Kısa bir müddet önce, İstanbul’a yaptığım gezide gördüklerim karşısında hayret ve dehşet içinde kaldım. İstanbul’un silueti Manhattan’e benziyordu. Her tarafından gökdelenlerin yükseldiği bu şehir, artık bildiğimiz, tanıdığımız ve şairlere ilham veren İstanbul değildi.
Târihî eserlerimiz bu çok katlı binaların arkasında, altında kayboluyordu. Burada kentsel dönüşüm adı altında yapılanlar, İstanbul’un kimliğini yok etmişti. Aslında Anadolu şehirlerine yaptığım gezilerde de TOKİ’nin kentsel dönüşüm ile şehirlerimizin siluetini ve kimliğini olumsuz yönde değiştirdiğini gördüm.
Birkaç yıl önce ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu İstanbul Ayazma’da 3 bin100 konutluk 'My World Europa' projesinden satmak istediği daireler için yaptığı reklamda, söylediği “Yaptım, olacak!” incisi kentsel dönüşümü anlatan unutulmaz bir cümle idi.
Ali Ağaoğlu bu reklamda dili geçmiş zamanla, gelecek zamanı aynı cümle içinde yanlış bir şekilde kullanmakla birlikte; “olmayacak, olması mümkün olmayan bir şeyi gerçekleştirdiğini, bunu da yaparken hiçbir şeyi takmadığını” îmâ ederek, gecekondu arsaları üzerinde yükselen gökdelenlerdeki konutlarını satmak istiyordu.
Kentsel dönüşümün nasıl yapıldığını ve sonuçlarının ne olduğunu anlamak için örnek olarak, Ayazma ve Sulukule’deki uygulamaları incelemek lâzım.
Ayazma’da Olimpiyat Stadyumu’nun yakınında Ali Ağaoğlu’nun meşhur My World Europa’ sı yapılmadan önce bir gecekondu mahallesi vardı. 2004 yılında tam da mahallî seçimlerden önce buraya içme suyu bağlandı. 2007’den itibaren mahalle halkı dönüştürülmek için ikna edilmeye başlandı. Kentsel dönüşüm, ilk başlarda kötü konutlardan daha iyi konutlara geçiş sağlayan, sosyal devletin güvencesi altında adil bir süreç olarak sunuldu. Ancak, My World Europa ve Sulukule örneklerinde olduğu gibi burada oturanlar gecekondularına karşılık hak sahibi olarak aldıkları yeni mülklerini site yönetiminin istediği aylık tutarı ödeyemeyince haklarını satıp daire sahibi olmaktan vazgeçtiler. Yani kentsel dönüşüme katılım, orada daha önce oturan insanlar için gerçekleşmedi.
Sulukule’den Taşoluk’a gönderilen 360 aileden 359’u eski oturdukları mahalleye yakın yerlere geri döndü. Şimdi 30 katlı binaların, AVM’lerin üzerinde olduğu eski arsa sahiplerinin kaderinin ne olduğu bilinmiyor.
Kentsel dönüşüm, gecekondudan 30 katlı apartmana geçmek, iptidaî olandan çağdaş olana geçiş olarak anlatıldı. Fakat bu dönüşüm yukarda verilen örnekten başka hayal kırıklıklarına da sebep oldu.
3 bin 100 konutluk projesine “Benim Dünyam Avrupa” adını veren Ağaoğlu, bununla alıcılara projesinin Avrupa düzeyinde olduğunu anlatmak istiyordu. Ancak, Avrupa kentlerinin en önemli özellikleri târihe ve çevreye saygılı olmalarıdır. Bizim kentsel dönüşüm projelerimizde bu iki hususun da dikkate alınmadığını görüyoruz. Bu projelerde orantısız büyüklükler kullanarak, enerjinin daha pahalıya mal edilmesine yol açıldı. Bir başka Ali Ağaoğlu projesi “1453 Maslak İstanbul’ da, ormanın yok edilmesi vatandaşların tepkisi üzerine son anda önlendi. Tarlabaşı’nda ve Ayvansaray’da eski yapılar ortadan kaldırıldı. Bu durum tarihe saygısızlıktı ve şehir için hafıza kaybı anlamına geliyordu. Şehir plancılarının her şeyden önce İstanbul gibi eski bir kentin, târihî bir gelişimin ürünü olduğunu bilmeleri gerekiyordu.
