Bakın, Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’da ne buyuruyor; “Eşlerini zina ile itham edip kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselerden her birinin dört kere şahadet etmesi, sözünde gerçek olduğuna Allah’ı şahit tutması, beşinci kerede yalancı ise Allah’ın lanetine uğramayı dilemesi lazımdır. Kadınında kocası yalan söylüyor diye Allah’ı şahit tutarak dört kez yemin etmesi, beşincide eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabına uğramayı dilemesi onu zina cezasından kurtarır.” (Nur 24/6–8)
İşte yukarıda zikredilen ayet-i kerimenin mana ve ruhundan anlaşıldığı üzere liân hadisesi kocanın iddiasını ispatlamadığı durumlarda hâkim önünde karşılıklı restleşme veya lanetleşmeyle vuku bulan bir süreçtir.
Öyle ki, önce erkek; 'şahitlik ederim ki bu kadın zina işlemiştir' ya da 'bu çocuk benden değildir' diye dört kez kendi kendine şahitlik eder, beşincisinde 'eğer yalan söylüyorsam Allah’ın laneti üzerime olsun' demesi üzerine bu süreç başlamış olur. Sonrasında kadında erkeğin bu çıkışına reddedici sözlerle karşılık verip masumluğunu Allah'ı şahit tutarak dört kez yemin etmesi ve akabinde şayet kocası doğru söylüyorsa Allah'ın gazabına uğramayı dilemesiyle birlikte zina cezasından kurtuluşuna vesile olacak bu süreç tamamlanmış olur. Derken hâkim ayrılmalarına karar verir de. Anlaşılan o ki, kadına yönelik isnad edilen zina ithamı için gereken dört şahit gösterilmediği durumlarda liân bir çözüm metodu olarak imdada yetişmekte. Zaten böyle bir yola başvurulmadığı takdirde 80 değneklik kazf haddi kaçınılmazdır.
Hele bir erkek karısına zina itham etmeye dursun ispat edemeyince bir takım sıkıntılara yol açacağı muhakkak. İşte tüm muhtemel sıkıntıları aşmak için illa ki liân şarttır. Oldu ya bir erkek liân yeminine yanaşmadı, bu durumda ya yalan söylediğini itiraf eder, ya da yemin etmesi için hapsedilmeyi göze alması gerekir. Zaten doğru olan da budur. Düşünsenize hem eşine ithamda bulunacaksın hem de yemin etmeyeceksin bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama, o halde hapse ve kazife gerek kalmaksızın hâkim önünde liân yemini edilmeli ki, erkek iftira cezasına, kadın da zina cezasına maruz kalmasın.
Bir erkek düşünün ki eşine karşı; ‘Ey zinakâr kızı zinakâr’ demiş olsa bu itham kapsamına değil eşi, kayın validesi de dâhil olmuş olur. Yukarıda da belirttik ya, bir insanın ağzından söz çıkmaya dursun ister istemez sarf ettiği o sözlere karşılık eşi için liân, kayın validesi için iftira cezası gerektirir. Yok, eğer eşi liân yerine sırf iftira cezası talep ediyorsa bu kez kendisi ve annesine yönelik itham için had cezası kâfi gelip liân’a gerek kalmaz. Ya da eşi önce liân sonra had cezası da talep edebilir, zaten buna engel bir durum olmaz.
Bir kimse eşinin karnı şişkin veya büyüklüğünden hareketle; ‘bu şişkinlik benden değildir’ dediğinde İmamı Azam’a göre liân gerekmez. Çünkü karın büyüklüğü her zaman hamilelik anlamına gelmez, bir hastalık sonucu veya gaz birikimi kaynaklı da olabilir. Kaldı ki, ortada hamilelik söz konusu olsa bile iddia sahibi iddiasını doğum anına denk getirmesi uygundur. Yani, çocuk doğduğunda kutlama günleri geçmeden iddiasını dile getirmelidir. Ki; söz konusu tebrik günleri ise İmamı Azam'dan nakledilen bir görüşe göre yedi gün olarak belirlenmiştir.
