Mevlana Horasan’ın Belh’te dünyaya doğa gelir. Babası şu meşhur büyük âlimlerden (Sultân’ül ulemâ) Kübreviyye Mutasavvıfı halifesi Bahaeddin Veled’dir. Ancak meşhur âlim olsa da manevi ilimde eriştiği makam etrafında kıskançlığa yol açtığından Belh şehri zahir düşmanlar kazandığı mekân haline gelecektir. Nitekim o günün felsefe erbabı akıllarınca onu devlet karşıtı bir zat gösterip küçük düşürme hevesine kapılacaktır. Derken bu tür girişimler etkisini gösterip devrin hükümdarı Bahaeddin Veled’i şu mesajla denemeye tabii tutar:
“Şeyhimiz lütfedip kabul ederlerse, ülkeler de, askerler de onun olsun. Çünkü bir kilime iki padişah sığmaz.”
Tabii bu ince mesajdaki gerçek niyeti sezen Bahaeddin Veled cevaben; “Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir. Biz gönül hoşluğuyla sefer edelimde, sultan kendi uyrukları ve dostlarıyla baş başa kalsın” der, ardından ailece yaşadığı şehre gadredip bir grup müridiyle birlikte Belh’ten ayrılma kararı alır. O yaklaşan Moğol tehlikesini de sezecektir. Ayrıca Horasan’da yaşadığı bir takım siyasi tartışmalardan dolayı uzak kalma ihtiyacını yüreğinde hisseder. İşte bu duygular eşliğinde yaşadığı topraklardan uzaklaşır da. Bahaeddin Veled’in ileriyi hisseden bu sezgiliği (feraset ehli oluşu) o kadar kendini belli eder ki; terk ettiği Belh şehri Moğollarca yağmalanıp harabe haline dönüşür bile. Artık terk-i diyar eylediği şehir zindan şehirdir. Şimdi yeni şehirlere adım atmak zamanıdır. Bu yüzden onun için ilk seçeceği durak Nişabur olacaktır. Hani derler ya; mürşit odur ki; yolun başından sonunu göre, aynen öyle de zamanın büyük evliyalarından Feridüddin Attar baba oğlun bu topraklara adım attığında Mevlana’nın büyüklüğünü şu sözlerle teslim edecektir: “İşte büyük bir nehir arkasında bir okyanusu sürükleyip geliyor.” Gerçekten bu sözler Mevlana’nın eriştiği manevi mertebeyi göstermesi bakımdan çok büyük bir kıymet ifade eder. Dahası bu şehir onun taklit, tahkik ve marifet yönünden ilk basamağı olmaya namzet şehirdir. Belli ki bu durakta söylenen bu söz boşa söylenilmiş değil, Mevlana’nın ileride büyük bir zat olacağına dair nice işaretler vardır.
Yolculuğun bundan sonraki durağı ise Bağdat’tır. Elbette ki insanlar iş olsun diye “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz” dememişler, Bağdat dün olduğu gibi bugünde dünyanın göz bebeği bir şehirdir. Ancak baba oğul ikilisine Moğol kasırgasının yaklaştığı haberi ulaştığında Bağdat yâr olmayacaktır, ister istemez Kûfe yolundan Mekke’ye koyulacaklardır. Sonrası malum ailece nübüvvet nuru mübarek toprakları ziyaretin akabinde Anadolu’yu mesken tutacaklardır. İyi ki de mesken tutmuşlar. Zira Anadolu bu aileyle birlikte anlam kazanır. Hele hele bu aileden en çokta Celaleddin-i Rûmî adına uygun davranıp Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasında pay sahibi olacaktır. Madem öyle artık durmak olmazdı. Diyâr-ı Rûm’u (Anadolu’yu) karış karış gezmek gerekti. Zaten o da Anadolu’nun birçok yerini aydınlattıktan sonra Larende’ye (bugünkü Karaman) konaklayıp, akabinde burada Gevher Hatun’la evlenir. Hiç şüphesiz bu izdivaç her iki taraf açısından temiz bir soya bağlılığın zişanıdır. Öyle ki bu evlilikten doğan birincisine kendi babasının ismi verilir, yani Sultan Veled, ikincisi ise Alâeddin adını alır. Artık aile ocağı tütsüsü iyiden iyiye kendini hissettirdiği demlerde Larende’de tam yedi yıl bir hayat geçireceklerdir. Tabii ki yaşadığı yıllar içerisinde hüzünlendiği günlerde oldu. Dile kolay burada hem annesini hem de ağabeysini kaybetmişlerdi. Derken yedi yıllık sürecin sonunda babası Bahaeddin Veled Konya’ya geçip burada ki medreselerin birinde müderrislik vazifesinde bulunur. Etkisi burada o kadar büyük olur ki; Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad bile Bahaeddin Veled’e mürit olur.
