Kavgamız kalem olunca

Abone Ol

Bakın, Calvin ‘Tek meşru din uğruna yapılan savaştır’ diyor ve ekliyor; ‘Karşılık beklemeyeceksin, yaptıklarına üzülmeyecek sevinmeyeceksin, vazife en büyük ibadet.’ Gerçekten de bu akıl dolusu sözler karşısında şimdi İslam’ın neden din uğruna verilen mücadeleyi cihad olarak tanımladığını daha iyi anlıyoruz. Her ne kadar bir takım aklı evveller cihaddan maksat sadece kılıç olduğunu beyan etseler de kılıç kadar nefis ve ilim uğruna verilen mücadelede cihaddır. Bilhassa nefisle olan mücadele en büyük cihad olarak ilan edilmiş bile. İcabında kılıcın düzeltemediği nizamsızlığı nefisle mücadele ve hal ilmi (ilmihal) düzeltebiliyor. Zaten el kalem tutmayınca kılıç bir yere kadar iş görür, illaki uzun soluklu bir medeniyet dirilişi için kalem şart.

İdeolojik kavgalar genel itibariyle barışçıl değildir. Nasıl barışçıl olsun ki, insanlığa huzur yerine kan ve revan yaşatırlar hep. Onların yemişi kanla beslenmektir, medeniyet dirilişçilerin gıdası ise Şeyh Edebalice “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışıdır. Bundan öte insanlığa soluk olup nizam-ı âlemce yönetmektir. Şöyle Avrupa tarihine bir baktığımızda ehl-i salibin hak dediği şey aslında kaba kuvvettir, kuvvet dediği ise zulüm veya vahşet olduğu görülür. Oysa şiddet histerisi ne nizam ortaya koyabilir, ne de medeniyet inşa edebilir. Bu yüzden bizim farkımız yıkmak değil inşa için var olmamızdır. Zaten farkı fark ettirende kalemimizin mürekkebinden damlayan sevda ruhuyla gönülleri nakşetmemizdir.

Şu an tüm İslam âlemi perişan halde zelil sefil bir durumda. Hiç kuşkusuz bunun sebebi artık kalemlerimizden sevda yüklü mürekkebin akmaz oluşu, bilgi eksikliği ve sevda ruhumuzu yitirmişliğimizdir. Ne zaman ki kalemlerimizden sevda mürekkebi akmaya başlar işte o gün geldiğinde nice zifiri karanlık gecelerin pembe şafaklara dönüşeceği muhakkak, bu konuda ümit varız da. Yeter ki kaleme kalemce sahip çıkalım dirilişimiz   'niyet hayrola akıbet hayrola' aydınlığında vuku bulurda.

Evet; kalemle yapılan mücadeleler topluma mal olurken, bir hiç uğruna verilen kuru kavgalar bırakın topluma mal olmayı anlık saman alevi misali parlayıp sönmeye mahkûmdur. Kaldı ki bir kuru dava uğruna verilen mücadelelerin sonucunda kazanılan pekçok zaferin daha üzerinden yüz sene geçmeden bir başka güç tarafından bertaraf edildiği malum. Fakat fikir ve yazıyla verilen mücadeleler öyle değildir, uzun soluklu olup tarihe mal olur da. Dahası bu tip mücadeleler geçici değil kalıcı olmak için vardır. Hele birde hem kalem hem pusat, hem beyin fırtınası, hem de bilek gücünün bir araya geldiğini düşünün hiç kuşkusuz bu birliktelikten büyük bir aksiyon doğar da. Her ne kadar kafa gücüyle kol gücünün bir araya gelmesi çok zor gözüksede bu birlikteliğin oluşumu için çaba sarf etmek gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir, şayet muhteşem mazimizde olduğu gibi kalemle kılıcın birarada yürütüldüğü Nizam-ı âlem için seferber olduğumuzda biliniz ki diriliş muştumuzun yeniden vuku bulması an meselesidir diyebiliriz. Kaldı ki kültür kodlarımızda bu diriliş ruhu var, yeniden Nizam-ı âleme kanatlanmak neden olmasın ki? Anlaşılan beyinle kolun bir arada olacağı aksiyon bir güce ihtiyaç vardır. Dedik ya, bu güçten yoksun bir devlet süper güç olsa bile bu güç Akif'in dile getirdiği içi boş tek dişi kalmış canavar medeniyet olacaktır. 