Şu da var ki, bir erkek karısını zina isnadıyla suçlayacak olsa da şarta bağlı olarak itham edemez. Dolayısıyla bir kimse karısına; ‘eğer hamileysen..’ ya da ‘zina etmişsen..’ türünden başlayan şarta bağlı ifadelerle liân gerçekleşmez. Liân'ın gerçekleşebilmesi için bir erkeğin itham ettiği karısına karşı hiçbir şarta bağlı olmaksızın içerisinde lanet-gazab içeren yemin ifadelerinin yanı sıra şahitlik mekanizmasının işletildiği bir desteğe ihtiyaç vardır. Öyle ki, hâkim huzuruna çıktıklarında, değim yerindeyse kral çıplak olarak çıkmamış olurlar. Böylece hâkim bu noktada önce her ikisine de yalan yere yemin etmenin ahrete yönelik bir vebali olduğu noktasında telkinde bulunup öğüt verir, sonrasında bu öğüde kulak asmayıp tarafların liân hususunda ısrarcı davrandıklarını gördüğünde birbirlerini ayırmak zorunda kalır. Artık bundan böyle İmamı Azam ve İmama Muhammed'e göre karı koca arasında bir bain talaklık ayrılık gerçekleşip evlenemezler, yeniden evlenebilmeleri için tekrardan nikâh gerekir. İmam Yusuf'a göre ise karı koca birbirlerine ebedi haram olur görüşündedir. Her neyse işte bu edilen yemin ve lanetleşmeler eşliğinde gelinen en son noktada erkekten kazf cezası (zina iftirası cezası) düşerken, kadından da zina cezası düşmüş olur.
Tabii unutmamak gerekir ki, liân sahih nikâhla hayatlarını birleştiren çiftler için geçerli bir uygulama olsa da zıt karakteristik ve denklik bakımdan farklı olan eşler arasında liân uygulanmaz. Nitekim akıllı deli arasında, ergenle çocuk arasında, hür erkekle cariye arasında, hür kadınla köle arasında, Müslim’le gayrimüslim kadın arasında, konuşanla dilsiz arasındaki denksizlikler liân’a engel durum oluşturur. Hatta eşlerden birinin ölümü vuku bulduğunda da liân'a engel durum teşkil ettiğinden uygulanmaz da. Yani, bir kişi karısına ölümünden sonra iftirada bulunsa liân'a gerek kalmaz. Çünkü ölümle birlikte nikâhta düşmüş olur. Hakeza bain (kesin) talakla boşanmış bir kadın içinde liân uygulanmaz. Fakat ric’i talakla boşanmış bir kadına iftirada bulunulsa liân lazım gelir. Zira ric’i talak geriye dönüşü olan bir talaktır, dolayısıyla ortada daha henüz tam boşanma hadisesi gerçekleşmediğinden bu noktada liân gerekir.
Liân hususunda eşlerden birinin başvuruda bulunması yeterlidir. Ancak yine de kendinden emin bir kadının kocasının zina suçlamasına karşılık savunmaya geçip liân’da bulunmaktansa, kocasının akılsızlığını örtüp hakkında çıkarılacak her türlü dedikodunun önüne geçmesi daha akıllıca bir davranış olur.
Liân hususunda bir başka şer'i hükümde şu ki; bir erkeğin karısı hakkında ileri sürdüğü zina isnadının dar’ül-islam coğrafyasında olması gerekir, zira dar’ül-harb’te liân ve had cezası caiz değildir.
Bir erkek kendisinin çocuk yapamaz, yani kısır olduğunu söyleyerek neseb reddedemez. Zira birçok kısır erkeğin sonradan çocuğu olduğu bir vaka. Buna rağmen illa da karısının zina ettiğini ısrarla vurgulayıp dört şahitle ispat edemeyecek durumda ise liân’a gidebilir. Malum, bir kadının gayrimeşru yollarla bir başkasından doğurduğu çocuğu aile içinde barındırmak ne kadar çirkin bir fiili durumsa, bir erkeğinde yalan yere eşine zina iftirasında bulunması da o nispette Allah indinde lanetlenen bir fiili durumdur. Madem öyle, söz ağızdan çıkmadan kılı kırk yarıp iyice ölçüp biçtikten sonra söylenmelidir.
Kelimenin tam anlamıyla liân kocanın iddiasına dört şahit getirememe sonucunda hâkim huzurunda yeminle birlikte Allah'ı şahit tutaraktan eşlerin laneti üzerlerine çekmesi hadisesidir.
