Kader-i İlahi

Abone Ol

Kader; Allah’ın ezelde takdir edip yarattığı her şeyin Levh-i Mahfuza kayda alınmış bir yazgıdır. Dolayısıyla bu tariften hareketle ezelde her ne takdir edilmişse gelecekte açığa çıkması kaza olarak ifade edilir.  Sakın ola ki bu tariften şu anlam çıkmasın, Yüce Allah tüm olan bitenler vuku bulduktan sonra her şeyden haberdar olmuştur diye,  bilakis öncesi ve sonrası hiç fark etmez, Levh-i Mahfuza yazılmış olduğundan şüphesiz ki her olan bitenden haberdardır elbet.  Ancak şu da var ki,  her yazılan vuku bulacak diye bir şartta yoktur. Bu yüzden İmam-ı Azam bu hususta Levh-i Mahfuza kaydedilenlerin hüküm olarak yazılmadığını vasıf haber olarak kayda geçtiğini beyan etmişlerdir. Bir başka ifadeyle kayda geçmiş olan her yazı vuku bulsun diye yazılmış değil, bilakis olacak şeklinde, ya da şöyle olacağı önceden bilinip tespit manasına bir yazgıdır. Üstelik tüm bu yazgılar kullardan da gizlidir. Özellikle rızık, ecel gibi kesinleşmiş hükümlerde bu kapsamda olup Rabbül Alemin’e hiç kimse kaderi hakkında neden böyle oldu diye ne bir sitemde bulunabilir ne de şikâyet edebilir. O kaleme yaz diyince kalemde yazıverir elbet, hem nasıl şikâyette bulunabiliriz ki. Malumunuz Allah’ın ilk yarattığı kalem olduğunu Rasulullah  (s.a.v)’in bizatihi: “Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan 50.000 sene önce Levh-i Mahfuz’a mahlûkatın kaderlerini yazdı. O zaman Arş’ı su üzerinde idi” (Müslim) diye beyan buyurduğu bu hadis-i şeriften pekâlâ anlayabiliyoruz. Nitekim Allah kalem’e yaz deyince;

