Mustafa Necati Sepetçioğlu ile kavgamız…

Abone Ol
İlhami Kafkas arkadaşım ANDA’nın (Ana Dağıtım A.Ş) Doğu Anadolu temsilcisi. Yıl derseniz 1975. O yılların tüm milliyetçi yayınevlerinin kitaplarını bu şirket dağıtıp pazarlıyor. İlhami’nin yanına uğradığımda raflardaki kitaplara da göz atardım doğal olarak. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun birbiri ardına çıkan kitapları ise espri konusu olurdu aramızda. Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı… “Roman müteahhidi… Kaba inşaatı daha bitiremedi” der, gülüşürdük.

Gülme Sepetçioğlu’na, gün olur neler gelir başına…

Büyük Kurultay Gazetesi’nin kültür-sanat sayfasının 1998 yılından 2003 yılında dek, tek yazarıydım, arada bir, birileri gelip gittiyse de pek kimse dikiş tutturamadı.

Hayatım boyunca hiçbir yayın organına kendimi pazarlamadım, teklif hep karşı taraftan geldi, “gel yaz” dediler yazdım. Büyük Kurultay’a da Nazif Okumuş’un teklifi ile başladım.

Gazete biraz tiraj yapıp tanınınca, eskiden dudak bükenler sulanmaya başladılar.

Bu sulananlardan birisi de ünlü romancı Mustafa Necati Sepetçioğlu olmuş. Gazeteye, Ahmet Yabuloğlu’na telefon edip kendisine neden yazı yazdırmadıklarını sormuş. Yabuloğlu “Çağın Dede Korkut”u olarak görür onu, bu isteği memnuniyetle karşılamış.

Böylece yazmaya başladı Büyük Kurultay’da. Büyük Kurultay kapanınca da Yeniçağ’a transfer oldu benim gibi.

Olsun… Bence hiç sakıncası yok da, adam bir süre sonra yazılarımı okuyup adımı vermeden bana sataşmaya başladı. Nazım Hikmet’e ben “büyük şair” diyormuşum, o şair bile değil “manzumeci” imiş. Ben Deniz Gezmiş’in idamına üzüldüm demekle “eteğimdeki taşı dökmüş” oluyor, “Deniz Gezmiş serenadı” yapıyormuşum, “Yeniçağ gibi bir sağlam görüşün gazetesine bu yakışmıyormuş”.

“Ya sabır” dedik, sustuk…

Sustuk ya, adamın dili durmuyor. Metin Koca adlı biri ona destanlarını göndermiş, arkadaş “Çağın Dede Korkut”u ya, başlamış ukalalıklara. Övüyor Metin Koca’yı. Metin Koca bana da yollamıştı destanlarını, o övgüleri hak edecek düzeyde değildi yazdıkları. Belli ki “Çağın Dede Korkut”u övgüsünü Metin Koca’dan da almıştı Hazret, karşılık veriyordu.

Şuna lisan-ı münasiple bir yanıt vereyim dedim ve verdim (5.12.2004 Yeniçağ) önemli yerlerini paylaşayım:

Türk destanlarını nazma çekme girişimleri, Gökalp’e kadar gider. Atsız Hoca, bu girişimlerin başlangıç ve gelişimini ayrıntısıyla yazar. Bu yazıların kaleme alındığı tarihte üç isim öne çıkıyordu: Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur ve Basri Gocul.

Geçtiğimiz günlerde gazetemizin yazarı Sayın Mustafa Necati Sepetçioğlu bu girişimlerden, Atsız’ın söz ettiği çerçevede söz etti ve yeni bir destancıya dikkatleri çekti. Bu destancı Metin Koca idi.

Metin Koca bana da ulaştı; bu yazımın konusu da zaten onun yazdıkları olacak. Ancak son derece önemli bulduğum bir hususu vurgulamadan Metin Koca’ya geçmeyeceğim. Üstad Sepetçioğlu -niyedir bilmiyorum- en büyük destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun adını hiç anmadı. Eğer bir unutkanlıksa eyvallah, ama Üstad, Nazım Hikmet’e dediği gibi Gençosmanoğlu’na da ‘manzumeci’ diyorsa, çok üzülürüm o zaman, hem Sepetçioğlu adına, hem Gençosmanoğlu adına.