İşte yukarıda zikredilen ayet-i kerimenin mana ve ruhundan anlaşıldığı üzere liân hadisesi kocanın iddiasını ispatlamadığı durumlarda hâkim önünde karşılıklı restleşme veya lanetleşmeyle vuku bulan bir süreçtir.
Öyle ki, önce erkek; 'şahitlik ederim ki bu kadın zina işlemiştir' ya da 'bu çocuk benden değildir' diye dört kez kendi kendine şahitlik eder, beşincisinde 'eğer yalan söylüyorsam Allah’ın laneti üzerime olsun' demesi üzerine bu süreç başlamış olur. Sonrasında kadında erkeğin bu çıkışına reddedici sözlerle karşılık verip masumluğunu Allah'ı şahit tutarak dört kez yemin etmesi ve akabinde şayet kocası doğru söylüyorsa Allah'ın gazabına uğramayı dilemesiyle birlikte zina cezasından kurtuluşuna vesile olacak bu süreç tamamlanmış olur. Derken hâkim ayrılmalarına karar verir de. Anlaşılan o ki, kadına yönelik isnad edilen zina ithamı için gereken dört şahit gösterilmediği durumlarda liân bir çözüm metodu olarak imdada yetişmekte. Zaten böyle bir yola başvurulmadığı takdirde 80 değneklik kazf haddi kaçınılmazdır.
Hele bir erkek karısına zina itham etmeye dursun ispat edemeyince bir takım sıkıntılara yol açacağı muhakkak. İşte tüm muhtemel sıkıntıları aşmak için illa ki liân şarttır. Oldu ya bir erkek liân yeminine yanaşmadı, bu durumda ya yalan söylediğini itiraf eder, ya da yemin etmesi için hapsedilmeyi göze alması gerekir. Zaten doğru olan da budur. Düşünsenize hem eşine ithamda bulunacaksın hem de yemin etmeyeceksin bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama, o halde hapse ve kazife gerek kalmaksızın hâkim önünde liân yemini edilmeli ki, erkek iftira cezasına, kadın da zina cezasına maruz kalmasın.
Bir erkek düşünün ki eşine karşı; ‘Ey zinakâr kızı zinakâr’ demiş olsa bu itham kapsamına değil eşi, kayın validesi de dâhil olmuş olur. Yukarıda da belirttik ya, bir insanın ağzından söz çıkmaya dursun ister istemez sarf ettiği o sözlere karşılık eşi için liân, kayın validesi için iftira cezası gerektirir. Yok, eğer eşi liân yerine sırf iftira cezası talep ediyorsa bu kez kendisi ve annesine yönelik itham için had cezası kâfi gelip liân’a gerek kalmaz. Ya da eşi önce liân sonra had cezası da talep edebilir, zaten buna engel bir durum olmaz.
Bir kimse eşinin karnı şişkin veya büyüklüğünden hareketle; ‘bu şişkinlik benden değildir’ dediğinde İmamı Azam’a göre liân gerekmez. Çünkü karın büyüklüğü her zaman hamilelik anlamına gelmez, bir hastalık sonucu veya gaz birikimi kaynaklı da olabilir. Kaldı ki, ortada hamilelik söz konusu olsa bile iddia sahibi iddiasını doğum anına denk getirmesi uygundur. Yani, çocuk doğduğunda kutlama günleri geçmeden iddiasını dile getirmelidir. Ki; söz konusu tebrik günleri ise İmamı Azam'dan nakledilen bir görüşe göre yedi gün olarak belirlenmiştir.
Şu da var ki, bir erkek karısını zina isnadıyla suçlayacak olsa da şarta bağlı olarak itham edemez. Dolayısıyla bir kimse karısına; ‘eğer hamileysen..’ ya da ‘zina etmişsen..’ türünden başlayan şarta bağlı ifadelerle liân gerçekleşmez. Liân'ın gerçekleşebilmesi için bir erkeğin itham ettiği karısına karşı hiçbir şarta bağlı olmaksızın içerisinde lanet-gazab içeren yemin ifadelerinin yanı sıra şahitlik mekanizmasının işletildiği bir desteğe ihtiyaç vardır. Öyle ki, hâkim huzuruna çıktıklarında, değim yerindeyse kral çıplak olarak çıkmamış olurlar. Böylece hâkim bu noktada önce her ikisine de yalan yere yemin etmenin ahrete yönelik bir vebali olduğu noktasında telkinde bulunup öğüt verir, sonrasında bu öğüde kulak asmayıp tarafların liân hususunda ısrarcı davrandıklarını gördüğünde birbirlerini ayırmak zorunda kalır. Artık bundan böyle İmamı Azam ve İmama Muhammed'e göre karı koca arasında bir bain talaklık ayrılık gerçekleşip evlenemezler, yeniden evlenebilmeleri için tekrardan nikâh gerekir. İmam Yusuf'a göre ise karı koca birbirlerine ebedi haram olur görüşündedir. Her neyse işte bu edilen yemin ve lanetleşmeler eşliğinde gelinen en son noktada erkekten kazf cezası (zina iftirası cezası) düşerken, kadından da zina cezası düşmüş olur.
