İnsan Hakları ve İslâm

Abone Ol
“Ey İnsanlar!” çağrısıyla başlayan birçok ayet bunun tipik misalini teşkil eder. Gel de bu çağrı karşısında etkilenme,  ne mümkün. Yeter ki bu çağrıya icabet edilsin, bak o zaman ezelden ebede kanatlanırız da. Öyle bir çağrı ki, tüm beşeri ideolojiler bir araya gelse, ya da devasa ortaya ortak bir külliyat koysalar Kur’an’ın tek bir harfine karşılık gelemez. Nasıl denk gelsin ki, biri beşeri, diğeri ilahidir. Bu anlamda Kur’an tüm çağlara ferman okuyan bir kitaptır. Her ne kadar bir takım densizler ilahi olan her kaynağa dogma gözüyle baksalar da bu bakış açısı asla Kur’an’a gölge düşüremez. Bir kere güneş balçıkla sıvanmaz ki. Hadi bir anlık dogma ithamlarını görmezden geldik diyelim, peki ya şu ikide bir insan haklarından dem vurmalarına ne demeli, tam bir yüzsüzlükle karşı karşıyayız. İnsan hakları hususunda o kadar riyakâr oldukları her hallerinden belli ki bu kavramı öz itibariyle değil söz olarak dillerine dolamaktalar. Üstüne üstük dillerine doladıkları bu kavramın içini boşaltıp bir süs bitki, bir saksı, bir vazo olarak sunmakta pekte kurnazlar. Sinsi sinsi kurnazca insan haklarından dem vurdular da ne oldu, hala dünyanın dört bir yanında insan hakları ihlalleri diz boyu. Elbette bu kafayla insan hakları noktasında bir arpa boyu yol alınamaz. Hatta bu kavramın içi bu şekilde boşaltıldığı müddetçe,  gün gelecek kendilerini de can evinden vuracaktır. Anlaşılan o ki, insan hakları savunuculuğu sözde değil uygulamayla anlam kazanabiliyor. Her ne kadar insan hakları ifadesini işittiğimizde gönlümüz yumuşasa da bu geçici bir yumuşamadır. Kalıcı yumuşama ancak gereği yerine getirildiğini gördüğümüzde mümkün olacak. Bakın daha henüz bağımsızlıkların yeni kazanmış ülkeler geçmişten yeterince ders almamış olsalar gerek ki, insan hakları kavramı anayasalarında sadece göz boyamak için vardır. Dedik ya insan hakları söz olarak değil öz itibariyle anlam ifade eder. Düşünün ki, bugün olmuş dünyanın birçok ülkesinde insan hak ve özgürlükleri hala ayaklar altında çiğnenebiliyor. Şimdi bu durumda insan haklarından söz edilse ne, edilmese ne. Uygulama olmayınca hiçbir kıymeti harbiyesi yok elbet. 
          
Gün olmuyor ki; her sabah uyandığımızda ihsan hakları ve özgürlüklerinin çiğnenmediği bir gün olmasın. 

Gün olmuyor ki; içimizi sızlatan kan ve gözyaşı manzaraları yaşanmasın. 

Gün olmuyor ki; insan hakları ve özgürlüklerinin ırzına geçilmediği bir gün olmasın. Tabii bu yaşadığımız günlük manzaralar bilhassa ulus devletlerin çoğalmasıyla başlayan bir sürecin armağanı bir vahşet tablosudur. Evet, derin adamlar, derin devletler,  derin uluslararası istihbarat ağları, neoconlar ve daha bilmediğimiz nice derin klikler bu güzel kavramı dün olduğu gibi bu günde kendi çirkin emellerine alet edip insanlık cinayeti işlemekten geri durmuyorlar. İnsan hakları kavramının sadece adı var, ama kendisi yoktur.  Dahası laf çok icraat yok. Gerçektende 21. asra geldiğimiz noktada insan hakları kavramının arkasına sığınıp bunca insanlık cinayetlerinin işlendiğine şahit olduktan sonra doğrusu bu kadarına da pes diyesi geliyor insanın. Artık kimin samimi, kimin dalkavuk olduğunu ayırt edemez olduk, hatta her şeyden kuşku duyar hale geldik. Yetmedi havada uçan kuştan bile nem kapar olduk. Tabii bizi bu denli kuşkucu kılan sebep dünyanın dörtte üçünün kan gölüyle kirletilmiş olmasıdır. Böyle devam ederse dünyanın tamamı kanayan yara olacak.  Bakmayın siz onların ikide bir insan haklarından söz etmelerine, onlar kim insan haklarından söz etmek kim, öyle hinler ki; icabında bu güzel kavramı şimdiye kadar işledikleri insanlık cinayetlerini ört bas etmeye yönelik kılıf olarak ta kullanabiliyorlar.  İşte bu denli yüzsüz adamlardır bunlar. Zaten ne zaman bu güzel kavramı dillerine dolasalar bir bakmışsın bir yerlere bombalar yağmış görürsün. Şimdi sormak lazım insanlık bunun neresinde? Yoksa Yenidünya düzeni demek insanlığı katletmek mi? Onlar cevap veremeseler de, biz biliyoruz ki Yenidünya düzeni denilen ucube slogan gözyaşı ve kan akıtmaktan başka bir şey değildir.