Tarihin ibresi 1231 yılını gösterdiğinde Bahaeddin Veled’in (k.s.) vuslat yılı olacaktır. Yani; Konya’da geçirdiği mana yüklü günlerden sonra Allah’a kavuşur. Malum; arkasından müminler, âşıklar, halifeler ve müritler gözü yaşlı bir halde onu toprağa verirler. O artık kader-i ilahi gereği bu âlemden nakl-i mekân eylemiştir. Allah Hayy’dır, şüphesiz O (c.c) mekândan münezzehtir. Madem öyle “Ya baki entel baki” deyip gönlünü ferahlatmalıydı, ama nasıl? Üstelik yaşı yirmi dörttür. Olsun, genç yaşta diye hizmetten geri kalmakta olmazdı. Bu yüzden ikna, bu yolun en kestirme metodudur. İkna işe yarar da, devlet erkânı ve halkın ısrarıyla nihayet irşad postuna oturur. Sorumluluğu üzerine aldı almasına ama, içinde hala bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Doğrusu neyin eksik olduğunu kendisi de bilmiyordu. İşte bu kafa karışıklığı içerisinde vazife görürken imdadına çocukluk arkadaşı can dostu Seyyid Burhaneddin Konya’ya çıka gelir. Tasavvufta pişmişliği her halinden belli olan Seyyid Burhaneddin’in ilk işi Mevlana’yı sorumluluklarından sıyırıp özgür kalması yönünde karar almasını sağlamak olur. Zaten onun istediği de buydu. Madem öyle öncesinde tasavvuf önderlerini ziyaret, sonra halvet ve zikir hayatı, akabinde yolculuk hazırlıkları gerçekleşir. Derken yolculuk haberi Konya’da infial uyandırır, ama bir kere ok yaydan çıkmıştı, artık geri dönülemezdi. Mevlana kararım kesin diyordu. Dile kolay bu yolculuk tam dokuz yıl sürecektir. Derler ya; yol bilenle aşılır. Gerçektende Mevlana bu yolculuk sırasında bir takım eksikliklerini görme fırsatı elde edecektir. Şöyle ki;
Geçirdiği o uzun yolculuğun son durağı Şam’dan geri dönüş hazırlıkları yapılırken ansızın “kendini kendinden alan” bir adamla göz göze gelmiş, her ne oluyorsa orada olmuş, dahası bir bakışta ciğeri dağlanmış ama, gel gör ki tek bir nazarla kendini kendinden geçiren bu adam görünmesiyle kaybolması bir olur. Tabii bu olağan hali anlamak mümkün değildi, yanındakilere sorup soruşturduğunda asıl adı Ali olmakla birlikte onun Şems-i Parende (uçan güneş) olduğunu söylemişler. Ardına düşmek ister ama o adına uygun davranıp ışık hızıyla yedi kat göklerden yıldız misali çoktan kaymıştı bile. Şimdilik yapılacak bir şey de yoktu. Derken Mevlana çaresiz bakışlar içerisinde Konya’ya dönecektir.