Tabii unutmamak gerekir ki, liân sahih nikâhla hayatlarını birleştiren çiftler için geçerli bir uygulama olsa da zıt karakteristik ve denklik bakımdan farklı olan eşler arasında liân uygulanmaz. Nitekim akıllı deli arasında, ergenle çocuk arasında, hür erkekle cariye arasında, hür kadınla köle arasında, Müslim’le gayrimüslim kadın arasında, konuşanla dilsiz arasındaki denksizlikler liân’a engel durum oluşturur. Hatta eşlerden birinin ölümü vuku bulduğunda da liân'a engel durum teşkil ettiğinden uygulanmaz da. Yani, bir kişi karısına ölümünden sonra iftirada bulunsa liân'a gerek kalmaz. Çünkü ölümle birlikte nikâhta düşmüş olur. Hakeza bain (kesin) talakla boşanmış bir kadın içinde liân uygulanmaz. Fakat ric’i talakla boşanmış bir kadına iftirada bulunulsa liân lazım gelir. Zira ric’i talak geriye dönüşü olan bir talaktır, dolayısıyla ortada daha henüz tam boşanma hadisesi gerçekleşmediğinden bu noktada liân gerekir.
Liân hususunda eşlerden birinin başvuruda bulunması yeterlidir. Ancak yine de kendinden emin bir kadının kocasının zina suçlamasına karşılık savunmaya geçip liân’da bulunmaktansa, kocasının akılsızlığını örtüp hakkında çıkarılacak her türlü dedikodunun önüne geçmesi daha akıllıca bir davranış olur.
Liân hususunda bir başka şer'i hükümde şu ki; bir erkeğin karısı hakkında ileri sürdüğü zina isnadının dar’ül-islam coğrafyasında olması gerekir, zira dar’ül-harb’te liân ve had cezası caiz değildir.
Bir erkek kendisinin çocuk yapamaz, yani kısır olduğunu söyleyerek neseb reddedemez. Zira birçok kısır erkeğin sonradan çocuğu olduğu bir vaka. Buna rağmen illa da karısının zina ettiğini ısrarla vurgulayıp dört şahitle ispat edemeyecek durumda ise liân’a gidebilir. Malum, bir kadının gayrimeşru yollarla bir başkasından doğurduğu çocuğu aile içinde barındırmak ne kadar çirkin bir fiili durumsa, bir erkeğinde yalan yere eşine zina iftirasında bulunması da o nispette Allah indinde lanetlenen bir fiili durumdur. Madem öyle, söz ağızdan çıkmadan kılı kırk yarıp iyice ölçüp biçtikten sonra söylenmelidir.
Kelimenin tam anlamıyla liân kocanın iddiasına dört şahit getirememe sonucunda hâkim huzurunda yeminle birlikte Allah'ı şahit tutaraktan eşlerin laneti üzerlerine çekmesi hadisesidir.