Kalem bu emir karşısında:
-Ne yazayım ki der. 
Yüce Allah (c.c) bunun üzerine şöyle emreder:
-Kıyamete kadar olacak olan her şeyi  (kaderini) yaz,
Derken kalemde yazıverir.
Bakınız Ubade İbn’us Samit (r.a) sekarat esnasında oğluna ne diyor:
-Ey Oğul, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe imanın ve hakikatin tadını asla bulamazsın. Zire ben Resulullah (s.a.v)’in şöyle beyan buyurduğunu işittim: Allah’ın yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz dedi. Ey Oğul! Resulullah (sa.v)’den  den şunu da iştim: Kim bu inanç dışında ölürse o benden değildir (Ebu Davud, Tirmizi).
Efendimiz (s.a.v)  bir defasında yine ashabına yönelik; 
-“Muhakkak Allah-u Teâlâ herkesin cennetteki ve cehennemdeki yerini said mi? şaki mi? ne olacaksa halini yazıp tespit etmiştir” diye beyan buyurunca Sahabeyi Kiram:
-Ya Resulallah! Madem sonumuz belli, o halde daha niye amel ederiz ki.
Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle buyurur; 
-Siz gücünüzün yettiği kadar amel edin gevşemeyin. Bir kimse saadet ehlinden ise ona cennetliklerin ameli kolaylaştırılır. Eğer şekavet ehlinden ise cehennemliklerin ameli kolaylaştırılır.(Buhari) 
Gerçekten de Allah Teâlâ bu durumu beyan buyurduğu bir ayeti celile de şöyle tasdik eder: “Kim Allah için harcar, günahtan sakınır ve en güzel sözü (kelimeyi şahadet) tasdik ederse biz onun için cenneti hazırlarız, aksi takdirde cehenneme giden yolunu kolaylaştırırız.” (Leyle 5–10) 
Hz. Ömer (r.a)  bu arada Allah Resulüne şöyle sual tevdi eyler: 
-Ya Rasulullah! İşlediğimiz amellerimiz önceden belirlenen bir hüküm üzere mi vuku bulur, yoksa sonradan bizim başlayıp bitirmemizle mi?  
Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Önceden belirlenen bir hüküm ve takdire göre yapıyorsunuz. 
Hz. Ömer (r.a) bu kez:
-Ya Rasulullah! Madem her şey önceden belirlendi ise o zaman biz niçin amel ediyoruz ki. 
Efendimiz (s.a.v) cevaben şöyle der:
-Ey Ömer! Allah’ın takdir ettiği her şeye amelle ulaşılır. 
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) ikna olup şöyle der:
-O halde (anladığım kadarıyla) ulaşmak istediğimiz her şey için vesile yapılan amellere sımsıkı sarılmamız icab eder. 
Böylece Resul-i Ekrem  (s.a.v)  bu mevzuuyla alakalı en ufak şüpheye mahal bırakmaksızın en nihai noktayı şu ifadelerle ortaya koyar:  
-Herkes ne için yaratıldı ise onun amelini işlemeye muvaffak kılınır. (Buhari)
İşte bu müthiş ifadelerin zihinlerde en ufak şüphe oluşturmadığı şundan besbelli ki İbnu kayyum bir sohbet esnasında; 
-Bu hadisi şerifi işitene kadar amel konusunda fazla bir şevkim yoktu, ama şimdi tüm var gücümle hayırlı amele yöneldim demekten kendini alamaz da.  
Zaten Rabbül âlemin kullarının bir köşeye çekilip kaderde ne yazılıysa o olur düşüncelerle oyalanmasını murad etmediği o kadar net açıktır ki, Kuran’da bu hususta zikr olunan: “Biz dileseydik her nefse hidayet verirdik, fakat tarafımızdan şu söz kesinleşti. Muhakkak cehennemi bir gurup cin ve insanla tamamen dolduracağım” (Secde, 13) ayet-i celilesi bu tip gereksiz kaygılara ve düşüncelere geçit vermemek için vahy olunmuştur. Hiç şüphe yoktur ki hidayet Allah’tandır. Biz sadece kulluk görevimizi yapmakla mükellefiz. Nitekim Bir gün Ümmü Habibe (r.a):
-Allah’ım! Beni zevcim Rasulullah, babam Ebu Süfyan ve kardeşim Muaviye ile birlikte güzel günlere ve hoş nimetlere kavuştur diye dua ettiğinde Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu dua edişi üzerine kendisine şöyle uyarır:
-Sen Allah’a kesinleşmiş eceller, belirlenmiş günler ve taksim edilmiş rızıklar için mi dua ediyorsun. Sen bu tür şeyler yerine Allah’tan seni kabirdeki azaptan ve cehennemin ateşinden kurtarmasını isteseydin ya, bu senin için çok daha hayırlı ve daha faziletli olurdu. (Müslim)

