İslâm'da Kardeşlik

Abone Ol
Bir mümin için esas olan dünya menfaati amaçlı bir kardeşlik değil, Allah için birbirini sevme amaçlı ahrette birlikte olabilecek kardeşlik esastır. Nasıl mı? İşte Rasulullah (s.a.v)’ın beyan buyurduğu şu hadis-i şerif bunun en bariz delili zaten:

“Yedi sınıf insan var ki, Allah Teâlâ onları hesap gününde özel rahmetiyle gölgelendirecektir. Bunlardan biri de Allah için birbirini seven iki arkadaştır. Üç şey var ki, onlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur; Allah ve Resulünü her şeyden daha fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek ve İmandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi kötü görmektir” (Buhari, İman,14, Müslim,67, Tırmizi, iman 10;).

Yine Habib-i Kibriya Efendimiz bu meyanda şöyle beyan buyurdular;
“Allah’ın dostları içinde öyle kimseler vardır ki, onlar nebi ve şehitte değillerdir. Fakat nebi ve şehitler onlara gıpta ederler.
Bunun üzerine Ashab;
— Ya Rasulullah! Onlar kimlerdir diye sordu.
Efendimiz (s.a.v) cevaben:
— Onlar aralarında herhangi bir neseb bağı ve maddi alışveriş bulunmadan sırf Allah’ın muhabbeti ve rızası için birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onların yüzü nur gibi parlamaktadır. İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar üzüldükleri zaman onlar üzülmezler diye beyan buyurduktan sonra şu ayet-i okuyarak:
— Haberiniz olsun! Allah’ın velilerine asla bir korku ve hüzün yoktur” (Yunus,62–64),  İslam’da gerçek kardeşliğin nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş oldu.

İşte yukarıda zikredilen ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere hakiki kardeşlik duygusu hiç bir dünya metasına değişilmeyecek bir değerdir. Bir başka ifadeyle  “Pazara kadar değil mezara kadar” uzanan Yusuf yüzlülük ve Hamza yürekli olmanın tâ kendisi bir kardeşliktir. Zaten candan kardeşliğin kalıcı bir değer olduğu o kadar gayet net açık ki, Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır; “Kıyamet günü olunca insanlar arasındaki neseb ve akraba bağları kesilir, kardeşliğin hükmü biter, ortada sadece Allah için yapılan kardeşlik kalır” (Zuhruf 43/67). Böylece Yüce Allah bu ayetiyle Yusuf yüzlü ve sadık sözlüleri yüce katında övüp yüreklendirmiştir. Madem öyle, gelin hep birlikte bizlerde Yusuf yüzlü ve sadık kardeş olalım. Nasıl Yusuf yüzlü, nasıl Hamza yürekli kardeş olunur derseniz, bakın bu hususta İmamı Gazali (k.s)’in şu sözleri meramımızı anlatmaya yeter artar da.  İşte Yusuf yüzlü, Hamza yürekli ve Sadık sözlü kardeş olmanın sırrını ortaya koyan o sözler:

“Sohbet ve arkadaşlık iki şekilde olur; birincisi tercih ve talep olmadan yapılan arkadaşlık, ikincisi ise kendi arzu ve iradesiyle yapılan arkadaşlık. Sohbet bir kimseyle aynı meclisi paylaşmak ve aynı ortamda beraber yaşamaktır, bunlar da ancak sevgiyle olur. Birbirini samimi olarak sevmeyenler bir arada bulunamazlar
(İhya 2, 234. Beyrut,1992).” 

Evet, her şey sevmek ve sevilmek iksirinde kodlanmış durumda. Sevgi olmadan çiçek sulasak ne olur, sulamasak ne olur, illa ki Yunusça sarıçiçeğe candan; 
“Sordum sarı çiçeğe,
Annen baban var mıdır,
Çiçek eydür derviş baba
Annem babam topraktır…” misali yürek dökmek dökmeli ki, yeniden toprağa döndüğümüzde ahrette çiçek açıp yeşerebilelim.  Şayet kurumuş yaprak, solmuş çiçek ve kuru meşe odunu olmak istemiyorsak buna mecburuz da. Zira Hak Teâlâ şöyle ferman buyurmakta; 

“Zalimlerden her biri o gün; Ne olurdu keşke bende o peygamberlerle birlikte bir kurtuluş yolu edineydim. Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim der” (Furkan, 25/27–29).  Yani, Yüce Allah (c.c)  bu beyanıyla mümin kullarının peygamber gül’ü gibi olmalarını murad etmekte. 