İLÂ
Bakın, Allah Teâlâ ilâ hususunda ne buyuruyor:
“Zevcelerine yaklaşmamaya yemin edenlere dört ay beklemek vardır. Bunlar zevcelerine geri dönerlerse şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir. Şayet boşamaya karar verirlerse şüphesiz ki Allah işitici ve bilicidir” (Bakara, 2/226). İşte görüyorsunuz ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere bir insan karısının yüzüne karşı 'bir daha sana yaklaşmayacağım' diye yemin ettiğinde ilâ hükmüne muhatap kalır. Ya da tam tersinden düşündüğümüzde; bir adam yemin etmeksizin eşine yaklaşmamış olsa bile ilâ gerçekleşmez, illa ki ortada yeminli bir söz olması gerekir. Dolayısıyla bir adam karısına hitaben; ‘Vallahi seninle dört ay ilişki kurmayacağım’ diye yemin etmiş olsa bu söz ilâ için kâfidir. Ancak dört aydan az bir süreliğine yemin ettiğinde ilâ olmaz
Peki, ilâ yemininde anlaşılır ifadeler yerine kinaye içeren ifadeler kullanılmışsa? Hiç kuşkusuz fakihler böyle bir durumlarda kişinin niyetini esas almıştır. Öyle ki, bir kimse niyetinin ilâ olduğunu belirttiğinde ilâ gerçekleşmiş olur. Yok, eğer 'ilâ amaçlı söylemedim’ derse ilâ gerçekleşmez. Anlaşılan o ki, bir kimse karısına ilâ amaçlı (niyetli) ‘sen benim helalim değilsin’ demiş olsa ilâ yemini etmiş olur. Yine fıkıh ulemasının verdiği örneklerden hareketle bir kimse karısına; ‘Vallahi sonsuza dek sana yaklaşmayacağım’ ya da ‘kıyamete kadar yaklaşmam’ derse ebediyen ilâ gerçekleşmiş olurken, sonsuzluk vurgusu yerine sınırlı bir süre için, mesela ‘beş ay yaklaşmayacağım’ dediğinde ise geçici ilâ vuku bulur.
Peki ya, ilâ’da şart koşmak var mıdır? Elbette var, ancak şart oluştuğunda şarta bağlı ilâ gerçekleşir.
Çocukların, delilerin ilâsı dikkate alınmaz, çünkü akıl baliğ olmayanın boşama ehliyeti söz konusu değildir.
Bir erkek adeta nefsine duvar örüp kendi kendini cinsel arzularından men etmesi durumunda hür bir kadın için en az dört ay, cariye içinse en az iki ay müddet gerekir. Şayet o erkek dört ayın bitimine az bir zaman kala karısına yaklaşırsa boşanmış olmaz. Bu demektir ki, şer’an tanınan dört aylık zaman diliminde yaklaşma olunmadığında talak-ı bainle (kesin boşama) boşanma gerçekleşir. Belli ki, ilâ’dan dönüş bu tanınan dört aylık süre içerisinde cinsi ilişkiye girmekle sabit olmakta. Bunun dışında ‘ilâdan vazgeçtim’ sözü ilâ’dan dönüşe kâfi gelmez. Ancak hastalık hali bundan istisnadır. Fakat yine de o kişi iyileştiğinde cinsel ilişkiye girmesi lazım gelir. Aslında normal şartlarda bir erkek önce eşine yaklaşmamaya yemin edip sonrasında dört aylık süre bitmeden dönüş yapsa (ilişki kurduğu takdirde) bile tam manasıyla mesele kapanmış olmaz, illa ki yemin kefareti vermesi gerekir ki mesele kapanmış olsun.
Kefaretten maksat; bir köleyi azad etmek olabileceği gibi on fakir ya da bir fakiri on gün doyurmakta olabilir, olmadı giyindirmek gerekir, daha olmadı üç gün ard arda oruç tutmakla da maksat hâsıl olmuş olur.
Şayet bu sıralananlar arasından giyim türünden kefaret ödenecekse en az üç aydan fazla giyilebilecek tek parça elbise yeterlidir. Olur ya, bir kısım insanın aklının ucundan köle azad etmek, fakiri doyurmak, giyindirmek, oruç tutmakta neyin nesi deyip kefareti hafife alıyor olabilirler, onlar hafife ala dursunlar, unutmayalım ki kefaret derde deva kabilinden günahları gidermede tek kurtuluş reçetesidir. Kaldı ki, helali haram kılmak yemin sayıldığından bu tür yapılan yeminler kefaret gerektirir. Mesela bir adam düşünün ki, helal olan bir şeyi kendisine haram ya da mubah kılmış durumda, elbette ki böyle birinin yaptığı o yemine karşılık şer’an kefareti vermesi lazım gelir.