RUH

Kader konusunu bilmemek ya da kaderimde acaba ne yazılıdır diye merak etmemek inanan bir mümine hiç bir şey kaybettirmez, bilakis kader konusunu fazla irdelememek ya da ne yazılırsa yazılsın ilgilenmemek çok şey kazandırır. Mümin için bu tür derin konularla oyalanmak yerine her anını ve her saniyesini Allah’a abd olmakla geçirmesi daha evladır. Hakeza ruh konusu da öyledir. Zira Allah Teâlâ Habib’ine bu hususta fazla kelam etmesine müsaade etmemiştir. Her ne kadar ruh dünyamız cismani âlem gibi olmasa da sadece topraktan yaratılmış bedenimizin göstergesi ve özü olduğu bilgisini ehlisünnet kaynaklarından öğrenmemiz bize yeter artar da. Hem bundan ötesini bilmeye ne hacet var ki, sonuçta ruhta yaratılmış mahlûkattandır. Ancak hayvanatın ruhi melekesi bundan istisna olup melek, cin ve insan taifesinin ruhi melekesinden farklıdır. Her neyse asıl bizim alakadar eden husus kalu belada bir araya gelen insan taifesine ait ruhların dünyadaki durumudur elbet.  Malumunuz ehlisünnet ulemamız insan ruhunun daha dünyaya konuk olmadan önce anne karnında 120 günlük cenine ruh üflenmesiyle birlikte hukuki hüviyet kazandığında hem fikirlerdir. Dolayısıyla İslam hukukunda ortada herhangi ciddi manada hiçbir sebep yokken 120 günlük bebeğe bir takım yollarla müdahale ederekten düşürmeyi cinayet olarak niteler.  Bikere ortada anne karnında ruhun bedenle buluşması denilen bir hadise söz konusu, o halde o körpe cana nasıl kıyılır ki. Hem kaldı ki ruhla birlikte kimlik kazanan bir bebeğinde ecel vakti geldiyse de tıpkı dünyada olduğu gibi anne karnında da olsa Allah’ın verdiği canı yine Allah’tan başkasının almaya hakkı olamaz.  Unutmayalım ki, can bedenden çıkmayınca asla toprak olamaz. Yine de ne ilginçtir ki,  Yüce Allah (c.c)  görevlendirdiği ölüm meleği vasıtasıyla canımızı alıp toprak olduğumuzda ruhun bir şekilde toprak olmuş bedenle tamamen ilişkisi kesilmez. Nitekim hadis kaynaklarından edindiğimiz bilgilerden hareketle kabirlerinde yatan mevtalara selam verildiğinde 'aleykümselâm' diye karşılık verdiklerini, hatta kabirlerini ziyaret edenlerin ayak seslerini işittikleri gerçeği ile karşılaşırız. İşte tüm ehlisünnet kaynaklı bilgiler ruhun bedenle bir şekilde ilintili bağının olduğuna açıklık getirmesi bize ziyadesiyle yetmiştir. Şu bir gerçek, ölüm aynı zamanda diriliş muştusudur. Ki,  kıyametin kopmasının ardından toprak olmuş bedenler yeniden ruhlarına kavuşarak büyük bir dirilişin gerçekleşeceğine inancımız tamdır. Öyle ki ruh, tövbe billah bu kez beden kafesinden ayrılmaz da. 

Evet, hiç kimsenin kader yazgısını ve ruhunu tam teşekküllü bilmesi üzerine vazife olmadığı gibi alakadar olması da şart değildir. Bu demektir ki kul kendisinden gizli tutulan kaderinden mesul değildir. Sadece kadere iman etmek şarttır, yani bilmek şart değildir.  Çünkü bu dünyada varlık nedenimiz yaratılış gayemiz gereği emr olduğumuz üzere olanlardan mesulüzdür biz. Asla kader yazgımızı bilmek diye bir mesuliyetimiz yoktur,  dedik ya, sadece kadere iman etmekle mükellefiz. Keza akıl baliğ olmamış çocuklar, amentüden bihaber ya da ilahi davetten yoksun kimselerde buna dâhildir.  Kaldı ki çocukken yaptıklarımızdan sorumlu da değiliz. Ne zaman ki vakti geldiğinde akıl baliğ oluruz,  işte o zaman melekler devreye girip ömür boyu kendimizle alakalı levh-i mahfuz’da ne yazılmışsa onlardan bihaber olarak 'sevap-günah' kayıt işlemlerimiz bu arada işleme alınmış olur.  En nihayetinde bir ömür süren kulluk faaliyetlerimizin tam rapor halde neticesi mizana konulduğunda meleklerin yazdıklarıyla Allah Teâlâ’nın Levh-i Mahfuza yazdığının aynısı çıkacak şekilde gözler önüne serilir de. Böylece mizanla birlikte dünyada iken bizden saklı tutulan Kader-i ilahi veya kader sırrı bize de ayan beyan olunmuş olur.  Zaten dünyada ikende bize ayan beyan edilmiş olsaydı, o zaman imtihanın hiçbir kıymeti harbiyesi kalmazdı.   Dolayısıyla ruz-i mahşerde gözler önüne serilmesi gayet tabii bir durumdur. Anlaşılan o ki; dünyada iken bizler sadece gördüğümüz ve yaşadığımız olanlara ancak vakıf olabiliyoruz, bunun dışında her şey ilahi kaderde gizlidir.  Madem bildiklerimizin ötesi bizden gizlidir, o halde bildiklerimizle amel edip kurtuluşumuz için Allah’a ilahi adaletine sığınıp yeise kapılmamak düşer bize. Her şey O'nun takdirine kalmış bir şeydir elbet. Ki, Allah Teâlâ kullarına yeise kapılmayıp umut var olmamız için  “Bana dua edin, dualarınıza karşılık vereyim” (Cafir 60)  diye beyan buyurmakla yüreklerimizi ferahlatır da. İyi ki de Yaradanımıza sığınacak dua zırhımız var, bu sayede pek çok sıkıntıları atlatabiliyoruz da.  Sadece dua mı, bunun yanı sıra sadaka vermek, sıla rahimde bulunmakta öyledir. Nitekim bu hususta Efendimiz (s.a.v); 
-Kaderi ancak dua engeller. Ömrü ancak iyilikler artırır. Kul işlediği günahlar yüzünden rızkından mahrum kalır (Hakim).
-Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü engeller (Tirmizi)
-Rızkının genişlemesini,  ömrünün uzamasını isteyen kimse akraba hukukunu korusun (Buhari) buyurmuşlardır.
Ve en nihayetinde Rabbül Âlemin şöyle ferman buyurur; 
Resulüm de ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime her hangi bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim (A’raf/188).