Madem öyle ‘hayırlar feth ola, şerler defola’ düsturunca kardeş bildiğimiz insanlar da kusur aramamalı. Ki; kusur aramak da büyük kusurdur. Bir kere mümin kardeşimizin kusurunu ve hatasını bulup zevkten dört köşe olmakla ne kazanç elde edilir ki, bilakis şeytanın değirmenine su taşınmış olur. Oysa kusurda hata da insan içindir,  sadece Allah Teâlâ her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehtir. Kula düşen Yunusça; “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü sevmek” ölçüsünce kardeş olmaktır. Kaldı ki, kâlû belâ’dan beri aynı mayadan kök salmışız, o halde durup dururken birbirimizin kuyusunu kazıp kalp kırmak niye? İnananlar kardeştir ölçüsünce kalp kırmaktan uzak kalmamız gerekmez mi, hiç kuşkusuz gerektir ki,  bakın, Zünnûn-i Mısrî’ye kiminle can arkadaş olayım diye sorduklarında cevaben;

— Hastalandığın zaman seni ziyaret eden ve bir günah işlediğinde senin için tövbe eden kimseyle arkadaşlık yap demiştir. 

O halde hasta ziyareti deyip geçiştirmemek lazım gelir, bilakis ziyaret edilen ister hasta, ister akraba, ister sohbet arkadaşı olsun fark etmez, yeter ki, Allah için birbirimizi ziyaret etmek diye bir derdimiz olsun. Dikkat edin Allah için diyoruz, çünkü Yüce Allah (c.c) bir Kutsi hadiste; “Benim huzuruma ne ile gelirseniz gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin” beyan buyurmuştur. Hasta ziyaretinden bahsetmişken şu misali dile getirmekte fayda var. Şöyle ki, günlerden bir gün Kays b. Sa’d bir gün rahatsızlanıp hastalanmıştı ki, arkadaşları kendilerini ziyaret etmeye pekte hevesli değillerdi. Tabii dikkatine mucip olan bu durum karşısında esbab-ı mucibesi nedir diye araştırma yaptığında meğer arkadaşlarının kendisine olan borçlu olmalarından dolayı gelmeye çekindikleri anlaşılır. Ve derhal can kardeşliğin gereği bir münadi (tellal) tutup “Her kim ki Kays’a borcu varsa, bilsin ki şu ana kadar olan borçları silinmiştir” çağrısı yaptırmakla tam vefakâr bir kardeşlik örneği sergilemiştir. Gerçektende bu yapılan can duyuruyla birlikte evi yeniden sil baştan ziyaretçilerle dolup taşar da

Maalesef günümüzde bu tür vefakâr kardeşlik örneklerini artık göremez olduk, insanların birbirine tahammülsüzlükleri had safhadadır.  Öyle ki,  Fahreddin er-Râzî kardeşliği sekteye uğratıp bertaraf eden unsurları şöyle sıralamıştır: 
- Dinde ihtilaf edip birbirine hasmane tutum sergilemekle, 
- Nasslardan bozuk teviller çıkarmakla, 
- Kendi cemaatini hak bilip diğerlerini dışlamak veya onları batıl üzere olduğunu iddiasında bulunmakla vs. 

Şimdi bu sıralamadan bizim çıkaracağımız ders hiç kuşkusuz kardeşliği ortadan kaldıracak her ne varsa fırsat vermemek olmalıdır. Aksi halde kusur arayan eninde sonunda dostsuz kalacaktır.  Nitekim Rasulullah (s.a.v) ümmetine yönelik hem; 

“Kim dünyada bir Müslüman’ın kusurunu örterse Allah'ta ahrette onun kusurunu örter” (Müslim birr) övgüde bulunmanın yanı sıra hem de: 

“Kimde bir Müslüman kardeşinin gizli hallerini ortaya çıkarıp yayarsa, Allah'ta onun gizli hallerini ortaya çıkarır, onu rezil eder” (Ali el Muttaki, Kenzü’l ummal, 3 248 No:6381) uyarısında bulunmayı ihmal etmemiştir. 

Anlaşılan o ki, kardeşlik çok mühim bir hadise. İyi ki de Rabbül âlemin insanın iç dünyasına kardeşlik duygusunu kodlamış. Yoksa yine Yüce Allah’ın kullarına; “Allah'ın size verdiği nimetini hatırlayın. Hani siz bir zaman birbirinize düşman idiniz; O kalplerinizi birleştirdi ve o’nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Sizler bir ateş çukurunun kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye ayetlerini böyle açıklıyor” (Ali İmran 3/ 102–103) beyan buyurduğu ayette işaret ettiği sırat-ı müstakimi, yani 'doğru yolu' bulamayacaktık.  Anlaşılan bu ayeti kerimenin ışığında herhangi bir kardeşimizle karşılaştığımızda Allahın selamıyla selamladıktan sonra ‘nasılsın’ diyerek hatır sormalı, asla ‘nereye gidiyorsun’, ya da ‘nereden geliyorsun’ dememeli. Çünkü bu tip sorgulamalar kardeşimizi zora sokup eziyet verecek türden sorgulamalardır, olur ya istenmeyen bir yerden gelmiş olabilir, dolayısıyla durduk yere hiç yoktan onu suçluluk psikolojisine itip gizli hallerini ifşa etmesine sebep olabiliriz. İnsan illa da birisini kınayıp açık arayacaksa önce kendini kınayıp kendi açıklarına bakmalı, fedakârlıksa önce kardeşimiz için fedakâr olmalı. İşte bu meyanda İmamı Gazali (k.s); 

“Kardeşini kınamaktan kurtulmanın bir yolu da insanın kendi halini düşünmesidir. Kusursuz insan var mı? Kusursuz insan arayan kimsenin herkesi terk edip bir köşeye çekilmekten başka çaresi yoktur. Kerem sahibi bir mümin daima iyiliklere bakar, tabiatı bozuk münafık ise hep kusur peşindedir” (İhya 2,  256) sözleriyle gerçek kardeşlik hukuku ortaya koymuştur. Kelimenin tam anlamıyla dostluğun devamı için arkadaşına hep hüsnü zanla bakmak ve ona muhalefet yapmamak gerekir. Nasıl mı? İşte Ebu Said el- Harraz’ın bir gün bir sohbet ortamında sarf ettiği o müthiş sözleri yeterince açıklayıcı zaten.