Şurası muhakkak; İslam'da bir erkek eşinin yüzüne karşı bir daha yaklaşmayacağına dair yemin ettiğinde ilâ hükmü gerektirdiğinden bu tür edilen yeminler aslında kınanıp, mekruh görülmüştür. Ancak şu da var ki; bir kadın emzirdiği çocuğu sütten kesmemek amacıyla hamile kalma endişesi taşıyorsa, böyle hallerde kendi isteği doğrultusunda yapılan ilâ mekruh sayılmaz. Yine bir kimse; ‘çocuğu sütten kesilinceye kadar ilişki kurmayacağım’ diye yemin ettiğinde ilâ gerçekleşmez. Hakeza yine karı koca arasında cinsel ilişkiye mani bir durum varsa, ya da kadında vajinal kanalların tıkalı olması (retak), aşırı kanamalı olması, vajinal organın dışında ilişkiye engel doku ve kemik vs. türü engel arazlar varsa ilâ söz konusu olmaz.
Malumunuz, cahiliye döneminde ilâ uygulaması kadının cinsel duygularını ihlal etmeye yönelik öne alınmış bir boşama biçimi idi. Ne zaman ki hak geldi batıl zail oldu, işte o zaman söz konusu yerleşik cahiliye uygulaması ‘ertelenmiş bir bâin boşama’ anlamına gelen dört aylık süreyle sınırlı tutulan bir usule dönüşmüş oldu. İyi ki İslam güneşi doğdu da, bu sayede cahiliye döneminin iki yılı bulan bir zaman dilimini kapsayan o cahiliye uygulaması yüzünden yeni bir yuva kurmak (evlenmekten) imkânından mahrum kalan kadınların hak kayıpları giderilmiş oldu.
Bir adam düşünün ki; ‘eğer seninle cinsel ilişkide bulunursam falan karım boş olsun, Kâbe’ye ziyaret bana vacip olsun, yemin kefareti gereksin’ gibi ifadelerle karısının yüzüne karşı Allah’ın sıfatlarını anaraktan yemin billâh ederse ilâ gerçekleşmiş olur. Fakat namaz, savaş gibi kavramlar adına yemin edildiğinde ilâ olmaz. Bir kere namaz nefse hafif geldiği için, savaşsa herkesçe bilinmeyen bir kavram olup cihad’dan daha çok cengi çağrıştırdığı içindir ilâ yemininde geçerlilik kazanmaz. Peki ya Hac ve oruç için hüküm nasıldır? Fıkhı kaynaklarda mesele gayet açık izah edilmiş, şöyle ki her ikisinde de hem bilinmişlik, hem de nefse zorluk söz konusu olması hasebiyle bunlara atfen yapılan yeminde ilâ geçerlilik kazanır.
İlâ yemini eden kişini hür biri olması şart değildir. Bakın, köle mülk sahibi olmadığı halde Allah adını anarak tan yaptığı ilâ yemini geçerlidir. Hakeza ilâ yemini eden kişinin Müslüman olması da şart değildir. Ancak gayrimüslim'in; İslami usul ve kavramlar adına (Hac, sadaka, oruç vs.) etmiş olduğu bir yeminle ilâ gerçekleşmez. Şayet bir gayrimüslim İslami kavramların dışında; karısına ‘seninle cinsel ilişkide bulunursam kölem azad olsun, ya da boş olsun’ gibi ifadelerle yemin ettiğinde ilâ hükmüne tabi olur. Malumunuz gayrimüslimde Allah’a inanır, bu yüzden ister Müslim ister gayrimüslim fark etmez hukuk önünde ilâ hususunda eşit muameleye tabi tutulurlar. Sadece uygulamada tek fark var ki, o da gayrimüslim için kefaret gerekmediğidir. Çünkü kefaret sadece Müslüman’a has bir arınmadır. İlla ki amentü tam olması gerekir ki günah temizlensin.
Velhasıl; bunca izahtan sonra ilâ için en son şunu diyebiliriz: ağızdan çıkan bir yeminle yıkılan kadın onurunun yeniden onurunu kazanmasına yönelik erkeğe tanınan süre içerisinde dönüş imkânı ve bir takım sıkıntıları kefaretle giderme fırsatı sunan bir uygulamanın adıdır ilâ.
Vesselam.