Yeri gelmişken şu Nazım Hikmet meselesine de değineyim. 1992 yılında Azerbaycan’da, Yazıcılar Birliği’nin o zamanki genel sekteteri Vahit Aziz’e ‘Şiirini hep sevdim, ideolojisini ise hiç sevmedim, hep mücadele ettim’ demiş, uzun uzadıya tartışmıştık Vahit Bey’le. Sonra bu gezi izlenimlerini Ortadoğu Gazetesi’nde yazarken bu tartışmaya ve Nazım Hikmet hakkındaki görüşlerime de yer vermiştim. Ben bunları yazdığımda, rahmetli Başbuğ, Nazım’ın şiirini MHP Kurultayı’nda okumamıştı daha. Yani biz, Nazım’ın komünistliği ile şairliğini ayıranlardanız. Nazım, ‘manzumeci’ değil, Türkçe’yi en iyi kullanan şairlerimizden biridir.
Üstad Sepetçioğlu, Nazım’ı bıraksın da, Fethullah Gülen’e şair diyen gazetemiz yazarı Mehmet Nuri Yardım’a desin diyeceğini. Asıl ‘manzumeci’ Fethullah’tır çünkü.

Evet sevgili Metin Koca, lafı uzattık, unuttuk seni, kusura bakma. Önce teşekkür edeyim sana: ‘Adam bildin bizi, köy sual ettin’.


Biz de dilimiz döndüğünce, aklımız ve bilgimiz yettiğince, cevap verip köyün yolunu tarif edeceğiz. Cengiz Aytmatov’un ‘Yıldırım Sesli Manasçı’ diye bir öyküsü vardır. Destanlarını okurken, bizim yıldırım sesli destancımız Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan –öz alarak az, biçim bakımından çok- esintiler, esinler, izler gördüm. Öykünme yoktu ama kendin olmayı da becermişsin. Allah vergisi bir destan yazma yeteneği var sende.


Ama sakın ha ‘oldum!’ deme, çünkü daha çok eksiğin ve gidecek uzun ve çileli bir yolun var. Eğer Gençosmanoğlu’nu, Gocul’u aşma cehdinde değilsen bırak bu işi. Gönderdiğin metinlerin üzerinde, gördüğüm hata ve eksiklikleri yazdım sana ve postaladım. Katılırsın katılmazsın, kızarsın ya da hak verirsin, dikkate alır ya da almazsın; gayrı sen bilirsin, bizden demesi.


(…) Yazdıklarının en acımasız eleştirmeni sen ol Metin koca; çok yaz, çok yırt, çok uykusuz kal, yazdıklarınla çok oyna, asla iyi oldu deme…” 


Vaaay, ateş sana kim üfürdü, fena celallendi bu yazıya Sepetçioğlu, “Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu bahane edip ona saldırmam yetmiyormuş gibi bir de Mehmet Nuri Yardım’ı karıştırıyormuşum işin içine. (Karıştırsam ne olacak be adam? Ben Mehmet Nuri Yardım ile o konuyu tartıştım. Bana ‘Ben edebiyat ile uğraşıyorum, siyaseti sevmiyorum ve yazmıyorum. Siz işe siyaset sokuyorsunuz’ demişti, cevabını da almıştı: ‘Asıl siyaset sokan sensin. Fethullah’ın yazdıklarının şiir olmadığını sen benden iyi biliyorsun, ama birilerine hoş görünmek için o dizeleri şiire diye yutturmaya kalkıyorsun)”

Sepetçioğlu’nun derdi bunlar değildi aslında. İtiraf edemiyordu ama fiyakasını bozmuştum beyimizin, onun “yeni ve üstün yetenek” olarak takdim ettiği Metin Koca’yı ben ciddiyetle eleştirmiş, eksiğini de fazlasını da ortaya koymuştum. Dahası, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na olan bilinçaltındaki ‘yoksama’ güdüsünü de yakalamış suçüstü yapmıştım.

Ok yaydan çıkmıştı. O haftaki yazımın altına bir iliştiri ekledim: “Haftaya Sepetçioğlu’nun sepetini dolduracağım, afiyetle yiyecek ve doyacak” dedim.

Ahmet Yabuloğlu Dostum, işgüzarlık edip, yazımın o bölümünü makasladı.