Şöyle ki;
Ebu Said el- Harraz o sohbet ortamında; 
Sofilerle elli sene beraber bulundum, bu süre içerisinde benimle onlar arasında hiçbir ihtilaf ve çekişmem olmadı demesi üzerine,

Merak edip sordular:
— Peki, bu nasıl oldu?
Cevaben:
Çünkü ben onlarla beraberken hep nefsimin kusurlarıyla meşgul oluyor, kimsenin kusuruyla uğraşmıyordum demiştir. 
Gerçekten de bu anlamda Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (k.s)’de:
— Peygamberlerin meclisine bakmak isteyen kimse, Rabbani âlimlerin meclisine nazar etsin demiştir.
Nitekim Yüce Rabbimiz de: 
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’tan korkun ki, merhamet olunasınız” (Hucurat 49/10) beyan buyurmuştur.

Madem İslam’da kardeşlik vurgusu bu esaslar üzerine kurulu, o halde herhangi bir mümin kardeşimizde gayri ihtiyarı sadır olacak hataları görmemek icap eder. Çünkü Allah merhamet sahibidir. Kaldı ki Mevla’mız imanla göç etmek kaydıyla iyilikleri günahlardan biraz üstün olanın cennete girebileceğini vaad etmiştir. İşte bu vaadden hareketle; İbni Abbas (r.anh); iyiliği kötülüğünden fazla olanın hayır terazisi ağır gelip kurtulacağını belirtmiştir. İşte Yüce Allah’ın müjdelediği o ayette geçen “O gün kimin iyiliği kötülüğünden fazla ise o kurtulmuştur” (A’raf 7/8) kelam-ı müminlerin gönüllerine yeterince ferahlık verir de Aslında akıllı demek zannedildiği üzere kafası çalışan insan demek değildir,   asıl akıllı insan kendine bu dünyada iyi bir dost seçebilendir. Bu yüzden atalarımız; “Bana arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” demiştir. Hatta Allah Teâlâ’nın bu hususta beyan buyurduğu:

“Zalimlerden her biri o gün: Ne olurdu keşke bende o peygamberlerle birlikte bir kurtuluş yolu edinseydim. Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim der” (Furkan 25/27–29)  ayeti celilenin yanı sıra Resulü Kibriya Efendimizin (s.a.v) beyan buyurduğu;

“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir” (Ebu Davud, Sünnet, 3) hadis-i şeriflerin özüne baktığımızda Allah için bir insan nasıl dost edinilir ya da Allah için kötülüğe karşı nasıl tavır sergilenir noktasında müminler için çok ince öğütler vardır.  Malum,  Allah rızası dışında kurulan dostluklar hiçbir zaman kalıcı değildir, o halde ahret kardeşliğine yönelik ebedi dostluklar kurmalı. Nitekim Allah Teâlâ; “İyilik ve takva hususunda birbirinizle yardımlaşınız” (Maide 5/2) beyan buyurarak kullarının sadık dost olmasını murad etmektedir. İşte bu gerçeklerden hareketle Rasulullah (s.a.v) Ben-i Nadr ganimetlerini dağıttıktan sonra, Ensar’a; 
— Sizler kendi iradenizle mallarınızı ve evlerinizi paylaştınız. Bu ganimette de onlara ortak oldunuz. Şayet şimdi arzu ederseniz ister onlara ortak olunuz,  ister mal ve evleriniz size kalsın, ya da isterseniz bu ganimetten size bir şey vermeyelim buyurmuştur. Bunun üzerine Ensar şöyle mukabelede bulunur:
— Hayır, Ya Rasulallah! Biz mallarımızı ve evlerimizi bölüştük. Ayrıca bizler bu ganimetteki payımızdan vazgeçip hepsini onların olsun deriz. Böylece Ensar’ın bu âlicenap cömert tavırları Habib-i Kibriya'yı ziyadesiyle memnun etmiştir. Öyle ki bu âlicenap cömertlikleri Kur’an’da Allah-u Teâlâ’nın belirttiği; “Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler” (Haşr 59/9)  övgüsüne mazhar olmuşlar da. Yine Yüce Allah bu güzide topluluğu övüp örnek olarak takdim ettikten sonra bu meyanda şöyle buyurur; 

“O gün muttakilerin dışında bütün dostlar birbirinin düşmanı olur” (Zuhruf,43/67).  