Artık tüm cümle âlem şunu iyi bilsin ki; tarihte yaşanan bir takım kan ve ırka dayalı tüm kavgaların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İnsanlığa itibar kazandıran ne şan, ne şöhret, ne fiziki görünüm, ne para, ne pul, ne de kandır, asıl değer katan eşrefi mahlûkat olmanın mayasına uygun medeni olmak hamlesidir. Madem öyle, fıtratımızla barışık, kültür kodlarımızla orantılı insani yönümüzü zenginleştirip biyolojik kavgalardan uzak kalmalıdır. 

İnsani yönümüzü zenginleştirmek derken ister istemez akla bilge şahsiyetler gelmektedir. Nitekim İmam-ı Azam hem Emevi, hem Abbasi dönemi halifelerinin kadılık teklifini reddetmiş bilge bir şahsiyettir. Belli ki burada ortaya konan tavır kadılığın hakkında gelememek ya da yapamamak endişesi değildir asla, onların tek kaygısı zulümlerine alet olma riskidir. Üstelik o kendisine yapılan onca zulme rağmen kalemini kırmamış, devlete karşı başkaldırmamış, tam aksine Müslüman kanı dökülmesin bir tavır sergilemiştir. Ama gel gör ki böylesi mümtaz bilge zat, Halife Mansur döneminde mahkûm edilip zindan da şehit edilmiştir. Zindanda ölüme terk edildi de ne oldu, sonuçta o gönüllerde en büyük fıkıh âlimi olarak yaşayıp çağımıza ışık saçmış ya, bu yetmez mi? Kalemin gücü o kadar net açık ortada ki, Müslümanlar bugün olmuş hala kalem erbabının bıraktığı ilmi mirasla meselelerini çözmeye çalışıyor. Nitekim bugün Halife Mansur konuşulmuyor, konuşulan Ebu Hanife’dir. İşte kalemin gücü budur. Üstelik bu güç tarihe adını yazdırmakla kalmayıp hem bugüne, hem de geleceğe ışık saçmaya devam etmekte. Zulümden kim payidar olmuş ki Mansur gibilerde payidar olsun. Kelimenin tam anlamıyla O, “Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hak kelamı söylemektir” (Bkz. Nevevi, Müslim Şerki-Kitab İmaret) hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun yaşayıp ve bu uğurda şehit olmuş bir fıkıh âlimimizdir. Tabii bitmedi bu uğurda daha nice ışık kandillerimiz var. İmam Hanbelî’de hakeza Halifenin yanlışlarına itaat etmemiş bir bilge zattır. Tabii bu öylesine bir itaatsizlik değildi, bakın bikeresinde Halife Mu’tasım Billâh, İmam Hanbelî’yi Kur’an’ın mahlûk olduğuna dair bir fetva vermesi için zorladığında kabul etmez, sen misin kabul etmeyen kendisiyle birlikte yedi yüz âlim şehit edilir.

Evet, İmamı Hanbelde tıpkı İmam-ı Azam gibi kavgasını isyan üzerine kurmamış, hak ve hakikati dile getirmekle bedel ödemiştir. Ehlisünnet âlimleri için ölçü besbelli, hak ve hakikat dışı her ne varsa ona itaat etmemek esastır. Başkaldırmakmış, isyankârlıkmış bu tür radikal tavırlar onların dünyalarında yer almaz. Onlar için her türlü zulüm ve işkenceyi sabırla göğüslemek esastır. Kaldı ki itaat başka bir şey, isyan başka bir şeydir. Dolayısıyla her ikisini birbirinden ayırd etmek icab eder.

İslam’da sultana itaat emri vardır, ama bu itaati mutlak kılmamıştır. Zira Resulullah (s.a.v) “Allah'a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak maruftadır” diye beyan buyurmuştur.
 