KADER ÇEŞİTLERİ

Bir tür kader vardır ki; o hiç kuşkusuz kat’i hükme bağlanmış kaderdir. Öyle ki, rızık, evlilik ve ecel bu türden kader olup dua ve himmetle de bu hüküm ortadan kalkmaz da.  Mesela rızık hadisesine baktığımızda yaratılıştan bugüne hiç kimsenin rızıksızlıktan öldüğü vaki değildir. Bikere insanoğlu ister helal yoldan rızıklansın ister helal yoldan hiç fark etmez vücudun ihtiyaç duyduğu gıdayı bir şekilde alıp hayatını idame edebiliyor. Kaldı ki, hayatını idame edecek gıdayı bulamasa da bu kez besin depoları devreye girip insanın uzun bir süre hayati fonksiyonlarını devam ettirecek şekilde ayakta kalmasına yetebiliyor. Zira Allah (c.c) kulunun vücut donanımını açlıktan ölmeyecek şekilde yaratmıştır. Dahası Allah (c.c)  yarattığı kulların her biri için ezelde ne rızık takdir etmişse o takdir üzere rızıklar pay edilir. Hani zaman zaman hiç hesapta olmayan davetsiz misafirle karşılaştığımızda, o an yiyecek kaygısına kapılmaksızın sofraya buyur ederiz ya, aslında o buyur edişimiz ‘herkes rızkını yer’ gerçeğinin ta kendisi buyur etmektir. Çünkü rızıkta Allah’ın Rezzak isminin tecellisi değişmez bir kader-i ilahi hükümdür.  Öyle ki, aynı sofra etrafında oturanların kaç lokma yiyeceği bile Rabbimizin ezeli ilminde takdir ettiği sayıda boğazdan geçmekte. Böylece herkes payına düşen rızkına razı olarak Allah’ın nimetinden faydalanmış olur.  Tabii ki lokma farklılıkları sadece sofrayla sınırlı değil,  iş hayatında da rızık farklılığı olup hakkıdır zaten. Hiç şüphe yoktur ki, bu farklılık kiminin kimine göre üstün olmasından değil, bilakis kulun imtihanına yönelik farklılıktır bu. Nitekim şu fani dünyada zengin zenginliği ile imtihan olurken fakirde fakirliği ile imtihan olmakta.  İster zengin ister fakir olunsun hiç fark etmez, sonuçta Allah’ın hazinesi tüm yarattığı kullara ziyadesiyle yeter artar da. Yüce Rabbimiz öyle merhamet ve cömert kerem sahibi ki, kâfir-Müslim ayırmaksızın yarattığı her kulun rızkına bizatihi kendisi kefildir. Bu yüzden ne kadar şükretsek azdır.  Burada bizim için önemli olan asla ve kat’a rızık endişesi taşımamaktır,  aksi halde her an imanımıza halel getirebiliriz. Zira müminin kâfirden farkı rızkından endişeye kapılması değil rızka teslimiyet göstermesidir.   Zaten hakiki mümin o dur ki, sadece rızık hususunda değil, bir iyilik yaptığında ya da bir iyilikle karşılaştığında onu kendinden bilmeyip Allah’tan bilendir.  Malumunuz kâfir bir iyilik yapmış olsa onu kendinden bileceği muhakkak.  Mademki bu dünyada mümin olarak şereflenmişiz,  o halde bir mümine yakışır vaziyette tüm insanlığa hak ve hakikat yolu çerçevesinde şefkat elimizi uzatıp bağrımıza basalım ki bizi gören bizde dirilmiş olsun.