Evet, yukarıda belirtilen ayetlerden anlaşıldığı üzere bir insan kardeşini sevdiğinde Allah için sevmeli,   kötülüğüne buğz edecekse de Allah için buğz etmeli. Öyle ki, Allah’ın razı olacağı dostluk ve Allah’ın razı olacağı düşmanlık ölçümüz olmalı. Zira bu hususta Muhyiddîn-i Arabî Hz.leri muhabbetin sınırını şöyle izah etmiştir: 

“Muhabbet dört türlüdür, birincisi; sırf Allah’ın zatı için muhabbet (ruhani muhabbet), ikincisi; Nefsanî muhabbet (Sırf şehvet için zevcesini sevmek gibi), üçüncüsü; Akli muhabbet (Temelinde dünyevi maslahat ve menfaatlere dayalı muhabbet ilahi değildir), dördüncüsü Allah için olan muhabbettir (Kalbi muhabbet).” (Bkz. İbn Arabî, Tefsiri Kur’an’ı Kerim 2452–453). 

Ehlisünnet âlimleri kardeşliğin ölçüsünü belirler de sofiler boş durur mu, hiç kuşkusuz onlarda kardeşliği bizatihi hayatlarında tatbik ederek belirler.  Örnek mi, işte Halife Muvaffak döneminde yaşanmış bir hadise bunun tipik misalini teşkil eder. Şöyle ki;

Birileri sofilerin birtakım davranışlarından rahatsız olmuş olsa gerek ki, soluğu Halife Muvaffak’ın yanında alıp eften püften sudan bahanelerle onları şikâyet etmiş. Halifede ne yapsın durumdan vazife çıkarıp şikâyetin gereğini yapmak üzere cezalandırılmaları yönünde talimat verir.  Derken talimat doğrultusunda boyunlarının vurulmasına karar verilir de.  Ancak infaz günü gelip çattığında nefesler tutulup cellât tam vazifesini yerine getireceği sırada,  sofilerden Nuri derhal öne atılıp; 
-Hey cellât! Hele bir dur,  önce benim boynumu vur! Şunu bilki kardeşlerimin benden bir saat daha fazla yaşaması benim boynumun vurulmasından daha çok mühimdir. 

Tabii cellât neyapacağını şaşırmış vaziyette geri adım atmak zorunda kalır ve durum vaziyeti Halifeye bildirir. Halife bunda bir hikmet var düşüncesiyle bilirkişilerce olayın sorup soruşturulup rapor halde sunulmasını ister. Ve mesele rapor halde sunulduğunda; “Şayet bu topluluk zındık ise dünyada hiçbir muvahhid yoktur” ifadeleri Halifeyi adeta can evinden vurup bir yanlışın eşiğinden dönmesine yetmiştir. Serbest bırakır da. 

Bir başka çarpıcı kardeşlik örneğini ise: Yermük Harbinde, kıyasıya bir savaş sonunda elinde su kırbası ile yaralı vaziyette amcaoğlunun yardımına yetiştirmeye çalışan sahabenin ortaya koyduğu canhıraş tavrında görmek mümkün. Nitekim kendisi yaralı olduğu halde elinde ki su kırbasındaki suyu kendisi içmeyip ona uzatıverir,  tabii amcaoğlu susuzdur susuz olmasına ama o da az ötede su, su diye inleyen bir arkadaşına götürmesini işaret eder. Ancak işaret edilen yere gittiğinde bu arkadaşta az ötede yine su, su, su, diye inleyen bir başkasını işaret eder, derken işaret zincirinin en son halkasında su diye seslenen en son yaralının ruhunu teslim etmiş bulur. Artık elinde su kırbası ile bir oraya bir buraya koşuşturan sahabe adeta Hacer annemizin tıpkı oğlu İsmail’e su bulmak için Safa ile Merve arasında say yaptığı gibi bir yol izleyip;  kendi kendine ‘bari hiç olmazsa yeniden zincirin ilk halkasında buluştuğum amcaoğlumun imdadına yetişeyim’ der. Evet, yetişti yetişmesine ama son nefesini verdiği noktada o da Hakka yürümüştü. İşte görüyorsunuz kendi nefsini kardeşine feda edecek kadar derin bir anlayış zinciri bu tabloda gizli. 