Konya’ya döndüklerinde Selçuklu Hükümdarı Alâeddin Keykubad’ın vefat ettiğini, yerine geçen oğullarının basiretsiz uygulamalarının bir sonucu Moğol serdarlarının Kayseri ve Sivas’ı ele geçirdiklerini yerinde göreceklerdir. Bu noktadan sonra Seyyid Burhaneddin görevinin burada bittiğini anladığında can yoldaşından izin alıp Kayseri’ye doğru yol alır. Derken burada Hakka yürür. Malum mübarek kabri şerifi şu anda Erciyes eteklerindedir.
Mevlana’nın Şöyle bir geriye dönüp baktığında, artık yanında ne babası, ne de can dostu Seyyid Burhaneddin vardır, kendisiyle baş başadır. Zaten o da “hamdım, yandım, piştim” evrelerini tamamlayışının bilinci doğrultusunda kendi kanatlarıyla Konya’da irşat faaliyetlerini yürütüp zamanla çekim merkezi oluşturur da. Öyle bir ilgi odağı olur ki; on bini aşkın mürit etrafında pervane olup semah oluşturacaktır. Artık her gün iplikçi medresesine gelen insanlar ondan istifade etmek için can atacaklardır. Bu arada önemli bir gelişme yaşanır; Şems’i Tebrizî’nin ansızın 1244 yılında Şekerci Han’a indiği haberi alınır. Tabii o han’a inmekle kalmaz 12 gün uzlet hayatına çekilip her salisesini Allah’a dua ve niyazda bulunarak yâd edecektir.
Sanki geçen 12 gün, fırtına öncesi sessizliğin habercisiydi. Nitekim bir gün Mevlana İplikçi Medresesinden devesine binmiş dönerken Şems devenin yularını tutmuş, bir miktar çekmişte. Ve aralarında ne konuşma geçiyorsa etkisini gösterir de. Belli ki Şems’in dilinden tane tane dökülen her cümle Mevlana’nın ruhunda derin şimşekler çakmasına yetmiş artmış ta. İşte Şems, dilinden dökülen o billur sözlerini şöyle bağlar: “İç âlemde ilerisin, ama şunu bil ki ben iç âleminde içiyim.”
Evet, her lahza kelam sözün bittiği noktada gizlidir. Zaten Mevlana’da bu gizem dünyasında ruhen tam diriliş istiyordu. Nihayet aradığı ışığı Şems’te görür de. Hatta görmekle kalmaz o güne kadar ki tasavvuf anlayışını gözden geçirip tamamen iç âleme dönüş eyler. Bu arada Kalenderi Şeyhi Şems’i Tebrizî’nin nin ona ilk nasihatı; ‘Dışarıya karşı sağır ol, içte keşfedilen sınırsız âleme yönelip gerçek aşkı yaşa’ şeklinde olur. Gereği yapılır da. Yani her ikisi birlikte inzivaya çekilirler. Nihayet iki ayı bulan bir halvetin sonunda çilehanenin kapıları aralanıp, adeta kozasında çıkan kelebek misali ötelere yol alınır. Oysa halk onun yolunu beklemekteydi. İnsanların çoğu uzletin ardından yeniden İplikçi (Altunapa) Medresesi’ne döneceğini sanıyordu. Ama hiçte bekledikleri gibi çıkmaz, tam tersi yüzü Şems’e dönük olacaktır. O ulema cübbesini çoktan çıkarmıştı bile. O artık başına keçeden yapılmış külah geçiren bir Hak aşığıdır. Her ne kadar dostları; “kendine gel, eski Celal ol” dedilerse de hiç oralı olmaz. O; sadece Allah’a ve Şems’e karşı kendisini sorumlu hissedip ona göre tavır sergileyecektir. Nitekim Şems bir gün ilk olarak ona çarşı ortasında başının üzerinde şarap taşıma işi verir. Durumu görenler, ya koskocaman bir âlim nasıl olurda böyle şeyler yapar diye şaşkınlıkla karşılayacaktır. Hatta onun bu hallere düşmesine neden Şems gösterilip işi çığırından çıkaracaklardır. Öyle ki Şems dışarı çıkamaz olmuştu. İster istemez bir gece ansızın Mevlana’ya bile haber vermeksizin ortadan kaybolur.