Tabii konumuz bitmedi,  dahası var elbet. Bakınız kaderin bir türü daha vardır ki,  o da sebeplere bağlı bir kaderdir. Ki; bu 'kaza-i muallâk' diye tanımlanıp dua, himmet ve sadaka gibi vesileler bu kapsamda değerlendirilir. Mesela çocuk sahibi olmak için öncelikle evlenmek gerekir. Zaten sebeplere başvurmadan Allah’tan bir şey ummak adetullaha ters düşen bir durumdur. Sebeple başvurduğumuzda ise doğacak olan çocuğun erkek kız hesabı yapmaksızın Allah ne takdir etmişse neticesine razı olmamız icab eder.  Kaldı ki, hiç çocuk sahibi de olmayabilirdik, dolayısıyla her halükarda halimize şükretmemiz gerekir. Dahası tüm bunlar kader planında cereyan eden hadiselerdir. Dolayısıyla kulun başına iyilik, kötülük, sıhhat, hastalık gibi her ne varsa her an her şey gelebilir. Mesela kulun başına hastalık geldiğinde nasıl ki hastalık kaderse,  tedavi olmakta kaderdir. Örnekleri çoğalttığımızda kulun işsiz kalması da kader rızık araması da,  Hakeza kulun günah işlemesi de kader, günahtan sakınması da kader elbet. 

Bakınız bu hususlarda Ashab-ı Kiram, Efendimize şöyle sual tevdi eyler:
-Ya Rasulallah! Biz hasta olunca ilaç alıyoruz, şifa bulmak içinde habire okuyoruz da,  tüm bunlar Allah’ın kaderine mani değil mi,  hem bize bir fayda verir mi?
Efendimiz (s.a.v) cevaben:
-Onlarda Allah’ın kaderindendir der. (Tirmizi)
Rasulullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Sana fayda verecek şeyin peşine düş ve ulaşmak için Allah’tan yardım iste, sakın acizlik gösterme. Başına bir durum gelince: Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu deme. Fakat: Bu Allah’ın takdiridir, O dilediğini yapar de. Çünkü keşke türü hayıflanmalar şeytana kapı açar, söyleyeni zarara sokar” (Müslim).

Yine Rasulullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde ise şöyle beyan buyurmakta: “Bir kötülük işlediğin zaman hemen ardından bir iyilik yap ki o temizlensin.” (Tirmizi) 

Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)   darul bekaya göç ettikten sonra halife sıfatıyla Hz. Ömer (r.anh)  ise günlerden bir gün Şam’a doğru yola çıktığında sınırda onu Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) karşılar. Ve Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a) şöyle der;
-Ya Ömer! Şam’da ciddi bir veba hastalığı vardır.
 Hz. Ömer (r.a),  hemen durum vaziyeti arkadaşlarıyla birlikte istişare ettikten sonra geri dönme kararı alır.  
Ancak Hz. Ömer (r.a)’ın bu kararı Şam Valisinin taaccübüne gidip şöyle der:
-Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?
Hz. Ömer (r.anh) cevaben:
-Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine rücû ediyorum deyip akabinde sözlerine şöyle açıklık getirir:
-Şimdi sorarım size, senin bir grup deven olduğunu varsayalım, bir tarafı otlu, diğer tarafı çorak olan bir derenin hangi tarafında otlatırdınız? Eğer develerini meralı yerden otlatırsan doyurmuş olup Allah’ın kaderiyle gütmüş olurdun, yok eğer develerini çorak tarafa yönlendirmiş olsan aç bırakıp yine Allah'ın takdiriyle gütmüş olurdun. Görüyorsunuz netice farklı olsa da sonuçta her iki durumda kader planda cereyan hadiselerdir. 
Bu arada Hz. Ömer (r.anh) tam sözlerine son vereceği esnada Abdurrahman b. Avf (r.a) çıkagelip konuyla alakalı Allah Resulünden işittiği hadis-i şerifi şöyle nakleder:
-Ben Allah Resulünden; bir yerde veba hastalığının bulunduğunu işittiğinizde oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde veba görülünce de oradan kaçarak başka yere çıkmayın sözünü duydum. 
Böylece bu hadis-i şerifle maksat hâsıl olup Hz. Ömer (r.a) sünnetin gereğini yerine getirerekten yeniden Medine yoluna revan olur bile.

YARATMAK BAŞKA FİİLİ İŞLEMEK BAŞKA

Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. Bu yüzden şerri yaratmaz demek yanlıştır. Hâşâ Allah şerri yarattı diye kul kötülük işlemiş değildir. Bikere her şeyden önce yaratmak başka bir şeydir kötülüğü işlemek başkadır, Yani her ikisi de eylem bakımdan birbirine zıt fiillerdir.  Hem kaldı ki neyin iyi neyin kötü olduğu bize göredir. Çünkü Yüce Allah hayır gördüklerinizin altında şer, şer gördüklerinizin altında hayır olabilir diye beyan buyurmakta. Bize düşen Yüce Rabbimizden hakkımızda hayır dilemek olmalıdır. 

Hakeza hidayete ermekte öyledir. Şüphesiz ki Allah dileseydi herkes imana gelirdi elbet, Besbelli ki ilahi adalet ve ilahi imtihan bunu gerektirmekte, bu nedenle Allah indinde tüm yarattığı kullarının hidayete ermesi diye bir şart yoktur. Kaldı ki Allah kuluna güç ve takat vermese ne hayır işlemeye güç yetirebilir ne de şer işlemeye dermanı olur. Anlaşılan kul için kendisine lütfedilen cüz-i ihtiyariyle fiiliyatta bulunmak vardır,  ama unutmayalım ki fiiliyatta bulunmak failin yaratıcısı olmak değil bilakis uygulayıcısı olmaktır. İnsana bu noktada sadece cüz-i irade donanımıyla destek verilerek önüne iki seçenek konulmuştur; ya hayrı işleyerek Allah’ın rızasını kazanırsın denilmekte, ya da şerri işleyerek Allah’ın azabına uğrarsın.  İnsan sadece cüz-i ihtiyarıyla mı desteklenmiştir, daha birçok yapacağı hayırlı faailiyetler içinde peygamberler,   melekler,  kitap ve akıl gibi nimetlerle de desteklenmiştir. Yani insan asla başıboş bırakılmamıştır, Allah’a kul olmak için vardır,  

Evet,  Allah’ın fiili ile kul’un fiili asla aynı şeyler değildir. Dedik ya,  fiili yaratmak başka şey,  fiili işlemek başkadır. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak ise kaderdir. Çünkü kaza ve kader Allah’ın ezelden tezahür etmiş sıfatlarıdır. Hiç kuşkusuz Kader-i ilahi gereği hayır tezahür eden işlerde Allah hoşnut olur, asla kötülüğe dahli ve rızalığı yoktur. 

Allah bazılarına ikram eder, sever, seçer ve hidayet verir,  tercih O’nundur, bazılarından ise ilahi yardımı keser, kulların kalbini bağlar, kalbini mühürler ya da şeytanla baş başa bırakır, bu durum ilahi adalet olarak tecelli eder. Dahası Kader-i ilahiye imtihan sırrıdır, o alanda bize laf düşmez. Çünkü Allah'tan başka hiç kimse mutlak otorite değildir.