Yardımlaşma, dayanışma, iletişim sadece bu yaşanan hadiselerde kodlu değil elbet,  vücut şehrimizde de mevcut. Bakın, sinir hücreleri arasında ki iletişim karşılıklı sinyalizasyon esasına dayanmaktadır. Madem sinir hücreleri arasında böyle bir dayanışma var o halde haydi haydi bizlerde mikro âlemden daha ileri boyutta nizami âlem boyutunda kardeşlik bağı kurabiliriz pekâlâ. Malum,  bir sinir hücresinde teşekkül eden mesaj önce sinir gövdesindeki aksona akar ve oradan kas gibi hayati önem arz eden organlarda değerlendirmeye alınır. İşte iki sinir hücresi arasındaki bu iletişim bağlantısına Tıp dilinde snaps denmesi bu yüzdendir. Nitekim aksonlar yüklendikleri mesajları kardeş bağlar dediğimiz snapslar aracılığı ile iletip iletilen mesajlar en nihayetinde diğer kardeş sinir hücresinin gövde ve dendritlerin baloncuk veya düğümlerine (ganglion) yapışıp damlacık misali akar da. Böylece yapıştıkları kardeş sinir hücrenin pozitif iyonunu negatife çevirip 'Essalatu Hayrun Minen Nevm' dercesine uyanmasını sağlar. İcabında bir başka meşrep yapısında bir sinir hücresi de lüzumu halinde diğer kardeşinin snaps bağlantısındaki sinir hücrenin zarında durdurucu rol oynayıp negatif halini pozitife dönüştürür de. Şayet sinir hücrelerinde gelen mesajlar birçok sinir hücrelere aktarılacaksa bu haberleşme faaliyeti zincirlemesine devam edip üçüncü bir snaps kardeşliğinin gerçekleşmesine yol açacaktır. İşte görüyorsunuz mikro âlemde bile kardeşlik söz konusu.  Bu yüzden bize ibret almak düşer. İbret alalım ki kardeşlik bağlarımız güç kazansın. Zira kardeşlik öyle bir güzel duygudur ki Resulü Ekrem (s.a.v) Hz. Ömer’i umreye uğurlarken:
— Kardeşçiğim! Bizi de duanız da unutma demeyi ihmal etmemiştir. Hatta Efendimiz (s.a.v) şöyle de buyurdular; “En makbul dua kişinin kardeşinin gıyabında yaptığı duadır.” Tabii kardeşlik sadece dua ile sınırlı değil,  kardeşler arasında iman tazelemekte vardır. Öyle ki, Abdullah b. Revaha kardeşleriyle (gönül dostlarıyla) karşılaştığında:
— Gelin oturalım da bir saat iman edelim derdi. Aynı sözü bir başka zamanda bir başka kişiye söylediğinde ise artık yeter gayri sıktın dercesine durum vaziyeti şikâyet babında Rasulüllah’a bildirirler. 
— Ya Habibullah! Şu İbn-i Revaha’nın dengesizliğine bakar mısınız, bize öğrettiğiniz imanı bırakmış,  kendince bizleri bir saat iman etmeye davet ediyor!
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle der:
— Allah onu aff buyursun, aslında o Meleklerin merhamet ettiği zikir meclislerine muhabbet ediyor; sizi ona davet ediyor.  

Evet, İbni Revaha böyle yapmakla işaret ettiği o meclislerde bulunmanın kalbi zikirle doldurmaya vesile olacağını ve hakiki iman kardeşliğinin tadına varılacağı vurgusu yapmıştır. Gerçekten de bir insan kardeşlerden uzak durmaya dursun derhal dünyalık olabiliyor. Nitekim Hz. Hanzala (r.anh.); “Biz Resulü Kibriya’nın yanından ayrıldıktan sonra kendimizden pek çok şeyler kaybedip manen zayıflıyoruz” sözleri bunu teyid ediyor.

Hiç kuşkusuz hayır ve şerri yaratan Allah’tır, ancak Allah’ın muradı kullarının hayır üzerine yaşaması yönündedir. Şeytanın çabası ise malum, Allah’ın tüm Salih kullarını sıratı müstakim üzere yaşama gayesinden saptırmaktır, bu yüzden şeytan hiç boş durmaz,  son nefese kadar iyilikleri bertaraf etmek için vardır. Bir kere şeytan dönüşü olmayan bir yola girmiş, hatta Allah’a karşı kullarını saptıracağımın diye yemin etmiş,  dolayısıyla Allah’ın engin rahmetine sığınmaktan başka çaremiz yoktur diyebiliriz. Çok amel işlesekte bu gerçek değişmez, amelimize asla güvenmemeli, bizi ancak Allah’ın sonsuz rahmeti kurtarır. Sonuçta kuluz, beşer olmamız hasebiyle her an hata yapabiliriz, bu yüzden hiç kimse ameline güvenmemeli, ta ki son vakte kadar kimin ne olacağı bilinmez, sadece Allah bilir, bize düşen son ana kadar Allahın sonsuz rahmetinden ümit kesmeyip o doğrultuda Salih amel işlemektir. Zaten Efendimiz (s.a.v) bu hususta şöyle buyuruyor; “ ..Evet bende sırf amelimle kurtulamam, ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle beni saracak ve cennetine koyacaktır” (Buhari). İyi ki de beyan buyurmuş,  Ebu Derda  (r.anh)  muhtemeldir ki bu hadis-i şerif ışığında bir adama hakaretler yağdıran, döven ve söven bir grupla karşılaşınca şöyle tavır ortaya koymuştur:
—Allah iyiliğinizi versin, Hay Allah! Şimdi bu sövüp dövdüğünüz adamı kuyuya düşmüş halde bulsanız onu bu kuyudan çıkarmayacak mıydınız?
Dediler ki;
—Elbette, kuyudan çıkarırdık.
Bunun üzerine Ebu Derda (r.anh) :
—O halde kardeşinize o çirkin ifadeleri terk edin. Allah’a hamd edin.
Dediler ki:
—Peki, sen ona kızmıyor musun?
Ebu Derda (r.anh) cevaben:
—Ben şahsına değil, yaptığı kötü fiillerine kızarım, o kötü fiili bıraktığı zaman o yine benim kardeşimdir deyip bir hakikati dile getirdiği gibi gönüllere su serpmiş olur da. 