“Nerden inceyse oradan kopsun” dedim, oturdum bir veda yazısı yazdım, yolladım gazeteye. Şöyle diyordum: “Hep sorarım kendime: Gazetede yazmasam ne olacak? Yazdım da ne oldu? Yanıt hep şudur: gazetede yazmak sana bir şey kazandırmadı, kimi insanlar bulundukları yerden dolayı şeref ve itibar kazandırlar, kimileri de bulundukları yere şeref ve itibar kazandırırlar, övünmek gibi olmasın da sen bu ikinci gruptasın. Yazmakla, sen, kitaplara ve edebiyatçılara çok şey kazandırdın o köşende, yazmazsan onlar çok şey kaybederler, senin kaybedeceğin bir şey yoktur. Dönersin edebiyat dergilerine, olur biter…”

Ertesi gün gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Hayri Köklü aradı. “Abi” dedi “Ben sizin evin çocuğu sayıyorum kendimi, Macit (kardeşim) benim de kardeşimdir, bunu biliyorsun. Şimdi bak, gazetelerde usul şudur, yazarlar sürtüşünce, konu patrona gider, nihai kararı o verir. Ben Yabuloğlu’na da dedim, onun müdahalesi doğru olmamış, şimdi sen yeni bir yazı yaz karşı tarafı da fazla incitmeden cevabını ver. Sepetçioğlu işi uzatırsa, birinizden biriniz gidersiniz o zaman”

“Ben gitmeye hazırım, bunu gösterdim Hayri Bey” dedim “Evet” dedi.

Yazdık yeni bir yazı yolladık. Biraz sonra bu kez de Ahmet Yabuloğlu aradı, “Abi bu yaşlı insanlar böyle problemli oluyorlar, yaşlarına ve eserlerine hürmeten biz de bir şey diyemiyoruz. Ben bu kavgayı alevlendirmemek için senin yazına müdahale ettim. Fakat şimdi bir ricam olacak senden. Gel bu yazıyı geri al, kapatalım bu konuyu, aynı gazetenin yazarlarının böyle tartışması hiç hoş değil..”

“Ahmet Bey” dedim, “Yarın Sepetçioğlu’nun yazı günü, benim yazım ondan sonra yayımlanacak, o adam bu hafta bana yine verip veriştirecek. Sen o yazıyı da geri aldırabilecek misin?”

Şaşırdı Yabuloğlu, fakat kötü bağlandı “Abi” dedi “Eğer o öyle bir şey yaparsa, senin yazını aynen koyacağım”
“Tamam” dedim.

Dediğim çıktı, Sepetçioğlu, daha da şiddetle saldırdı bana. Yabuloğlu arayıp telefonla “Haklıymışsın Abi, hakkını helal et, yazını olduğu gibi yayımlıyoruz” dedi.

Büyük bir mücadele sonunda yayımlatabildiğim “Mütekebbir Hazretleri” başlıklı yazım (16 Ocak 2005) şöyle idi:

“Adımı ağzına alma tenezzülünde bulunmuyor Hazret; ama belli ki, yazılarımı dikkatlice okuyor ve fena halde kafayı bana takmış. Önce Mehmet Gül’ün Nazım Hikmet kitabına yazdığım yazıdan dolayı hücum eyledi. Azerbaycan’da Nazım Hikmet’i sevmiyorlarmış, ben uyduruyormuşum. Sonra, o meşhur ‘manzumeci’ deyimi vird okur gibi tekrar etmeye koyuldu. Yanıt vermedim bunlara, gereksiz bir Nazım Hikmet tartışması başlatmak istemiyordum. Ama Hazret, benimle uğraşmaya kararlıydı. Osman Pamukoğlu Paşa’nın ‘Ey Vatan’ adlı kitabına yazdığım yazıya, Paşa’nın ve benim adlarımı vermeden (cevap verdi diyemeyeceğim ne yazık ki) zehir zemberek saldırdı. ‘Osman Paşa, kalemini de silahı kadar ustaca kullanıyor’ demişim ya, içerlemiş Hazret. Paşa’nın kitaplarını okumadan ‘Askerden entelektüel çıkmaz’ fetvasını veriverdi. Ve o destan yazıları… Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun adını anmadan, Türk destanları hakkında yazılar döktürmeler. Biz de sorduk, dedik ki: ‘Üstad (bu hitabımı de geri alıyorum), Nazım’a manzumeci diyorsun, yoksa Gençosmanoğlu da mı manzumeci?’ Sen misin diyen? Hazret, Nazım Hikmet’in şiiri ile ideolojisini ayırmak gerektiği yolundaki yaklaşımımdan ve ‘İhtilalin Süvarisi’ başlıklı yazımda Deniş Gezmiş’in idamına üzüldüğüm yolundaki sözlerimden hız ve ilham alarak üst üste üç hafta verip veriştirdi.