Malumunuz, Cebriye akımı kader konusunda kula tercih hakkı tanımaz. Kaderiye akımı da tam aksine Allah kuluna karışmaz der.  Ehlisünnet ekolünde ise hem kaderi, hem de ilahi takdiri esas alıp, Allah kulun tercihine göre fiillerini yaratır der ve doğrusu da budur. Zaten böyle olmasaydı cebir olurdu, yani kâfir zorla inkâr etmiş olurdu ki;  hâşâ Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Nitekim Allah “Sizin hayır gördüğünüz şeylere şer, şer gördüğünüz şeylerde hayır olabilir. İşin aslını ve hayırlısını siz bilemezsiniz” (Bakara, 216) buyurmaktadır.     

ÜÇ KANUN

Allah’ın üç kanunu vardır: Birincisi Atâ kanunu, ikincisi Kaza kanunu, üçüncüsü Kader kanunudur. Şayet Allah dilerse Atâ kanunuyla kazayı bozar, kaza kanunuyla da kaderi bozabilir. Mesela uhrevi cezalar pekâlâ Atâ kanunuyla hükmü ortadan kalkabiliyor, böylece bu yönde kazanın vuku bulmasıyla birlikte kader yazgısı değişikliğe uğramış olur. Sadece uhrevi cezalar mı,  hayatta iken de ata ve kaza kanunuyla bir takım değişiklikler her an vuku bulabilir. Nitekim anlatılan bir tasavvufi kıssada sofinin mürşidine kayıtsız şartsız teslimiyetinden öyle övgüyle söz edilir ki, hem de öyle böyle değil, tıpkı ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi bir teslimiyettir bu. Ancak bu anlatılan kıssaya geçmeden önce şimdiden tasavvuf yolunda müridin mürşide bağlılığında tam teslimiyetin olması gerektiğini bilmekte fayda vardır.  İşte o sofi bu sorgusuz sualsiz teslimiyetiyle birlikte mürşidine olan muhabbeti doruk noktaya ulaştığında keşfi bile açılıverir. Merak bu ya, keşfi açılan sofi mürşidinin maneviyattaki durumuna baktığında bir de ne görsün muhabbet beslediği mürşidinin alın yazısında şaki yazılı. Derken bundan böyle mürşidine muhabbet beslemez olur. Tabii bu durum mürşidinin gözünden kaçmaz.  Ve o sofiye şöyle der: 
-Hayırdır evlat! Yüzünden düşen bin parça, sana ne oldu böyle birden bire? Ne iştir,  sizi her defasında soğuk görürüm hep. 
Sofi:  
-Maalesef alnınızda şaki yazılı olduğunu gördüm, bu durumda nasıl muhabbet duyabilirim ki? 
Bunun üzerine mürşidi şöyle der:
-Hay evlat! O alın yazısını siz daha yeni gördünüz, biz ise o yazıyı yedi yıldır gördüğüm halde zerre miskal olsun Allah’tan ümidimizi kesip asla itaat etmekten geri durmadım. 

Evet, Allah’tan umut kesilmez, kaderde ne yazılı bizi pek alakadar eden husus değil, bizi alakadar eden kısım yukarıda anlatılan kıssadan hisse misali kadere kayıtsız şartsız inanmış müminler olarak ne yapmamız gerektiğinin mesajını iyi okuyup ziyadesiyle yerine getirmek olmalıdır. Öyle ya, insanın kaderinde ne yazılırsa yazılsın, bizim için ne yazıldığı değil ne yapacağımız önemlidir. O halde daha ne duruyoruz, tez elden son nefese dek Allah’a kulluk etmek tek biricik dert davamız olmalıdır. Yeter ki, şu fani dünyada gücümüz yettiğince Yunusçasına ‘kahrında hoş lütfünde hoş’ diyerekten Allah’a kul olmaya çalışalım en nihayetinde hayırlar feth olup şerler def olacaktır elbet. 

Velhasıl-ı kelam, Allah-u Teâlâ gafur rahimdir, dilerse Atâ kanunuyla yazılı olan şakiliği muti yazısına çevirir de.

Vesselam.