Mevlana talebelerine Konya’nın altını üstüne getirip tez elden Şems’in bulunmasını tembih eder, ama tüm çabalar boşadır, hala Şems’ten bir haber yoktu. Neyse ki günlerden bir gün eline mektup ulaştığında en azından hayatta yaşadığına emin olması tek tesellisi olacaktır. Nasıl teselli bulmasın ki; Şems’in Şam’da olduğu ve kendisinin iyi olduğu müjdesini almıştır. Bir nebze olsun bu mektup onu rahatlatır, ama yinede boş durmaz. Derhal büyük oğlu Sultan Veled eşliğinde topladığı 20 kişilik bir kafile heyetini Şam’a uğurlayacaktır. Oğul Sultan Veled Şems’i bulduğunda onu zar zor dönmeye ikna edebilmiştir, derken iki dostun buluşması adeta iki büyük okyanusun vuslatına sahne olur. Mevlana bu sefer işi sıkı tutup temkini elden bırakmamaya azmeder. Bu da yetmez neydip edip Şems’i burada tutması gerekir. Zaten o da bu uğurda gayretini esirgemeyecektir. Kolay değildi elbet, bir kere ondan ayrı kaldığı yıllarda ne haller çektiğini bir kendisi, bir de Allah. O halde sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemeliydi. Bu nedenle Şems’ten etrafına daha yumuşak üslup kullanmasını isteyip adeta yalvaracaktır. Hakeza evliliğin onun üzerinde yumuşama etkisi sağlayacağı düşüncesiyle evlatlığı Kimya hatunla evlendirecektir. Ne var ki bu evlilikte fayda vermez, bilakis eskisinden daha hırçın haller zuhur eder.
Bu arada Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin, Şems hakkında olur olmaz sözler yaymaya başlar. Alâeddin ikide bir babasının böyle davranmasıyla hem kendisini, hem de ailesini küçük düşürdüğünü, yarı meczup bir adamın peşinden koşmakla ilmine gölge düşürdüğünü söylenip duracaktır. Nihayet söz kınından çıktığında Şems’e cephe alaraktan kendisinin başı çektiği bir grupla birlikte pusu kurup katline ferman verirler. Hiçbir şey sonuna kadar gizli tutulamazdı, Allah’ın adaleti kesindir, er geç tecelli edecektir elbet. Şöyle ki;
Mevlana’nın büyük oğlu Sultan Veled rüyasında Şems’in cesedinin bir kuyuya atıldığını görür. Uyandığında ilk iş rüyada gördüğü kuyuya doğru arkadaşlarıyla birlikte gitmek olur. Kuyuya vardıklarında; aman Allah’ım birde ne görsünler kuyuda bir ceset, ama hiç çürümemiş. Zaten Allah sevdiği kulların cesedinin çürütmezmiş. Tabii bu ceset Şems’ten başkası değildir. Meğer cinayeti işleyen yedi kişilik grup arasında Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin başı çekiyormuş. Ölen Şems, öldüren Alâeddin’dir. Ancak Sultan Veled kardeşinin işlediği cinayeti babasından gizleyecektir. Galiba babasının gerçeği öğrendiğinde manen çökeceğini düşünüyordu. O düşüne dursun Mevlana yana yana Şems’i arıyordu hala, hemen hemen mektup göndermediği yer kalmamıştı, bir an evvel dönmesi için bir umut ışığı arıyordu. Baktı olmayacak, en nihayet kendisi Şam’a gitmeye karar kılar o an. Yolculuğun sonunda Şam’a varır da, fakat umduğunu bulamayacaktır. Her şeye rağmen yine de o “Ağlama yar, bir gün gelir bu hasretlik biter” duygusunu yitirmeyecektir. İşte umuda yolculuk turu bu olsa gerektir. Mevlana biliyordu ki; hak yolcuları yolculuğun başında ve sonunda "Sefer der vatan" için vardır. Zira insan her an Allah’ın gurbetindedir zaten. Bu yüzden Mevlana Şems’siz olamam diyordu, derken gurbette geçirdiği o umut ışığı arayışının ardından Kuyumcu Selahaddin Efendi feryadına yetişecektir. Çünkü hem arayış, hem müritlerinin eğitimi ikisi bir arada olmazdı. Böylece yetiştirmiş olduğu talebelerini teslim edip ona tabii olmalarını emir buyurur. Gerçekten bu sıralar Mevlana’nın en çok uzlet ve tefekküre ihtiyacı vardı. Üstelik bu yıllarda eşi Gevher Hatunu toprağa verdiğinde uzlet arayışı had safhaya ulaşır da. Bir nebze olsun ikinci nikâhını Kerra Hatunla kıymış olması onu dizginleyecektir.