Şimdi sıra bende…


Evet doğru; demiştim ki: ‘Yüreğime söz geçiremedim, memleketi Erzurum’a gelse, gırtlağına sarılacağım Deniz Gezmiş’in idamına üzüldüm’. Fena öfkelenmiş sözlerime. Ben eteğimdeki taşı dökmüşüm. Ben, Deniz Gezmiş serenadı yapıyormuşum. ‘68 kuşağındanım’ diyormuşum, 68 kuşağının ne demek olduğunu biliyor muymuşum, vs…


Biliyorum Hazret biliyorum. 68’de kalemi bırakıp elime sopa alacak (Erzurum deyimiyle değneğin ucuna tükürecek) ve o çok sevdiğim kaleme 1980’den sonra kavuşacak kadar biliyorum. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin önünde Kürtçü-Komünistler tarafından taş ve zincirlerle dövülüp hastanelik edilecek kadar biliyorum.


Savaştan sonra nârâ atan sahte kahramanlardan iyi biliyorum ben o yılları. Benim bilmem önemli değil hazret, beni bilen biliyor.


Sen tanımazsın ama has ülkücüler iyi bilirler. 1980 öncesi MHP eğitimcilerinden biri, benim 1980’den sonra ancak çıkabilen şiir kitabım hakkında Erzurum’da münteşir bir gazetede şöyle yazmıştı: ‘Biz Cazim Ağabeyi’nin yüreğini er meydanlarında görmüştük. Ve upuzun boyundan daha büyüktü. Ancak biz zarfı seyretmişiz yıllarca. O yüreğin içinde meğer neler varmış neler…’


Evet, o yürek kin değil, merhamet ve sevgi doludur. O sevgi, mertlikle çevirilidir. Erlik günü geldiğinde basar nârâyı girer kavgaya, ama gün gelir, Köroğlu gibi Telli Nigâr’ın yanında övüverir Kiziroğlu’nu. Deniz Gezmiş komünist de olsa yiğit ve mert bir çocuktu. Bunu yalnız ben demiyorum, 1970 yılının İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı Nihat Çetinkaya, Cağaloğlu’ndaki TMTF binasında, bana, Yılma Durak Ağabeyi’ye ve İlhami Kafkas kardeşime; Deniz Gezmiş’i anlatırken aynı tespitleri yapmıştı. Nihat Çetinkaya’nın Türkçülüğünü, mücadelesini ve cesaretini o günlerin gazetelerini okuyanlar iyi bilirler. O günlerde helva sohbetleri yapanlar ya da Tarık Buğra’nın ‘Gençliğim Eyvah’ romanındaki ‘İhtiyar’ tiplemesine ilham kaynağı olanların, yine o eski kavgalardan medet ummaları şaşırtıcı değildir.


Gelelim Nazım Hikmet meselesine. Hazret diyor ki (mealen): ‘Benim eserlerim SSCB döneminde gizlice esir Türk illerine ulaştırılıyordu, benim Bahtiyar Vahapzade ile özel ilişki ve temaslarım vardı’. Eserlerini oralara götüren kişinin adını -vermemiş ama- ben yazayım: Ahmet Şimide (okunduğu gibi yazdım). Bu şahsı bilenler biliyor, daha fazla laf edip yeni bir tartışma başlatmak istemiyorum. Ben de oralardan hangi kanalla irtibat sağladığımı söyleyeyim, okurlar kimin kaynaklarının sahih ve sağlam olduğuna karar versinler. Beyim, ben Azerbaycan’la 1970 yılından beri ilgilenmekteyim. Şimdi Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi olan, sevgili dostum Prof. Dr. Ali Yavuz Akpınar vasıtası ve gayreti ile oluyor ve sürüyordu bu ilgi. Ali Yavuz Akpınar’ı ben size nasıl anlatayım ki? Azerbaycanlı şair dostum Fikret Sadıg ‘O bize Türkiye’den gelen ilk garanguştu (kırlangıç)’ der. Bu garanguş, 15 yıl, ne muştular, ne haberler, ne umutlar, ne bilgiler götürdü getirdi, onu da balık bilmezse Halik bilir. Bu garanguş, Azerbaycan’ın büyük şairleri Nebi Hezri ve Bahtiyar Vahapzade hakkında ilk kitapları yayımlamıştır (Ötüken Yayınları 1976 ve 1979).