Kentsel dönüşüme gerekçe olarak, gecekonduların güvensiz ve suç yuvası yerler olduğu söylendi. Fakat yeni yapılan yüksek katlı sitelerin de dikenli teller ve kameralarla donatılmasına rağmen, ne derece güvenli oldukları tartışılır. Hepsinden önemlisi, gecekonduda komşuluk, dayanışma, yardımlaşma ve mahalle ruhu varken, yeni sitelerde bu değerlerin olmadığı görülmektedir.
Kentsel dönüşüm bizde daha ziyade tüketim boyutuyla ortaya konuldu. Dönüştürülen yerler banka kredisi ile satıldı; dönüştürülenler banka kredisi sistemi içine sokuldu. Aslında “Mall of İstanbul’da” olduğu gibi gökdelenlerin ortasına kurulan AVM’lerde yapılan kredi kartlı alış-verişlerle de bu banka sistemi çifte kazanç sağladı. Bu haliyle kentsel dönüşüm bir sosyal mühendislik oldu ve yeni hayat tarzına gelenler, bankalara tam manasıyla bağlandı.
Mayıs 2012’de çıkan “Afet Riski Yasası” ndan sonra deprem korkusu kentsel dönüşümün en önemli gerekçesi oldu. Artık kentsel dönüşümün önünde engel kalmadı. Önümüzdeki 20 senelik zaman diliminde Türkiye’deki binaların yarısı yıkılacak. Hatta bu yıkımdan yüksek katlı binalara göre depreme daha dayanıklı olduğu kabul edilen tek katlı binalar bile kurtulamayacak. (1)
1950’li yıllardan itibaren köylerden şehirlere göç eden insanlarımıza, devlet zamanında kalıcı, kabul edilebilir barınma imkânı sağlayamamıştır. Günümüzde “Kentsel dönüşüm” sihirli sözcüğü şemsiyesi altında, rant hırsıyla, millî hassasiyeti olmayan adamların elinde, şehirlerimiz, çevremiz ve târihî mirasımız târumar edilmektedir.
İstanbul’da eski eserlerimizin, kısaca târihî mirâsımızın yeterli bir düzeyde korunduğunu veya muhafaza edildiğini söylemek mümkün değildir.
Dolmabahçe Sarayı’nın arkasına 1940’lı yıllarda İnönü Stadyumu yapıldı. Ne yazık ki, günümüzde bu stadyumun yıkılıp yeniden aynı yerde yapılmasına izin verildi. 1950’li yıllarda DP döneminde Menderes’in İstanbul’u imar ediyoruz, yeni yollar açıyoruz diye bâzı târihî eserlerimizi ortadan kaldırdığı bir gerçektir. Bu yıkımlardan Osmanlı dönemine ait çok sayıda câmi, türbe, medrese, han, kervansaray, mescit, çeşme, dergâh, hatta Mimar Sinan’ın eserleri nasibini aldı. (2) Hiçbir Batılı ülkede iktidarlar böyle önemli târihî eserleri yıkmaya cesaret edemez. Bizde ise; Yahya Kemal’in tâbiriyle kültür varlıklarımız kör kazmaya teslim edildi.
1980’li yıllarda Dolmabahçe Sarayı’nın üzerine yapılan Swiss Otel böyle saçmalıklardan biridir. 1990’larda yapılan Süzerlerin Gökkafes’i şehrin siluetini bozan, İstanbul’un kalbine saplanmış ilk hançer, ilk çok katlı binadır. Bu çirkin yapı kama gibi orada durmaktadır. Swiss Otel ve Gökkafes mutlaka yıkılmalıdır.
Günümüzde ise İstanbul’un silueti, biraz evvel anlattığımız kentsel dönüşüm projeleri ve Ali Ağaoğlu gibi “Yaptım, olacak“ diyen müteahhidlerin elinde tamamıyla değiştirilmiştir. Kubbeler, minareler, yeşillikler şehri İstanbul, kentsel dönüşümdeki gökdelenlerle Manhatten’e benzetilmiştir.
Sultan Ahmet Câmisi’nin minareleri arasından gözüken 16/9 isimli 3 gökdelen, câminin muhteşem siluetini bozmuştur. Bu binaların da mutlaka yıkılması gerekir. Haliç üzerinde yapılan yeni metro köprüsü başka bir model köprü yapılamazmış gibi, yüksek kuleli ve bu kulelerden köprüye uzanan çok sayıda çelik halatla Süleymaniye Câmisi gibi Türklüğün yeryüzünde en büyük eserlerinden biri olan bu muhteşem eseri kapatmaktadır. Bundan başka Süleymaniye’nin etrafındaki briketten kaçak yapılar da Süleymaniye’yi kuşatan başka çirkinliklerdir.
