Köylü toplumların elitleri hangi devrimleri yapar?
Biz Türkler bugünkü İran coğrafyasından başlayarak, sahip olduğumuz “medeni kurumları” Anadolu’ya taşıdık ve burada yaklaşık bin yıl önce büyük bir kültür mirasına sahip olduk. Osmanlı hanedanının kurduğu imparatorluk, bu kültürün siyasi bakımdan en gelişmiş eseridir. Bu imparatorluk, bilime, düşünceye, yeniliklere uzak düşüp, içine kapandıkça “başka dünyalarda yaşanan gelişmelerin” gerisinde kaldığını ancak askeri mağlubiyetler üzerinden yaşayarak görebilmiştir.
Meseleyi fark edenlerin, ne olduğunu anladığını söylemek ise oldukça zordur. Onlar arasında başta bazı sultanlar olmak üzere,“çareyi Batılılaşmakta” gören bürokrat - askeri elitleri zikretmek gerekir.
Kimliğin kaynağı
İmparatorluk bu “Batılılaşma hareketleriyle” asıl probleminin sanayileşme olduğunu, yeni bir iktisadi hayatın kurulması, yeni bir bilim ve eğitim anlayışının tesis edilmesinin olduğunu göremediği için, olumsuz gidişatı durduramamıştır. “Batılılaşma reformları” var olan üretimi çökertmiş, pazarı Batı’nın yayılmasına açmış; dışarının içeriye müdahalesini kolaylaştırmış, böylece imparatorluğun tasfiye sürecini hazırlamıştır. Tarımsal imparatorluk yapısı içinde, şehirlere dayanan mesleklerin güçlü olduğu pazarın ve paranın dinamizmiyle gelişen ticaretin, dünya ticaret yollarıyla bütünleşerek yarattığı “büyüme anlayışından” koparak içine kapanan, üretimi çözülen, sönükleşen bir yapı ortaya çıkmıştır.
Milli mücadele başarıyla sonuçlandırılıp, bundan sonra ne olacak meselesine gelince, köylü toplumların elitleri olan bürokratlar ve askerler, ekonomik ve toplumsal kalkınma hedefini “kültürel reformlar ve Batılılaşma projesinin arkasına” takmışlardır. Bunun sosyolojik ve ekonomik esasları vardır. Birincisi, köylü toplumlarının kendilerini (siyasal elitleri) dengeleyecek burjuvazisi tasfiye edilmiş, kendi iktidarlarını tehdit edecek bütün muhalefet unsurları etkisiz hale getirilmiştir. İkincisi; imparatorluğun batıcı geleneği içinde gelişmiş bu elitlerin dünya görüşünde, pozitivizm hâkim bir anlayıştır. Hatta öyle ki bilim diye “sarıldıkları şey”, doğrudan pozitivist ideolojidir. Dolayısıyla “bilime aykırı buldukları” her türlü geleneği ve inancı tasfiye etmek birincil meseleleridir. Dini dahi, bu pozitivist anlayışla denetim altına almayı öngörürler. Bir nevi “devlet dini yaratma şeklinde anladıkları laiklik probleminin” esasında bu vardır.
Osmanlı kim, Türk kim!
Bu yetmez, bütün bu bilimin, yani pozitivizmin kaynağı neresidir? Bunun cevabı onlar için açıktır: Batı uygarlığı. O halde “topyekûn bir kültür değişmesine” ihtiyaç vardır. Eski harflerin ilgası, İsmet Paşa’nın açıkça söylediği gibi “sadece bir alfabe değişikliği değil, bir medeniyet değiştirme projesinin” bir parçasıdır. Osmanlıca, koca koca adamların söylediği gibi, bir dil değil eski harflerle yazılmış Türkçedir. “Latin alfabesine geçilince okuma yazmanın arttığı iddiası” düpedüz bir cehaletin ifadesidir.
Sosyoloji diye bir bilimin olduğunu duymamış olabilirler. Türkiye’de Latin harflerine geçildiği için değil,“köylü toplumsal yapıdan çıkıldığı ölçüde” okuma yazma oranları yükselmiştir. Hangi alfabeyi kullanırsa kullansın,“köylü toplumlarının okuma yazma oranları” birbirine çok yakındır. Türkiye’de de okuma yazma oranının artması doğrudan doğruya toplumsal değişimin dinamikleriyle, şehirleşmeyle oranıyla, okullaşmanın artmasıyla, iletişim imkânlarıyla yükselmiştir. O halde Osmanlıcanın öğretilmesine “Osmanlı-Cumhuriyet karşıtlığı ekseninden” bakmak yanlıştır. Bunu anlamak zor değildir. Bugün Türkiye geçte olsa, kendi kültürel birikimini,“kimliğinin medeniyet kaynaklarıyla” yeniden, bilgiye dayanarak bağlar kurmak, buluşmak istemektedir. Bir Batılı’ya neden Latince öğreniyorsunuz sorusunu sormakla, bir Türk’e “neden Osmanlıca-Eski Türkçe öğreniyorsunuz” sorusunu sormak aynı anlama gelir.