Bakın, Allah Teâlâ ilâ hususunda ne buyuruyor:
“Zevcelerine yaklaşmamaya yemin edenlere dört ay beklemek vardır. Bunlar zevcelerine geri dönerlerse şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir. Şayet boşamaya karar verirlerse şüphesiz ki Allah işitici ve bilicidir” (Bakara, 2/226). İşte görüyorsunuz ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere bir insan karısının yüzüne karşı 'bir daha sana yaklaşmayacağım' diye yemin ettiğinde ilâ hükmüne muhatap kalır. Ya da tam tersinden düşündüğümüzde; bir adam yemin etmeksizin eşine yaklaşmamış olsa bile ilâ gerçekleşmez, illa ki ortada yeminli bir söz olması gerekir. Dolayısıyla bir adam karısına hitaben; ‘Vallahi seninle dört ay ilişki kurmayacağım’ diye yemin etmiş olsa bu söz ilâ için kâfidir. Ancak dört aydan az bir süreliğine yemin ettiğinde ilâ olmaz
Peki, ilâ yemininde anlaşılır ifadeler yerine kinaye içeren ifadeler kullanılmışsa? Hiç kuşkusuz fakihler böyle bir durumlarda kişinin niyetini esas almıştır. Öyle ki, bir kimse niyetinin ilâ olduğunu belirttiğinde ilâ gerçekleşmiş olur. Yok, eğer 'ilâ amaçlı söylemedim’ derse ilâ gerçekleşmez. Anlaşılan o ki, bir kimse karısına ilâ amaçlı (niyetli) ‘sen benim helalim değilsin’ demiş olsa ilâ yemini etmiş olur. Yine fıkıh ulemasının verdiği örneklerden hareketle bir kimse karısına; ‘Vallahi sonsuza dek sana yaklaşmayacağım’ ya da ‘kıyamete kadar yaklaşmam’ derse ebediyen ilâ gerçekleşmiş olurken, sonsuzluk vurgusu yerine sınırlı bir süre için, mesela ‘beş ay yaklaşmayacağım’ dediğinde ise geçici ilâ vuku bulur.
Peki ya, ilâ’da şart koşmak var mıdır? Elbette var, ancak şart oluştuğunda şarta bağlı ilâ gerçekleşir.
Çocukların, delilerin ilâsı dikkate alınmaz, çünkü akıl baliğ olmayanın boşama ehliyeti söz konusu değildir.
Bir erkek adeta nefsine duvar örüp kendi kendini cinsel arzularından men etmesi durumunda hür bir kadın için en az dört ay, cariye içinse en az iki ay müddet gerekir. Şayet o erkek dört ayın bitimine az bir zaman kala karısına yaklaşırsa boşanmış olmaz. Bu demektir ki, şer’an tanınan dört aylık zaman diliminde yaklaşma olunmadığında talak-ı bainle (kesin boşama) boşanma gerçekleşir. Belli ki, ilâ’dan dönüş bu tanınan dört aylık süre içerisinde cinsi ilişkiye girmekle sabit olmakta. Bunun dışında ‘ilâdan vazgeçtim’ sözü ilâ’dan dönüşe kâfi gelmez. Ancak hastalık hali bundan istisnadır. Fakat yine de o kişi iyileştiğinde cinsel ilişkiye girmesi lazım gelir. Aslında normal şartlarda bir erkek önce eşine yaklaşmamaya yemin edip sonrasında dört aylık süre bitmeden dönüş yapsa (ilişki kurduğu takdirde) bile tam manasıyla mesele kapanmış olmaz, illa ki yemin kefareti vermesi gerekir ki mesele kapanmış olsun.
Kefaretten maksat; bir köleyi azad etmek olabileceği gibi on fakir ya da bir fakiri on gün doyurmakta olabilir, olmadı giyindirmek gerekir, daha olmadı üç gün ard arda oruç tutmakla da maksat hâsıl olmuş olur.
Şayet bu sıralananlar arasından giyim türünden kefaret ödenecekse en az üç aydan fazla giyilebilecek tek parça elbise yeterlidir. Olur ya, bir kısım insanın aklının ucundan köle azad etmek, fakiri doyurmak, giyindirmek, oruç tutmakta neyin nesi deyip kefareti hafife alıyor olabilirler, onlar hafife ala dursunlar, unutmayalım ki kefaret derde deva kabilinden günahları gidermede tek kurtuluş reçetesidir. Kaldı ki, helali haram kılmak yemin sayıldığından bu tür yapılan yeminler kefaret gerektirir. Mesela bir adam düşünün ki, helal olan bir şeyi kendisine haram ya da mubah kılmış durumda, elbette ki böyle birinin yaptığı o yemine karşılık şer’an kefareti vermesi lazım gelir.
