönderdi. Tabii Seyda Hz.leri de 63 yaşında yer altına girdi. Yahut öyle takdir edildi. Öyle oldu ama, hizmeti de bitmedi. Orada hizmeti devam ediyor.

Aklıma özellikle Hz. Mevlana’nın Hocası, mürşidi ve yol göstericisi Seyyid Burhaneddin Hz.lerinin sözü geldi.

Diyor ki:

“Yüz Müslüman birbirini sevse, içlerinden hangisinin mertebesi yüksekse hepsini o mertebeye yükseltirler ki oraya ayrılık girmesin”

Sevse, yani sevse diyor. Şimdi ben kendim için kurtuluş yolu olarak, bu büyük insanları sevmeyi ve sevenleri sevmeyi o sevenlerle birlikte bulunmayı kendim için bir kurtuluş yolu gibi görüyorum.
Esas olan şimdi sevginin tabii sonucunda hoş görüdür. Böyle düşünüyorum ama başkaları da başka türlü düşünebilirler. Onları yaratan da Allah. Bir hikmete binaen yaratmıştır onları. Dolayısıyla Yunus Emre’nin bir sözü gündeme geliyor:

Yaratılanı hoş görmek
Yaratandan ötürü.

Mademki, bunları da Allah yaratmış bir sebebe binaen yaratmış. Belki o olmazsa bu olmaz. Yaratılış hikmetleri içinde O’nun da bir yeri var. Neyin yeri var? Biz de farklı düşünenlerin yeri var mutlaka. Öyle ise ikinci kural hoşgörü kuralı olmalıdır. Birbirimizi hoş görmeli. Bunu dar anlamda İslâmi gruplar için söyleyeceğim, bir örnekle ifade edeceğim:

İmam-ı Rabbani Hz.lerine soruyorlar. Bu semah, sema, raks ve mevlit için ne düşünüyorsunuz?

Diyor ki: 

“Bunlar bizim yolumuzda yok”.

Kendisinin yolu malum, Müceddid-i El-fisani iki bin yılının yenileyicisi ve Nakşibendî yolunun en büyük kol başlarından birisi. Bizim yolumuzda semah, sema, raks, musiki yok diyor. Yani musiki dini anlamda musiki yok. Bunlar bizde yok ama Kadiriler ve Mevlevilerde var. Onun için sesimizi çıkarmaz kötü konuşamayız, diyor. Bu anlayış ne güzel anlayış... Bunu ben böyle anlıyorum ama o öyle anlıyor, kötü konuşamam ve aleyhine konuşamam. Şimdi bu anlayışı tüm cemiyete yayarsak kendimizi daha da geliştirmiş oluruz. Siz bizim fikrimize karşı çıkarsanız biz fikrimizi size benimsetmek için fikrimizi daha da gelişkin hale getiririz, siz de fikrinizi gelişkin hale getirirsiniz. Esas olan bütün cemiyetin kazanmasıdır. Bu hoş görü içerisinde birbirimizi sevmek, farklı görüşlere, farklı tasavvufi anlayışlara, farklı tasavvufi büyüklerine, farklı dini kavrayışlara, farklı mezhep anlayışlarına, farklı dinlere, farklı felsefi anlayışlara, farklı siyasi görüşlere hoş görü ile bakmayı dileriz.

Hoş görü kendi fikrinden vazgeçmek değil. Kendi fikrini savun. Fakat başkasının fikrine de hoş görü göster, o da savunsun, o sana uyar. Bütün toplum böyle gelişir. Galiba anlaşmamız gereken ve yavaş yavaş ulaşmakta olduğumuz güzel takım öncü anlayış bu. Bizim buna şiddetle ihtiyacımız var.

Yunus Emre;

“Ölen hayvan imiş
Âşıklar ölmez”
diyor. Bu mana da Seyda Hz.leri gayet tabii ölmedi. Hz. Mevlana’nın bir sözü var:

“Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası”

Bediüzzaman üç türlü hayatı anlatırken, hayatın üç türü var derken birisi de bu büyüklerimizin bir başka biçimde yaşamaya devam ettiklerini ve oradan insanlara yardımcı olduklarını ifade ediyor. Dolayısıyla diyoruz ki, Bunlar ölmediler, yer değiştirdiler. Yardıma oradan da devam ediyorlar. Belki ampuldüler, enerji haline geldiler. Şimdi o ampulleri dünya da bizlere bıraktıkları ampulleri vasıtasıyla aydınlatmaya devam ediyorlar.

Onlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.