Eski eserlerimize indirilen başka bir darbe de “Târihsel Mîrasımızı Koruyoruz” sloganı altında İstanbul’daki bâzı belediyelerin târihî yapılarımızı restore ettirirken bu işi ehil olmayan kimselere yaptırarak eserin aslını yok etmeleridir. Bu restorasyonların aslına uygun yapılmadığını merhum Osmanlı Mimarî Târihçisi, mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin halefi, sahanın uzmanı mimar İ. Aydın Yüksel bir yazısında feryat ederek anlatmaktadır. (3)
Günümüzde İstanbul’u mahveden bir uygulama da Yenikapı’da surlarının önünde açık hava etkinlikleri için denizin 270 bin metre kare doldurulması ile elde edilecek meydandır. Burada bir daha İstanbul’un güzel görüntüsü ve denizin altındaki önemli arkeolojik bulgular yok edildi.
Yıllardan beri ülkemizde yaşayan gazeteci, yazar Andrew Finkel, AKP iktidarının İstanbul’a yaptıklarını New York Times gazetesine yazdığı bir makalede;
“Günümüzde İstanbul’a verilen hasar, 4. Haçlı Seferi sırasında Haçlıların Konstantinopolis’e verdiği hasarla boy ölçüşebilir.” diye değerlendirmektedir.(4)
İstanbullular Gezi Parkı eylemleriyle Taksim’deki son yeşilliğin kaldırılmasına karşı direndiler. Aslında pek bilinmese de Gezi Parkı eylemlerinin bir faydası “Tabiatı Koruma Yasa Tasarısı’nın” Meclis Genel Kurulu’na gelmesinin ertelenmesine sebep olmasıdır. 2010 yılından beri defalarca hazırlanıp değiştirilmiş “Tabiat Kanun Tasarısı” Meclis Çevre Komisyonu’nda kabul edilerek, Meclis Genel Kurulu’na sevk edilmişti. Gezi Parkı eylemleri nedeniyle toplumun tepkisinden çekinilerek ertelendi. Eğer yasa bu hâliyle kabul edilseydi, gezi parkının yıkılması bu yasanın sebep olacağı tahribat karşısında çok masum kalacaktı. Çünkü yeni yasanın kabul edilmesinden sonra Millî Park sahalarında HES’ler, yaban hayatı koruma bölgelerinde oteller yapılabilecekti. Eğer bu tasarı kanunlaşırsa, kanunda geçen, “üstün kamu yararına” gibi muğlâk bir ifadeyle mutlak surette korunması gereken yerler madencilik, enerji sanayi, tarım, turizm gibi yatırım alanlarına açılacaktı. Belgrad Ormanı üzerine 10 yıldızlı Belgrad rezidans kurulabilecek, Datça’nın son koyu da betona teslim edilecek, Manyas Kuş Gölü cenneti havaalanına dönüştürülebilecek, Sarıkamış ormanları otoban kurbanı olabilecek, 5 bin 600’üncü HES’de Rize’de faaliyete geçebilecek, Küre dağları, Dilek Yarımadası, Çıralı, İğneada, Tuz gölü, Fırtına vadisi, Gediz Deltası gibi birçok alanın belki de sonu olabilecekti. (5)
***
Yukarda açıkladığımız anlayışla devam edecek kentsel dönüşüm uygulamalarında şehirlerimiz çirkin beton gökkafeslerle dolacak, kimliğini kaybedecek, bu hâliyle çıkacak tabiat kanunu ise ülkemizi virâneye çevirecektir.
Vatanın sahiplerine duyurulur!
Temmuz 2013
Kaynakça:
1. Jean - François Perouse, Milyonluk Manzara, Kentsel Dönüşümün Yaygınlaştırılması Ya da Suskun Çoğunluğun Acımasız Zaferi, s.49-55, İletişim, İstanbul, 2013
2. İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, Timaş, İstanbul, 2013
3. Beşir Ayvazoğlu, Üçüncü Tepede Hayat, Beyazıt Meydanı’nın derin tarihi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2012 ve 5.7.2012 tarihli Zaman’daki yazısı.
4. Andrew Finkel, Mahvedilen İstanbul, www.arkitera.com, 25 Temmuz 2013
5. Tabiat Kanunu İzleme Girişimi Bildirisi, Doğanın kaderi siyasi otoritenin insafına bırakılamaz, Şubat, 2013