Şurası muhakkak; İslam'da bir erkek eşinin yüzüne karşı bir daha yaklaşmayacağına dair yemin ettiğinde ilâ hükmü gerektirdiğinden bu tür edilen yeminler aslında kınanıp, mekruh görülmüştür. Ancak şu da var ki; bir kadın emzirdiği çocuğu sütten kesmemek amacıyla hamile kalma endişesi taşıyorsa, böyle hallerde kendi isteği doğrultusunda yapılan ilâ mekruh sayılmaz. Yine bir kimse; ‘çocuğu sütten kesilinceye kadar ilişki kurmayacağım’ diye yemin ettiğinde ilâ gerçekleşmez. Hakeza yine karı koca arasında cinsel ilişkiye mani bir durum varsa, ya da kadında vajinal kanalların tıkalı olması (retak), aşırı kanamalı olması, vajinal organın dışında ilişkiye engel doku ve kemik vs. türü engel arazlar varsa ilâ söz konusu olmaz.
Malumunuz, cahiliye döneminde ilâ uygulaması kadının cinsel duygularını ihlal etmeye yönelik öne alınmış bir boşama biçimi idi. Ne zaman ki hak geldi batıl zail oldu, işte o zaman söz konusu yerleşik cahiliye uygulaması ‘ertelenmiş bir bâin boşama’ anlamına gelen dört aylık süreyle sınırlı tutulan bir usule dönüşmüş oldu. İyi ki İslam güneşi doğdu da, bu sayede cahiliye döneminin iki yılı bulan bir zaman dilimini kapsayan o cahiliye uygulaması yüzünden yeni bir yuva kurmak (evlenmekten) imkânından mahrum kalan kadınların hak kayıpları giderilmiş oldu.
Bir adam düşünün ki; ‘eğer seninle cinsel ilişkide bulunursam falan karım boş olsun, Kâbe’ye ziyaret bana vacip olsun, yemin kefareti gereksin’ gibi ifadelerle karısının yüzüne karşı Allah’ın sıfatlarını anaraktan yemin billâh ederse ilâ gerçekleşmiş olur. Fakat namaz, savaş gibi kavramlar adına yemin edildiğinde ilâ olmaz. Bir kere namaz nefse hafif geldiği için, savaşsa herkesçe bilinmeyen bir kavram olup cihad’dan daha çok cengi çağrıştırdığı içindir ilâ yemininde geçerlilik kazanmaz. Peki ya Hac ve oruç için hüküm nasıldır? Fıkhı kaynaklarda mesele gayet açık izah edilmiş, şöyle ki her ikisinde de hem bilinmişlik, hem de nefse zorluk söz konusu olması hasebiyle bunlara atfen yapılan yeminde ilâ geçerlilik kazanır.
İlâ yemini eden kişini hür biri olması şart değildir. Bakın, köle mülk sahibi olmadığı halde Allah adını anarak tan yaptığı ilâ yemini geçerlidir. Hakeza ilâ yemini eden kişinin Müslüman olması da şart değildir. Ancak gayrimüslim'in; İslami usul ve kavramlar adına (Hac, sadaka, oruç vs.) etmiş olduğu bir yeminle ilâ gerçekleşmez. Şayet bir gayrimüslim İslami kavramların dışında; karısına ‘seninle cinsel ilişkide bulunursam kölem azad olsun, ya da boş olsun’ gibi ifadelerle yemin ettiğinde ilâ hükmüne tabi olur. Malumunuz gayrimüslimde Allah’a inanır, bu yüzden ister Müslim ister gayrimüslim fark etmez hukuk önünde ilâ hususunda eşit muameleye tabi tutulurlar. Sadece uygulamada tek fark var ki, o da gayrimüslim için kefaret gerekmediğidir. Çünkü kefaret sadece Müslüman’a has bir arınmadır. İlla ki amentü tam olması gerekir ki günah temizlensin.
Velhasıl; bunca izahtan sonra ilâ için en son şunu diyebiliriz: ağızdan çıkan bir yeminle yıkılan kadın onurunun yeniden onurunu kazanmasına yönelik erkeğe tanınan süre içerisinde dönüş imkânı ve bir takım sıkıntıları kefaretle giderme fırsatı sunan bir uygulamanın adıdır ilâ.
Vesselam.