Genelde, ‘olumlu düşünüş’ biçimine hizmet eden yazılarımla tanıyanlar bu başlığı karamsar olarak bulabilirler; bu sebepten ötürü hemen yazımın başında açıklayayım. Bu yazı da aslında olumsuz bir başlık taşısada bizleri tehdit eden bir durumun farkına varmamızı amaçlıyor. O nedenle yine olumlu bir mana icra edecektir.
Bir toplumun içerisinde yaşamaya karar vermiş herkesin, huzurlu yaşama şartının o toplumun huzuruna bağlı olduğunu unutmaması gerekir. Bu sebepledir ki bir toplumun bütün fertleri o toplumun huzuruna hizmet etmekle bir anlamda mükelleftir.
Fakat gerçekte bu böyle mi oluyor?
İşte bu soruya olumlu bir yanıt vermek ne yazık ki imkânsızdır.
Tüm dünya ve onun içindekiler baş döndüren bir hızla değişiyor. Bu değişimi kimler ne ölçüde takip ediyor veya takip edenler ne oranda ayak uydurabiliyor; tasvip edebiliyor. Elbette dünyanın temeli hareket üzerine kurgulu, buna muhalefet edenler kâinatın bu değişim yasası tarafından en ağır şekilde cezalandırılıyorlar. Nasıl mı? Obezite olarak ödeyen de var ekonomik sıkıntılarla ödeyende. Bu cezayı belirleyen ise muhalefetin hangi yönde olduğu ile ilgili. Bedeniniz hareket etmediğinde yağlanır, beyniniz hareket etmediğinde de diğer imkânlardan mahrum kalırsınız. Görünen gerçek odur ki hareket kaçınılmazdır. Fakat bu hareketin yönünü belirlemek ise çaresiz kalacağımız bir noktaya dönüşmemeli.
İnsanlar değişime boyun eğseler de bazen ayakları o yöne doğru gitmek istemez. Değişim insanların hem beyinlerini hem de yüreklerini tehdit eder. Değişimde kazanan her zaman akıl değildir. Bazen duygular kazanır. Duyguların değişimi “us” un yani aklın değişimiyle paralel olmaya bilir bazen; değişim dışarıdan diretiliyorsa yüreklerde bir karşı koyma arzusu oluşur. Ancak akıl duyguyu ikna ederse, uyum gerçekleşir.
Kâinatta her şeyin temeli harekete dayanır. Günler ya uzar ya da kısalır; dünya hem kendi ekseninde hem de güneş etrafında döner. Yıldızlar ve galaksiler de hareket eder. Allah, insan gibi bir varlığın, alışıla gelmiş tek düze bir hayatla enerji bulamayacağını bildiği için sürekli ruhunu diri tutmuş ve onun yaşamına dinamizm eklemiştir. Bu dinamizm aynı zamanda değişinin de temelini teşkil eder. Değişim arzusunun temeline olan inancımızı yineledikten sonra, bugün çığırından çıkarılmaya çalışılan haliyle, “değişime” artık geçe bilirim.
Peki, bugün bizim eleştirdiğimiz ne?
Kendilerini değişimin olumsuz çarkına kaptırmış her meslekten ve uğraştan insanlar. Bu kimseler bugün yaşadığımız bütün beyin karmaşalarının asıl mimarlarıdır. Peki, “Bunu nasıl başarıyorlar?” diye bilirsiniz. Cevabı benim açımdan oldukça kolay ve ikna edici. Değişimi, her gün illa “farklı bir şeyler söylemek” olarak algılayan bu kimseler gerçekleri o kadar saptırmaktadırlar ki bir yerden sonra gerçeğin kendisine hâkim olamayan yarı cahil insanlar, gerçeğin kendisinden fersah fersah uzaklaşa bilmekteler. İşte bu uzaklaşma hali de çok ciddi zihin bulanıklıklarını beraberinde getiriyor. Bu, gerçeği saptırma çabasında olan kişiler yaptıkları tahribata aldırmadan sadece toplumda kendilerini fark ettirme amacı gütmektedirler.
Adeta, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” anlayışında olan bu kimseler, bazen horozu kurban ettiler, bazen kadınları erkeklerin arasında “saf” tutturdular. Yani bu kimseler bazen karşımıza din adamı olarak bazen bilim adamı olarak, medyum olarak, televizyoncu ya da gazeteci olarak, bazen de eğitimci olarak çıktılar. Bugün karşımızda “değişimi” yanlış anlamış ve icra etmiş bu aktörlerin hazırladığı karmaşık bir hayatı bizlerde icra etmeye ve zihin bulanıklıklarımızı durultmaya çalışıyoruz. Bu karışıklıkta yapılması gereken en önemli icraat kaynağa dönmek ve onu iyi kavramak olmalıdır. İlla ki değişik bir şey, zoraki değişik bir şey bu yolda doğru bir yaklaşım değildir. Zihin bulandırmanın hiç kimseye bir faydası olamaz. Hatta değişim anlayışında ki bu zihniyet kendi sonu nu da hazırlamaktadır.
Bu kadar değiştirerek ve binyıllardır emek harcadığımız dünya aslında hep daha fazla umut üretmesi gerekirken böyle olmadı. Gıdalarımızı geliştirmek istedik genetiğini bozduk, insanlar kanser oldu. Madenlerimizi geliştirelim dedik, atom bombası oldu. Binaları geliştirelim dedik, depremlerle insanlara mezar oldu. Demokrasi ve eşitlik getirelim dedik, zulüm ve gözyaşı oldu.
Kanun yapalım dedik, içine duygular ve inançlar karıştı. İletişimi geliştirmek için en büyük araçları ürettik, daha fazla kavga ve gürültü oldu. Ulaşımda daha hızlı olmayı arzuladık ve araçlar ürettik, trafik canavarı oldu. Neden mi? İşte yukarıda bahsettiğim o bozuk zihniyetten. Değişim ve gelişim umut dedik ama gelişimin ve umudunda değiştiğini sonradan öğrendik.
Çok hazin değil mi? Geldiğimiz noktada “Kansersiz bir vücut için mağara insanı gibi beslenmek lazım” diyen bilim den bahsediyorlar.
O zaman, değişen ve gelişen ne? Buraya hep birlikte kafa yormanın zamanıdır işte.
Aralık 2009