Kitabın adı: “Kur’an’da İlhamlar”, yazarın adı Cevat Doğan, dindar bir tıp doktoru, zaten kitap da “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” başlıyor. Kitabın adı da “Kur’an’dan İlhamlar”.
Fakat bu doktor yazara Kur’an bilinenlerin aksine ilginç ilhamlar da vermiş. Bu ilhamları aktarmak istiyorum:
“İnsanın ölümü, kalp ve dolaşımın, teneffüsün durması ile gerçekleşiyor. Ölen kişinin sakallarında, tırnaklarında birkaç gün süren cüz’i uzamalar olur. Bunlara bakarak, insanın dolaşım ve solunum sistemleri durmakla henüz ölmüş olmadığı iddiaları yanlıştır. Ölümü yukarıda tarifini verdiğimiz olayla başlamıştır. Sakallar vs gibi bazı hücrelerdeki hayatiyet, insan denilen canlı organizmanın ölüm anını değiştirmez.
Ölüm, aklın da mutlak şekilde yok olmasına yol açıyor, bu kitabın ilk bahsi olan ruh problemi bölümünde, ruhun akıldan başka bir şey olmadığı hakikatine ulaşmıştık. Yani insan ruhunu kaybedince ölmüyor, aksine ölünce ruh (yani akıl) diye bir şey kalmıyor.
Ölen kişinin mezara konması ile yeni bir hayatın başladığına dair boş bir inanç halkımızda mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir şey yok! Birçok batıl inancımızdan biri de budur.
Cesedin kabre gömülmesiyle başlayan bir kabir azabından bahis edenler, niçin kitabımızda olmayan bir şeye inandıklarını nedense hiç düşünmek istemiyorlar? Bu, belki de azabın bile yok olma korkusu karşısında insanlara bir varoluş (existence) teminatı gibi gelmesindedir. Yokluk (adem) bizlere ürküntü yaratan bir düşünce.
Dini terminolojimize girmiş iki çocukça ıstılah var ki, ne zaman musallat olduğu veya hangi doğrunun istihaleye uğraması ile ortaya çıktığı belli değil:
Mezardaki mevtaya iki melek geliyor ve birtakım sorular soruyor. Bu sorular arasında, tabii ‘Mezhebin nedir? Mezhep imamın kimdir?’ gibi akilane sorular da var.
(…) Halbuki ne gasledilen, ne kefenlenen, ne çürüyen sen değilsin!.. O senden başka bir şeydir. Seni sen yapan senin aklın (ruh) idi, sen artık yok oldun. O mezarda yatan cesedin seninle bir ilgisi yok.”
“Gerçekten… Halk, ölenin başında ve kabristanda akrabasının mezarı başında, belli başlı sureleri ya okuyor yahut ücret vererek hafızlara okutuyordu. Bahsi geçen surelerin (Yasin, Tebareke gibi..) tercümelerini gözden geçirdim ve gördüm ki ölenle hiçbir alakaları yoktu, tamamıyla yaşayanlar için.
Bize din diye öğretilen şeylerin Kur’an’a uymadıklarını görmeye başladım. Fakülteyi bitirirken Kur’an’ın Fransızca ve Farsçasını okuyabilecek kadar o dilleri öğrenmiştim. Daha sonra Arapça Kur’an dilini kavramaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Okudukça, düşündükçe ve araştırdıkça, dini bize öğretenlerin safsatalar ve kavram karışıklıkları içinde ömür tükettiklerini esefle anladım.
Yirmi yaşlarında idim. Sohbet ve nasihatlerinden çok istifade ettiğim rahmetli Hafız Osman Yiğit bir gün dedi ki:
‘Oğlum, vaktiyle M. Akif’in Farsî hocası Hafız Yusuf anlattı… O zamanlar ben senin yaşında idim, o da benim şimdiki yaşlarımda idi… Evet o şöyle dedi: Oğlum Hafız, ben horoz bile kesemem amma şu sarıklı hocalar var ya, yüz tanesini yatırsalar, elime de bıçağı verseler, cümlesini gözüm kırpmadan keserim!’”