Evet, çok yerinde bir tespit, insanın şahsına değil, yaptığı kötü fiillere tepki koymalı, aksi takdirde kardeşlik hakkını çiğneyip beddua yapmakla şeytana hizmet etmiş oluruz. Zira İmamı Gazali (r.anh)  bu konuda; “Kardeşinin kusurlarını yüzüne karşı sayıp dökmen onu üzer, fakat onun fark edemediği kusurlarını gizlice ona söylemen samimiyet ve şefkatin sonucudur” demiştir. Bu arada İmam-ı Gazali Hz.leri; “Sana kusurlarını hatırlatan kimseye kızmak şöyle dursun, rahmet okumalısın” tavsiyesinde bulunmayı da ihmal etmemiştir.  Madem öyle bu tavsiyeyi başımızın tacı yapıp müminler kardeştir düsturunca birbirimizi Allah için sevmek gerekir. Şayet iç dünyamızda sevme duygusu yoksa bari hiç olmazsa kardeşinin yaptığı kötü fillerinden dolayı dostça uyarmalı, ıslahı için Allah’a yalvarmalıdır. İşte Hz. Ömer (r.anh)’da bu meyanda şöyle demiştir; “Bana ayıp ve kusurlarımı gösteren kimseye Allah rahmet etsin.” 

Besbelli ki Hz. Ömer (r.anh) bu sözleri söylerken bir şeyler yaşamış ki bu güzel duayı dile getirmiştir. Nitekim halifelik döneminde bir gün Medine sokaklarında yürürken bir evden eğlence varı şarkı sesleri işitir. Derken duvara tırmanır ve içeridekilere bağırıp hakaretler yağdırır. Tabii içerideki adam şöyle karşılık verir:
—Ey Emir’el Müminin! Hele bir dur, sakin ol. Ben Allah’a bir isyan ettiysem sen üç defa isyan ettin. Allah Teâlâ ayet-i celilesin de: “Gizli kusurları araştırmayın” beyan buyurduğu halde sen tam aksine gizlice ayıbımızı araştırdın. Yetmedi, Rabbul Âlemin; “Evlere kapılarından giriniz” (Bakara:2/189) buyurduğu halde sen duvara tırmandın. Daha da yetmedi, Hak Teâlâ; “İzin almadan ve evde bulunanlara selam vermeden başkalarının evlerine girmeyin” (Nur, 24/27) diye ferman ettiği halde selamsız sabahsız, müsaadesiz, mahremimize girdin. 

Tabii Hz. Ömer (r.anh) bu sözler karşısında şaşkına döner ve der ki:
—Eğer sen benim kusurumu hoş görürsen bende seni hoş görürüm. Lütfen özrümü kabul edin,  şimdi beni mazur görüyor musun? 
Adam:
—Evet deyince derin bir nefes alıp rahatlar. Akabinde adama teşekkür edip oradan ayrılıverir.

Evet! İnsan bu fani dünyada yaşadığı süre içerisinde tanıştığı kişilerin ölüm haberini aldığında,  eğer o kişi ömrünü kötü işlerde harcadıysa onun adına endişe duymalı, iyi halde öldü ise onun adına hayra ulaştı hüsnü zannında bulunmalı ki sahabe ahlakına ulaşabilsin. Çünkü sahabe ahlakı böyle idi.  Birisi hakaret edip sövse, ya da dövse Hünkâr Hacı Bektaş Velice “Sövene dilsiz gerek, dövene elsiz gerek” sözünü hemen hatırlamalı, hatta başımıza gelen bu musibetin işlediğimiz günahların karşılığıdır diye kendi kendine yorumlamalı. Dahası kusur işlemek yönünden karşımdakinden öndeyim diye düşünmeli. İcabında bu da yetmez, acaba ben ne günah işledim ki bu hale düştüm demeli. Şu bir gerçek, Hakikat yolunda nefse karşı nefisle karşılık vermek uygun bir usul değildir. Nasıl uygun olur ki, bir kere kirli çamaşır kirli su ile temizlenmez ki, ateş ateşle sönmez ki, kin ve nefret kinle dindirilmez ki,  öfke öfkeyle giderilmez ki. İslam’da yol, usul, edep erkân bellidir, bu yolda kin ve öfke gibi fevri tavırlar ancak gönülleri fethetmek usulüyle giderilebiliyor. Yeter ki gönülleri fethetmek düsturumuz olsun, bak o zaman bize yapılan bir iyiliği kendimizden değil Allah’ın bir lütfü olarak bilip ihsanda bulunana teşekkür ederiz de. Zira ihsan (iyilik) yapana teşekkür etmek Allah’a teşekkür etmek demektir O halde ne duruyoruz, gönül yıkmak için değil, gönül yapmak için var olmalıyız. Nitekim bu hususta Habibullah (s.a.v); Enes (r.anh)’a:
—Evladım! Kalbinde hiç kimseye kin ve haset bulunmadan sabahlayıp akşamlamaya gücün yetiyorsa yap! Bu benim sünnetimdir. Benim sünnetimi ihya eden beni ihya etmiş, benimle birlikte cennete girmiş olur müjdesini vermiştir (Tirmizi, ilim,17, İbni Mace).         

