İşkencecisini affeden adamlar!
Türkiye daha Lozan’dan itibaren tercihini yapmış, Batı sisteminin içinde yer almıştı. Milli mücadele sürecinde Sovyetlerle yakınlaşmanın, her iki taraf için de “taktik bir durum” olduğunun bilinmediğini düşünmek saflık olacaktır. Türkiye durumu bilmektedir, çünkü Sovyetlerden yana tercih yapmanın maliyetini tahmin etmek zor değildir. Azerbaycan’ın işgaline açıkça göz yumulmuştur ve Sovyetler bütün Türk halklarının topraklarına el koyup “kukla yönetimlerle” sömürgeleştirme politikaları uygulamakta, Sultan Galiyev’in daha o zamanlarda ortaya koyduğu gibi, bu konuda kapitalistlerden geri kalmamaktadırlar. Sovyetler durumun farkındadır, içeride muhalif unsurları ezmeye, Avrupa’nın kendilerine karşı uyguladıkları siyasete karşı, zamana ve Türkiye ile saldırmazlık politikasına ihtiyaçları vardır.
İkinci savaş sonrası Türkiye’sinde durum değişmemiştir. Batı sisteminin kurduğu güvenlik sistemi olarak NATO’nun içinde yer almak ve ekonomik bakımdan yeni kurumsal yapılarla kurulan münasebetler, bütünüyle “Batı vesayetini tahkim eden” neticelere sebebiyet verecektir. Savaş sonrası diğer bir gelişme ise siyasettedir; konjonktür çok partili demokratik hayata geçişi hazırlamıştır.
Demokrasiye karşı ortak cephe
Türkiye’nin çelişkisi, bir taraftan “Batı vesayetini güçlendirirken”, diğer taraftan siyasal sistemde demokrasiye geçişle birlikte “halkın devlete müdahalesinin” yolunun açılmasının aynı süreçte yaşanmaya başlamış olmasıdır. Batı sistemi, Türkiye’den kendi talepleri doğrultusunda davranmasını isterken, Türk halkı kendisine açılan demokrasi kapısından,devletten kendi taleplerine uygun davranmasını beklemektedir.
Bu sorunun, sistem açısından nasıl aşıldığı ve aşılacağı bellidir. Türkiye’nin hâkim politik siyasal zümresi, İmparatorluğun son döneminde, yüzyılı aşkın bir süredir Batı yanlısı politikalar izlemektedir ve erken cumhuriyet döneminden itibaren uygulamaya sokulan “zoraki Batılılaşma siyaseti” aynı zamanda bu zümrenin “elitist konumunu” üreten bir işleve sahiptir. Dolayısıyla Batı sistemi, demokrasi yoluyla kendi vesayetinden uzaklaşacak bir eğilim ortaya çıktığı zaman, duruma müdahil olabilecek bu siyasal grupla her zaman ittifak yapabilecek durumdadır.
Türkiye’nin “geleneksel iktidar elitlerinin” Batılılaşma akımları ve siyasetleri üzerinden Batı vesayetinin bir parçası halini alması, onların politik söylem olarak devletçi, halkçı, ulusalcı, solcu-sosyalist, Kemalistvb. pozisyonlarını etkileyen bir durum değildir. Dün “cici demokrasi”, şimdilerde “çoğunlukçu demokrasi” veya “plebisiterdemokrasi”nin “cahil halka” verdiği imkânlarla “ülkenin çağdaş dünyadan” ayrılmasına, uzaklaşmasına razı olmaları müsaade etmeleri söz konusu olabilir miydi?
Aynı karargâhın adamları
NATO üyeliği sonrası devlet içinde ilişki kurulan çeşitli unsurlarla, Batı’ya bağımlı “derin bir yapılanmaya” gidilmiştir. Bu yapının, devşirdiği elemanların her türlü illegal eylemde rol aldığını, darbelere zemin hazırlayacak iç savaş dâhil, birçok kirli yönteme başvurduğu birçok örnek olayın, bilhassa Gladyo-Ergenekon bağlamında tartışılıp, ortaya döküldüğü henüz unutulmamıştır.
Bu yapı ve uzantılarını tasfiye etmek için, Türkiye on yılı aşkın bir süredir demokratikleşme süreci diye isimlendirilen, birçok uygulamayı, reformu, düzenlemeyi gerçekleştirmiştir. Bu karanlık yapının içinde yer alanlar, bazen birbiriyle çatıştırılmış, bazen birbirine karşı operasyona sokularak ülke istikrasızlaştırılıp, demokratik süreç durdurulmak istenmiştir. Öyle ki, bunlar arasından birileri artık “işkencecisini affettiğini” bile söylemiştir.
Daha önce ülkeyi istikrasızlaştırmak için karşı karşıya gelen bazı grupların, şimdi ancak birlikte hareket ederek netice alabilmeleri zarureti ortaya çıkmıştır. Bugünlerde bir kısım eski ünlü “sağcı politikacının” yine bir kısım “solcu-sosyalist” politikacıyla yeni politik ittifaklar kurmalarına veya kendisine ‘liberal’ diyenlerin yıllarca karşı olduklarını iddia ettikleri Kemalistlerin yanında yer almalarına bu bağlam içinde bakmak anlamlı olacaktır.