Hele fıkhı kıymet değeri tartışılmaz ölçüde diyebileceğimiz Fetava-i Hindiye adlı kitabının yapraklarını çevirdikçe Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker vazifesinin yerine getirilmesinde:
“—Umera elle,
—Ulema dil ve kalemle,
—Avam-ı nas kalb ile yapar” olarak karşılık bulduğunu görürüz. İşte bu müthiş tespit sayesinde ‘Bir yerde kötülük gördüğünüz zaman dilinizle, dilinizle gücünüz yetmiyorsa elinizle, elinizle gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz ediniz ki, bu imanın en zayıf derecesidir’ hadis-i şerifte geçen Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker yetkisinin ulu orta herkese verilmediği gerçeğini öğrenmiş oluruz.

Kuvvet, kanun hükmünde adil güç olursa anlam kazanır. Bu adil gücün tatbikinde devletin görevi esas alınır. Bireye kafasına göre bir adamı cezalandırma ya da öldürme yetkisi verilmemiştir, devlete ait bir yetkidir bu. Şayet fertler kendini devlet yerine koyup güç koymaya kalkışırsa her tarafta anarşizmden kol gezilmeyeceği aşikâr. Hele bir cahilin âlimin yapması gereken görevi üstlendiğini düşünün, vay o ahalinin haline, ortada ne ilim kalır ne de erdemlilik.

Evet, İmam-ı Azam, İmam Hanbelî gibi nice âlimlerin kendilerine getirilen hak ve hakikat dışı teklifleri reddetmesi isyan etmek değildir, bilakis Allah’ın ahkâmını hâkim kılmaya yönelik bir tavırdır. Kaldı ki ortada 'haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır' peygamber buyruğu var. Şayet söz konusu Allah ve Resulünün hakikatlarıysa itaati 'Emri’bil Marufta' görüp hayatlarına uygulamışlar da. Onlar isteseler bir küçük işaretle kitleleri isyana sürükleyebilirlerdi, ama onlar öyle yapmayıp zulme uğrama pahasına da olsa tüm işkencelere karşı Allah’ın verdiği canı emanet bilip isyana girişmemişlerdir. İşte hakiki iman mücadelesi budur.

Bediüzzaman yaşadığı dönemde nice sürgün ve çilelere maruz kalmış, ama o bir an olsun hiçbir talebesini isyana teşvik etmemiştir. Üstelik kendisi dâhil, yirmi sekiz yıl hapis hayatı yaşamış olmasına rağmen bir kez olsun başkaldırmamıştır, sadece fikir bazında “zalimler için yaşasın cehennem” demiştir. İşte bu noktada, şayet hukuki yollardan mücadele diye bir dert tasamız varsa işte hayatı boyunca kalemiyle mücadele veren Said Nursi’yi örnek almak en doğru tavır olacaktır. Peki, onun mücadele yöntemine sadece bizim mi ihtiyacımız var,  hiç kuşkusuz tüm insanlığında onun kocaman yüreğinden kopan o müthiş kaleminden alması gereken nice derslere ihtiyacı var. Öyle ki, onun kalemi bir tür sivil inisiyatif mücadelesidir. Canı pahasına ortaya koyduğu mücadelede önce inancını doğurgan toprağa savurmuş, sonrasında sabahın o seher yelinde kaleme döktüğü Risaleyi Nur hakikatlerini ötelere taşır da. Peki, üstadın kalemini güçlü kılan gizem neydi?  Belli ki o gizem, kutbul aktab kabul ettiği Abdülkadir Geylani ve İmam-ı Rabbani Hz.leri gibi zatların ruhaniyetinden aldığı feyiz ve bereketinde gizlidir. Ve bu bereket sayesinde kaleminden damlayan her mürekkeb önce tohum, sonra filiz,  en nihayetinde çiçek açıp tüm beşeri tabular ve sahte mabutlar sözün bittiği noktada sonbahar yaprakları gibi tel tel dökülmüşlerdir. Nasıl dökülmesinler ki, Risaleyi Nur hakikatleriyle her kim yüzleşirse üstadın yüreği ne yürekmiş demekten kendini alamaz. Çünkü Risale-i Nurun 'Sözler', 'Lemalar', 'Şualar' ve 'Mektubat' olarak külliyata dönüşmesinde Bediüzzaman üzerinde kendinden önceki ehlisünnet âlimlerin himmet ve bereketlerinin tesir yapmışlığı söz konusudur. Bu yüzden kalem bu anlamda feyiz ve berekettir, içine ruh üflenmezse neye yarar ki. 

