Köle Ruhlu’dan efendisine yağlı methiye…

Abone Ol
Megalomanlık marazi bir durumdur, bir ruh hastalığıdır. Türkçe’sini dersek, insanın kendisini dev aynasında görmesi ve buna herkesin inanmasını beklemesihalidir. Bu durumdaki kimseler sonunda kendilerinden büyük birini arama ihtiyacını duyarlar içten içe ve bunu bulduklarını sandıkları anda da, o buldukları kişiye abartılı övgüler düzerler… O en büyük ya, onun bağlandığı büyükten de büyüktür, erişilmezdir..
Bu dediklerimizin en tipik örneği Necip Fazıl Kısakürek’tir… Yaşamı boyunca kendisini en büyük şair ve düşünür olarak gören, bunu herkesin de tartışmasız kabul etmesini isteyen Kısakürek, bağlandığı Nakşi Şeyhi Abdulhakim Arvasi’yi ise insan üstü, doğa üstü bir yaratık olarak kabul etmiş, “Şeyhim, kurtarıcım efendim, halkadan parıltıların son halkası” olarak nitelemiştir.
Necip Fazıl 1930’lu yıllarda bağlandığı bu şeyhe, nereden esmişse, 1978 yılında aşağıdaki şiiri yazma gereği duymuştur (o yıllarda MHP’ye destek vermektedir Kısakürek, bu da mânidardır).

İşte o şiiri önce bir okuyalım: 

Benim efendim!
Ben sana bendim (bağlanmışım)!
Bir üfledin de
Yıkıldı bendim.
Ben ki, denizdim,
Dağ başı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim (Nasihat, öğüt).
Benim efendim!

Benim efendim ,
Feza (gökyüzü, uzay) levendim (boylu poslu yakışıklı)!
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim!

Benim efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden
Ve mühürlendim.
Askerin oldum,
Başta tülbendim;
Okum sadakta,
Elde kemendim.
Benim efendim.

Köle ruhlu birinin kaleme alabileceği bir metin… Megalomanlık durumunun da bu köle ruhluluğu gizleme kaygısından doğduğu çıkıyor ortaya, bu şiirdeki abartmalara bakınca…
Başka abartmalar da var, onlardan birini aktaralım:

“Necip Fazıl bey anlatır:

Efendi Hazretlerinin sohbetindeydik. Vakit gece yarısına gelmişti. İçimden, şimdi ben, bu gece yarısı, mezarların arasından nasıl inip de gideceğim diye geçiriyordum. Derhal bakışlarını Abidin’e çevirip:

‘Necib Fazıl beyi sen götürürsün. Beraber gidersiniz’ buyurdular. Abidin ile kol kola mezarlıktan iniyorduk. Abidin elini uzatmış bir noktayı görteriyordu. Baktım, Efendi Hazretlerinin bulundukları yerden göğe doğru bir nur çizgisi uzanıyor.

(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.332)”

Nur çizgisi… Nasıl bir çizgidir acaba, bize de görünse de görsek…

Böylesi kafalarda özgür düşünce, onur, kişilik gibi erdemlerin olmayacağı açıktır…

Peki bu Abdulhakim Arvasi nasıl bir adammış, yine kendi aktarımlarından bir anıyı okuyarak öğrenelim bunu:
“Sultan Vahîdeddin Hân, Ramazan-ı şerîfde Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-ı Şerîf dâiresini ziyaret edeceği zaman, Efendi Hazretlerini de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da hâzır idi. Bu menkıbeyi anlatan Efendi hazretlerinin hizmeti ile şereflenen Şâkir efendi der ki:

Sultan, tam Hırka-ı Seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince: Abdülhakîm Efendi nerededir? Diye sormuş. Oradaki kalabalık bir birine bakmışlar, o isimde birini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber vermişler. Efendi Hazretleri: ‘Benim ismim Abdülhakîm’dir’ deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açmışlar. Sultan kendilerini bekleyip, yanyana, biri dünya, biri âhiret sultanı, Sultan-ülenbiyânın (sallallahü teâlâ aleyhi veâlini vesellerri) seâdetlû hırkalarının bulunduğu odaya girmişler ve beraber ziyaret etmişler. Çıkınca sultan, teberrüken orada olanlara birer mendil hediye etmiş. Efendi hazretlerine ise, iki mendil hediye etmiştir. Ben dış kapıda Efendiyi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. ‘Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi, birisi senindir’ buyurup birini bana verdiler. Bu da Sultanın kalbgözünün açık ve uyanık olduğunun bir işaretidir.

(Süleyman Kuku-Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Külliyatı-1.Cilt- S.298)”
Abdulhakim’i bilmiş ya, kalp gözü açık… Yahu bu kalp gözü açık sultan, ülkesini gâvur istilasından kurtarsaydı, Atatürk’ün yerine o geçseydi Anadolu’ya millet öncülük edip “mülkünü” alsaydı ehl-i salip’in elinden…