Hakeza yine Rasulullah (s.av); “Kim bir din kardeşinin gıyabında savunursa Allah mahşerde onu yüzünü ateşten korur. Bir kimse din kardeşinin savunmayıp sahipsiz bırakırsa, Allah'ta onun kendisinin yardımını istediği yerde yardımsız bırakır, savunan kimseye de Allah yardıma çok muhtaç olduğu yerde kendisine yardım eder” (Ebu Davud, Edeb 36 No:4884) buyurmuştur. Ayrıca Rasulullah (s.a.v); “Mümin başkaları ile iyi geçinen ve kendisiyle güzel geçinilen kimsedir. Başkaları ile iyi geçinmeyen kimsede hayır yoktur” (Ahmed Müsned,2,400, Münavi) diye beyan buyurmuş ta.

Öyle anlaşılıyor ki, müminlerin beşeri münasebetlerinde yardımlaşması, hediyeleşmesi, kardeşliğin gereği olup aynı zamanda bir sünnetin icrasıdır. Bakın, bu hususlarda örnek aldığımız Peygamberimiz (s.a.v) ister hür, ister köle fark etmez, kim davet ederse etsin davete icabet ederdi, kendisine sunulan hediyenin cinsine bakmaksızın kabul edip, hediyeye hediye ile karşılık verirdi, asla kendine özel muamele istemezdi. Dolayısıyla Sünnet-i seniye gereği kardeşler arasında ki münasebetlerde çekinmeksizin rahat davranabilmeli. Öyle ki, sahabe kendi arasında resmi davranmaksızın danışıp izin almadan kardeşinin malından alabiliyordu. Bilmem bu durumu hiç düşündünüz mü? Çünkü sahabe döneminde kardeşlik bilinci tavan yapmıştı. Madem öyle iç âlemimizde şüphe ve ayrılıklara ait her ne var ise terk etmek gerekir. Bu da yetmez kalpteki dağınıklığı gidermenin yollarını araştırıp küslüklere, kırgınlıklara son vermeli. Ki; Peygamberimiz (s.a.v)’in “Bir mümin diğer müminle üç günden fazla küs durup konuşmayı kesmesi helal değildir” hadis-i şerifin gereği yerine getirilmiş olsun.  

Kardeşlik birbirleriyle hemhal olmak demektir. Aynı zamanda bir müminin vücuduna bir diken batsa acısını duyabilmektir kardeşlik. Zira Efendimiz (s.a.v); “Muhakkak Müminler bir organı rahatsızlandığı zaman bütün azaları rahatsızlanan vücut gibidirler. Bir Mümin şikâyet ettiği zaman diğer Müminlerde rahatsız olur” buyurmakta. 

İnsan ilk evvela kendisine iyi bir araba, iyi bir ev almanın derdinde olacağına iyi bir yoldaş edinse daha iyi olur. Çünkü dünya metası geçicidir, iyilerle bir arada bulunmak ise kalıcıdır. Bu dünyadan göç edildiğinde ardından bırakılan malın mülkün pek önemi yok zaten, ama eğer birine bir iyilikte bulunmuşsa, işte o iyilik unutulmaz, rahmetle yâd edilir de. Kaldı ki, bu dünyada birbirine dost ve kardeş olanlar aynı zamanda kal-u belada yani Elest-i Bezminde de birbirlerine muhabbet duymuş ruhlardır. Bu yüzden Rasulullah (s.a.v); “Ruhlar saf halinde dizilmiş ordular gibidir. Orada tanışanlar, (burada da) tanışıp kaynaşırlar. Orada anlaşamayanlar birbirleriyle çekişip dururlar” (Buhari) beyan buyurmuştur. 

Aslında kardeşliğe bir de şu meşhur kıssadan hisse kaparak değerlendirmekte fayda var. Şöyle ki;