Kuyumcu Selahaddin’den sonra ona yâr ve yardımcı olacak bir başka isim Çelebi Hüsamettin’dir. Öyle ki; onun sayesinde ileride Mevlana’nın mesnevi şahikası gün yüzüne çıkacaktır. İşte o gün bugündür Mesnevi tüm insanlığa ışık verip soluk aldırıyor. Malum bu eser o günün yaygın kültür kodu Fars olması hasebiyle Farsça ele alınmıştır. İyi ki de öyle olmuş. Çünkü eser Farsça yazılmakla muhatabı sadece seçkin zümre değil toplumun her kesimine hitap eden bir eser hale gelmiştir. Nitekim Mevlana’nın sarf ettiği sözler Çelebi Hüsameddin vasıtasıyla orijinalliğini korur da. Nasıl korumasın ki; Mevlana söylüyor, o da sürekli yazıyordu. Bu hizmet unutulacak cinsten değildi, adeta bir ömre bedeldi. Bu yüzden bu döneme olgunluk dönemi diyebiliriz. İşte bu kemale ermişliğin yansıması Mesneviyle tüm insanlığa; “Ne olursan ol yine gel” deniliyordu. Mesaj yerini bulur da. Zira Mevleviyye yolu Mevlana’nın vefatının ardından oğlu Sultan Veled eliyle mayalanacaktır.
Mevlana artık 80 yaşına girdiğinde son nefesini emanet sahibine teslim edip Hakka yürür. Ancak cenaze bir türlü kaldırılamaz. Gerçektende gök yarılsa, yer kaynasa, Hak aşığının o günkü halini anlatmaya ne kalem güç yetirir, ne de bir kelam. Kaldı ki o gün, aklın karaya vurduğu andır. Halk izdihamdan birbirini eziyordu adeta. O arada halktan birkaç kişi; “Müslüman olmayanlar çekilsin” diye haykırır, ama mümkün değil, kimse yerinden kıpırdamaz. İlginçtir bu haleti ruhiye içerisinde muhtemel tatsız durumu önlemek adına yerinden doğrulup akılları toparlayanda haham ve papazlar olacaktır. Onlar derhal kalabalığın önüne atılıp: “Hayır o bizimde reisimiz sayılır, çünkü biz Musa’nın ve diğer Peygamberlerin hakikatlarını onun açık sözlerinden öğrendik” diye sahip çıkacaklardır. Bu sözler etkisini gösterir de. Artık kalpler donuk, gözler yaşlı ve dizler dermansızdır. Hatta gözlerden akan yaşı hiçbir metanet dizginleyemese de ne bir taşkınlık, ne de bir izdihamdan bir eser görülür. Yediden yetmişe herkes arkasından saf tutmuş, boyunlar bükük, içler buruktur, ama yine de musalla taşından geriye kalan en hoş seda; bir olunuz manasına ‘Allahu Ekber’ zikridir. Lafza-i Celal zikri yerini bulur da. Böylece Konya’daki kabri makamına defnedilip Şeb-i Arus eyler.
Velhasıl; vuslat günü yediden yetmişe her tür insan onu son yolculuğuna uğurlama şerefine nail olur. Bugünse o şerefe ermek için kabri şerifi ziyaretgâh akınına uğrayan bir mekândır.
Ruhu şad olsun.
Temmuz 2013