Maden ve Politika

Abone Ol

Soma’da yaşanan felaket, ümit ederim birkaç şeyin daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bunların başında, şüphesiz “yeraltı maden işletmeciliğinin özel sektöre bırakılmaması” gerçeği gelmektedir. Türk özel sektöründe, kurumsal kimliğe sahip olan büyük işletmelerin bu işin dışında kalmaları, yatırım maliyetinin yüksekliğinin yanı sıra, ”işi gereği gibi yapınca” yatırımdan elde edilecek gelirin, geri dönüşümünün uzun bir zaman alması gibi sebeplere dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, bu iş özel sektöre bırakıldığı müddetçe benzeri durumlarla karşılaşma riski vardır. 


Dünyada maden çıkarımında kullanılan ileri teknolojilere uzak, sosyal sorumluluk bilincinden mahrum, işçiyi bir insan bir değer olarak görmek yerine, istismar edilecek “bir nesne” olarak gören bir anlayış, sanayi toplumu kültüründen uzak, vahşi kapitalizm zihniyetine sahip olan işletmeci kültürüyle varılacak yer burasıdır. Burada, maden çalıştırmayı “hızlı birikim kaynağı” olarak gören bir işveren tipolojisiyle karşı karşıyayız. Bu durumda, prensip olarak yer altı maden işletmeciliği özel işletmeye ya da taşeron işletmesine verilmemelidir. 

Yeraltında yaşamak 

Yeraltı maden işçiliğinin, farklı bir işçilik türü olduğu dikkate alınırsa, daha önce üzerinde durduğum, “genel asgari ücret uygulamasının” bu sektörde, emek açısından ciddi bir sorun yaratacağı görülebilir. Yeraltı maden işçiliğinin sosyal standartlarının yükseltilmesinde ilk adım, bu işçiliğin maliyetinin yükseltilerek işverenin “ucuz işçilik üzerine kurulu bu düzeni “ sürdürme arzusunun daha başından önüne geçilmesini sağlayacaktır. Bunun için, “genel asgari ücretin iki misli yeni bir asgari ücreti” esas alan düzenleme önemli bir başlangıç sayılabilir. Bu uygulamayı destekleyecek diğer bir sosyal standart ise,  yeraltında çalışan işçileri kapsayacak “hayat sigortası” uygulaması veya işyerinde uygulanacak sigorta zorunluluğu olabilir. 

Bir diğer mesele ise siyasetle ilgilidir. Bu aşamada belirtilmesi gereken ilk husus; felaketi başından itibaren takip eden, süreci bütün samimiyetiyle yöneten Enerji Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın gösterdiği insani tavır, ortaya koyduğu çaba, aldığı sorumlulukla ilgilidir. Taner’in, “üzgün geldiği Soma’dan hüzünle ayrılışı” hafızalarda kalacaktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in sağlık şartlarını zorlayarak gelmesi, acıların ve şehitlerin arkasından ortaya çıkan sorunların aşılmasına dönük, ilk anda alınması gereken tedbirler olan çalışmaları yapması, bu felaket karşısındaki insanlara “yalnız değilsiniz” duygusunu verecek bir çaba niteliğindedir. 

Neyin düşmanlığı? 

Burada üzerinde durulması gereken bir başka sorun ise, olayın ilk gününden bu tarafa başta Başbakan Erdoğan’ın,  sonra Cumhurbaşkanı Gül’ün, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in, “acıyı paylaşmaya“ geldikleri Soma’da yaşananlardır. Bilhassa bu olayın Başbakan’a karşı “politik bir fırsat olarak” görülmesi ciddi bir sorundur. 

Türkiye’nin büyük kapitalizminin, medyadaki uzantıları kendi sınıfsal sorumluluklarını perdelemek için özel bir gayret sarf etmişlerdir. Aç gözlü, sosyal sorumluluktan uzak kapitalistlerin, işçiyi acımasızca, insafsızca ölüme iten anlayışı göz ardı edilerek, Erdoğan düşmanlığı yapmak için “burada 123 işçi kayıp” yorumları yaparak, “düpedüz kışkırtıcı ve yalan haber üretmeleri” nasıl çarpık bir zihniyetle karşı karşıya bulunduğumuzun açık bir göstergesidir. Bu ahlaksızlığın, madenden kurtulan işçilerin sayısının artmasından, rahatsız olduklarını gösteren ifadelerini televizyon ekranlarından görmek tiksinti verici bir manzaradır. 

Türkiye her sorunu olduğu gibi, bu acıya yol açan vahşet tablosunu da, bunu yaratanları da ortaya çıkaracak, demokrasi içinde çözecek güçtedir.