Madem kalemin gücü ortada, o halde durduk yere başımızı kuma gömüp karamsar olmaya gerek yoktur. Zira ümitsizlik en büyük felakettir. O halde daha ne duruyoruz, yeniden ümit tazelemek için Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani, Ahmed Yesevi, Mevlana, Yunus, Said Nursi Hz.leri gibi daha nice ışık fenerlerin yolunu takip etmek yeterli olacaktır. 

Evet, Bediüzzaman hayatı boyunca tüm sahte mabudlara karşı mücadele verip karanlığı ışığa çevirmiş bir deha örneğidir. Dünyada dikensiz gül bahçesinin olamayacağını bilinciyle hareket edip kendi doğurgan toprağımızdan çıkan yeni nesle örnek bir remzdir. Bir an olsun hiç gözünü kırpmadan tüm sahte mabutlara ve deccallara (kalemsizlere) karşı meydan okuyan tek yürek volkandır. O önce susmuş, fakat sabrını deneyip zorlayanlar olunca da bir volkan misali patlayıp ihanetleri bala çevirmiştir. Adeta kalemiyle bütün kaleleri yıkmış ve adını Bediüzzaman olarak tarihe yazdırır da. Derken Risale-i Nur çağımıza ışık saçmış olur. Nasıl ışık saçmasın ki, ‘kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım’ misali gücünde kalemi ateşten gömlek İbrahim-i Gül olmuşta. İşte bu noktada Risale-i Nur hakikatleri için İbrahim-i Gül külliyattır diyebiliriz. Üstelik bu külliyat kıyamete dek ışık kaynağı olmaya namzette. Sözün özü Risale-i Nur hakikatleri karanlığa ışık saçan İbrahim-i Gül bahçesidir. 

Bediüzzaman’ın canı pahasına ortaya koyduğu kalem mücadelesi kuru cihangir kavgası değildi elbet, bu yüzden onun verdiği mücadeleyle diğer beşeri kavgaları aynı kulvarda bir tutmak abesle iştigal olacaktır. Birkere birinde iman hakikatleri uğruna yapılan bir mücadele var,  diğerinde ise şan şöhret uğruna mideyi doyurmak vardır. Davası şan şöhret sahibi olmak olanlar midelerini tıka basa doyura dursunlar,  ardından bıraktığı iman hakikatlerini hayatın her alanına çoktan işlemiş bile. Başkaları için bir tılsım, bir sessiz harf yığını sanılan kelimeler Said Nursi’de patlamaya hazır ışık saçan volkandır. Bu volkan bildiğimiz yanardağ volkan lav değil, bilakis  “Zalimler için yaşasın cehennem” diye ifadelendirilecek bir iman ve bir mana bütünlüğünde gönlün ifadesi volkandır. Düşünsenize bir gayrimüslim Haşir Risalesini okumaya koyulduğunda:

—Derhal şu Haşir risalesini yok edin. Az daha okusam ahret sokaklarında dolaşır olacağım dedirttirecek cinsten volkan patlaması bir kalemdir. 

Anlaşılan nice din mazlumu âlimler zulme uğramış, canından olmuş ama bugün şunu daha iyi fark ediyoruz ki; şehit kanından üstün bir kalem gerçeğiyle karşı karşıyayız, bu şeref yetmez mi? Onlar bu şerefe nail olurken kandan beslenen zalimlerde lanetlenmekte. Nitekim bugün adından söz edilen zalimler değil, âlimler, adil sultanlar ve şehitlerdir. Madem öyle, Peygamberimiz (s.a.v)'in“Âlimlerin mürekkebi şehit kanlarından üstündür” övgüsüne mazhar olan hakiki kalem erbabının yolundan yürümek demek düşer bize. 

Vesselam.