Fakat bu doktor yazara Kur’an bilinenlerin aksine ilginç ilhamlar da vermiş. Bu ilhamları aktarmak istiyorum:
“İnsanın ölümü, kalp ve dolaşımın, teneffüsün durması ile gerçekleşiyor. Ölen kişinin sakallarında, tırnaklarında birkaç gün süren cüz’i uzamalar olur. Bunlara bakarak, insanın dolaşım ve solunum sistemleri durmakla henüz ölmüş olmadığı iddiaları yanlıştır. Ölümü yukarıda tarifini verdiğimiz olayla başlamıştır. Sakallar vs gibi bazı hücrelerdeki hayatiyet, insan denilen canlı organizmanın ölüm anını değiştirmez.
Ölüm, aklın da mutlak şekilde yok olmasına yol açıyor, bu kitabın ilk bahsi olan ruh problemi bölümünde, ruhun akıldan başka bir şey olmadığı hakikatine ulaşmıştık. Yani insan ruhunu kaybedince ölmüyor, aksine ölünce ruh (yani akıl) diye bir şey kalmıyor.
Ölen kişinin mezara konması ile yeni bir hayatın başladığına dair boş bir inanç halkımızda mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir şey yok! Birçok batıl inancımızdan biri de budur.
Cesedin kabre gömülmesiyle başlayan bir kabir azabından bahis edenler, niçin kitabımızda olmayan bir şeye inandıklarını nedense hiç düşünmek istemiyorlar? Bu, belki de azabın bile yok olma korkusu karşısında insanlara bir varoluş (existence) teminatı gibi gelmesindedir. Yokluk (adem) bizlere ürküntü yaratan bir düşünce.
Dini terminolojimize girmiş iki çocukça ıstılah var ki, ne zaman musallat olduğu veya hangi doğrunun istihaleye uğraması ile ortaya çıktığı belli değil:
Mezardaki mevtaya iki melek geliyor ve birtakım sorular soruyor. Bu sorular arasında, tabii ‘Mezhebin nedir? Mezhep imamın kimdir?’ gibi akilane sorular da var.
(…) Halbuki ne gasledilen, ne kefenlenen, ne çürüyen sen değilsin!.. O senden başka bir şeydir. Seni sen yapan senin aklın (ruh) idi, sen artık yok oldun. O mezarda yatan cesedin seninle bir ilgisi yok.”
“Gerçekten… Halk, ölenin başında ve kabristanda akrabasının mezarı başında, belli başlı sureleri ya okuyor yahut ücret vererek hafızlara okutuyordu. Bahsi geçen surelerin (Yasin, Tebareke gibi..) tercümelerini gözden geçirdim ve gördüm ki ölenle hiçbir alakaları yoktu, tamamıyla yaşayanlar için.
Bize din diye öğretilen şeylerin Kur’an’a uymadıklarını görmeye başladım. Fakülteyi bitirirken Kur’an’ın Fransızca ve Farsçasını okuyabilecek kadar o dilleri öğrenmiştim. Daha sonra Arapça Kur’an dilini kavramaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Okudukça, düşündükçe ve araştırdıkça, dini bize öğretenlerin safsatalar ve kavram karışıklıkları içinde ömür tükettiklerini esefle anladım.
Yirmi yaşlarında idim. Sohbet ve nasihatlerinden çok istifade ettiğim rahmetli Hafız Osman Yiğit bir gün dedi ki:
‘Oğlum, vaktiyle M. Akif’in Farsî hocası Hafız Yusuf anlattı… O zamanlar ben senin yaşında idim, o da benim şimdiki yaşlarımda idi… Evet o şöyle dedi: Oğlum Hafız, ben horoz bile kesemem amma şu sarıklı hocalar var ya, yüz tanesini yatırsalar, elime de bıçağı verseler, cümlesini gözüm kırpmadan keserim!’”