İbrahim b. Ethem bağ bostanda bekçilik yapmanın yanı sıra hasat zamanında arkadaşlarıyla beraber çalışmaktan geri durmazdı.  Fakat çalıştığında ise en son işi bırakan kendisi olup eve geç varırdı.  Tabii arkadaşları bu durumdan pekte memnun kalmazlardı. Öyle ki, aylardan Ramazandı,  iftar vakti olduğunda çalışma arkadaşları kendi aralarında;
— Gelin, o yokken iftarımızı açalım ki, aklı başına gelsin, belki bu ona ders olur deyip hep birlikte yiyip içtikten sonra uyumaya koyulurlar. Bakın, onlar böyle yaparken İbrahim Ethem’de tam aksine bağ bostandan eve gelip arkadaşlarını uyku halinde gördüğünde kendi kendine:
— Ah can dostlarım!  Belki de yiyecek bir şeyleri yoktu da bu yüzden uykuya dalmışlardır der. Ve derhal heybesindeki unu yoğurup pişirmeye koyulur.  Tabii arkadaşları uyanıp onu ateşi üfler halde gördüklerinde şöyle seslenirler:
— Ey İbrahim Ethem! Öyle kendi kendine ne yapıyorsun?
İbrahim Ethem cevaben:
— Düşündüm ki kardeşlerim iftar için yiyeceği olmadığından uykuya dalmışlardır,  bu yüzden bir şeyler hazırlamak istemiştim, der.
Tabii bu söz arkadaşlarının dona kalmasına yetmiştir,  ister istemez kardeş bildiği çalışma arkadaşları bu kez;
— Görüyor musunuz,  bakın biz ne yaptık,  o ne yaptı demekten kendilerini alamazlar da. 

İşte kardeşlik ve gerçek arkadaşlık İbrahim Ethem’in ortaya koyduğu bu örnek tavırda gizlidir. Öyle ki bu örnek tavır Peygamberimiz (s.a.v)’in; “Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini kardeşi içinde isteyip sevmedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhari) beyanını hatırlatan bir uygulamadır. Kaldı ki, Allah Resulü beyan buyurmakla kalmamış kardeşliğin nasıl olması gerektiğinin tatbikini ortaya koymuşta. Nitekim bir adam Resulü Ekrem’in huzuruna geldiğinde aç’ım demişti. Bunun üzerine Allah Resulü hanımlarına haber salıp evde ne var diye soruşturduğunda Hane-i Saadetten gelen haberde içecek sudan başka bir şey olmadığıdır. Tabii çözüm arayışı bitmez, bu kez sahabelere dönüp;
—Kim bu adamı bu gece misafir ederse Allah ona rahmet eylesin buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan biri hemen ayağa kalkıp adamı evine alır.  
Birlikte eve geldiklerinde hanımına;
—Bak hanım evimize Rasulullah’ın bize emaneti bir misafir getirdim,  evde her ne varsa ikramını esirgeme.      
Hanım eşine;
— İyi hoşta evde ancak çoluk çocuğa yetecek kadar yiyecek var. 
Bunun üzerine kocası:
—Olsun, hele sen şu sofrayı bir kur, Allah kerimdir elbet,  önce bir çocukları oyalayıp bir güzel uyut,  akabinde kandili yakarsın ve o esnada misafir yemeğe başlayınca ışığı düzeltme bahanesiyle kandili söndürüp sofraya oturursun. Derken bizde karanlıktan istifade, sanki yemek yiyormuş gibi kaşığı boşa çalıp misafirin doymasını sağlarız. Böylece Allah Resulünün emanetine sahip çıkmış oluruz. 
Derken sabah olduğunda Efendimiz (s.a.v) onların bu örnek davranışını dile getirdikten sonra sahabesine şöyle der:
—Allah Teâlâ bu gece falan erkekle filan kadının yaptıklarından çok hoşnut oldu. 

Evet, Allah hoşnut olurda kullar hoşnut olmaz mı, hiç kuşkusuz mazluma, yetime, darda kalana koşan ve aç’a aş, çıplağa bez giydiren her kim olursan her daim baş tacıdır. 

Hakeza yine bu ve buna benzer bir kardeşlik tavrı da şu misalde yer alır:

Ebu’l Hasan el Antaki’nin evine otuz küsur misafir gelmişti gelmesine ama evinde ancak beş kişiyi doyuracak ekmek vardı. Yine yukarıda bahsedilen misalde olduğu gibi bu ailede Allah kerimdir inancıyla ekmekler doğranıp sofraya oturulduğunda hemen ışıklar söndürülür. Ancak bir süre sonra ışıklar yandığında, hiç kimsenin bir şey yememiş olduğu fark edilir. Meğer herkes kardeşini nefsine tercih edip yememişler. Belli ki sofraya oturanlar “önce canan, sonra can” diyerek oturmuşlar. Aslında bu kıssada da anlaşılan o ki,  böylesi kardeşliği ancak sahabe hayatında görebiliyoruz.
Şu da bir gerçek, cömertlik doğuştan gelen bir haslet, ama cimrilik öyle değil, cimrilik daha çok sonradan kazanılan nefsin isteklerine boyun eğen bir huydur. Ne diyelim, Allah bizleri fıtri mayamızla buluştursun. Buluştursun ki, Rabbul Âleminin cömertler için; “Onlar kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredir ve felaha erecek olanlardır” (Bakara2/3–5) beyan buyurduğu kardeşlik bilincine erişmiş kullardan olalım. Hatta bu ayet-i celile’nin ışığında Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri haklı olarak; “Halik’ınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz Bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberimiz bir, Dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir..” demekle  kardeş olmamız gerektiğini vurgular.. Madem bu kadar birliğimize ve dirliğimize pek çok karineler (birliktelik birleri) var, o halde ne duruyoruz gün birbirimizle Ensar’ca kardeş olmak zamanıdır.

Vesselam.