Evet, haftaya bu garanguşun Vahapzade kitabının önsözünden önemli ve değerli alıntılar yaparak sözü Nazım Hikmet’e getireceğiz.


Azerbaycan deyimiyle: ‘Helelik’“


Mütekkbir Hazretleri, Türkeş’in MHP Kurultayında Nazım’dan dizeler okumasını, benim kendime dayanak yapmamın acizlik olduğunu da ifade ediyordu. Nazım Hikmet üzerinde onun için çok durmak istiyordum. Ertesi hafta Nazım’ın Türklük ve Türkçe sevdasına ilişkin Azerbaycan’dan derlediğim birçok örnekler verdim yazımda. Onları buraya olduğu gibi aktarmak gerekmiyor (uzun bir yazıdır, meraklısına veririm).

Sepetçioğlu yanıt verdi tabii ki. “Suyu Döv Döv Yine Su” başlıklı yazısında beni suya benzetiyor ve iflah olmayacağımı söylüyordu. “Mütekebbirmiş ama yoksulluğun mütekebbiri imiş”

Cevap vermedim, ben diyeceğimi demiştim.

Aradan bir zaman geçti, gazeteye uğradım. Muhittin Nalbantoğlu ve Necdet Sevinç Beylerle oturduk sohbet ettik. Nalbantoğlu “Sepetçioğlu’yla Nazım Hikmet konusunda ben de tartıştım. Sen de saplantı var dedim ona. Nazım Hikmet’i görmüş ve görüşmüş bir adamım ben, sen ne yazmışsan hepsi doğru” dedi.

Gazeteye daha sonraki gidişlerimin birinde de Arslan Bulut Dostum, Sepetçioğlu’nun kendisine de saldırdığını söyledi gülerek, “Yazılarını okumuyordum, bir gün şöyle bir gözüm takıldı, baktım benim yazımdan cümleler almış, vuruyor”

Sepetçioğlu sonraki günlerde ilginç bir şov yaptı. Küresel düzene kahredip artık yazmayacağını ifade eden bir yazı yazdı. Yabuloğlu, manşete çekti bu yazıyı, Mehmet Nuri Yardım “Etme Üstad, allasen yaz” türünden bir yazı kaleme aldı.

“Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok” kimse iplemedi Mütekebbir Hazretleri’ni. Birkaç ay sonra yine birinci sayfadan anonslarla döndü gazeteye yazmaya başladı.

Birkaç ay sonra da öldü.

Ne yalan söyleyeyim –Allah kalbimi biliyor- hiç üzülmedim.

Ve şimdi sıkı durun: Aradan yedi sekiz yıl geçtikten sonra Yeniçağ’a uğradığım günlerden bir gün, Hayri Köklü ve Ahmet Yabuloğlu ile sohbet ederken söz Nevzat Kösoğlu’ndan açıldı, “Ellisinden sonra Nurcu kesildi başımıza, oturdu Said Nursi kitabı yazdı, hem öyle bir yazdı ki, Cemal Kutay’ın kitabının aynısı, onun yaptığı doğum ve ölüm tarihi hatalarını bile aynen yazmış, sonra da Fethullahçı oldu” dedim. Yabuloğlu “Abi Cemal Kutay para aldı yazdı, bizim Sepetçoğlu da para aldı yazdı ama kendi imzasını koydurmadı, basan matbaacı, oğlunun adını koydurdu yazar yerine.” yanıtını verdi. Şaşırdım kaldım..

Tüh be, keşke sağlığında öğrenseydim bunu da, vursaydım yüzüne Mütekebbir Hazretleri’nin…