Onlar yenidünya düzeni aldatmacasına devam ede dursunlar, bize ancak kendi öz insan hakları kaynaklarımızdan fayda var. Bir kere İslam tâ baştan “Yaradılanı sev Yaradandan ötürü” bir anlayış ortaya koymuş bile. Kelimenin tam anlamıyla insana hizmetin Allah’a hizmet olduğunu beyan eden bir dindir. Her kim ki; Kelime-i tevhid getirir, o an dilenci de olsa halifeye eşit konuma gelebiliyor. Zira dinimizde üstünlük takva düsturu ile kayıt altına alınmış ta. Bakın, Kur’an ve sünneti hayatlarına ölçü alan Hulefa-i Raşidin, Selçuklu ve Osmanlı bu yaşayışın en altın dönemleridir. Nitekim Osmanlı, ‘Fitne katilden beterdir’ ayetinden hareketle nizam-ı âlem fikriyatına yönelik bir yol izlemiş. Yine her cuma namazı öncesinde hutbelerimizde okunan; “Muhakkak ki Allah, adaleti ve iyiliği emreder” (Nahl, 90) ayet-i celilesini şiar edinerek yeryüzünün cihanşümul adalet kılıcı olmuşlardır. Keza bu ayet-i celile ışığında Müslümanlarla gayrimüslimlerin bir arada nasıl yaşanacağının bilincine varıp adalet terazisi olmuşlar da. Zira “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) ayetini düstur edinmeyi de ihmal etmemişleridir. Bilhassa bu hususta temel kaynak Medine Vesikası esas alınmıştır. Malum, bu vesika ilhamını Kuran’dan alan bir belgedir. Böylece Allah Resulü Kuran’dan aldığı bu ilhamla insanlığa farklı kimlikte insanlarla nasıl yaşanabileceğinin tatbikini gösterip sahabesine ışık olmuştur. Kaldı ki Medine Vesikası, Veda Hutbesi gibi daha nice insan hakları uygulamaları geleceğe de ışık tutup bugünkü insan hakları evrensel beyannamesinin mayasını oluşturmuşta. Bakın, Peygamberimiz (s.a.v) Medine Vesikasıyla insanlığa sunduğu: “Savaşan düşmanlardan zimmet akdini kabul edenlerin Müslümanlar üzerinde hakkı olacaktır, tıpkı Müslümanların onlar üzerinde hakları olduğu gibi…” öğretisinde geçen ifadelerin evrensel hakikatler içeren yüklü bir ferman olduğunu ispatlamaya yetmiştir.

Ne var ki İslam’ın tüm bu engin hoşgörüsü karşısında zaman zaman nankörlük edip aramızda bozguncu rol üstlenebiliyorlar. Yetmedi dinimizi çağ dışı yaftasıyla karalayabiliyorlar. Onlar karalaya dursun şurası muhakkak, “Hak gelince batıl zail olur” gerçeğinin önüne geçemeyeceklerdir. Besbelli ki pembe şafaklar sökün ettikçe birilerinin fena halde uykusu kaçabiliyor. Aslında hiçte bu kadar telaşlanmalarına gerek yoktur, bir kere İslam tâ baştan beri beşeriyete karşı tavrı insanidir. Bilhassa dört semavi din’e bakışı da Ehl-i kitabidir. Bu yüzden Müslümanlar her bir semavi dini büyük bir kitabın kutsal sayfaları olarak görür. Bu da yetmez havra ve kiliselere tıpkı camiye bakışımızdaki gibi birer ibadet mekânları gözüyle bakarız. Derken Cuma hutbesinde okunan son ayet-i celilenin hükmü gereği Müslim ve gayrimüslim ayırımı yapmaksızın adil olmaya çalışırız. Nasıl adil olunmasın ki, ilahi adalet sadece Müslümanların üzerine tecelli etmiyor, bütün insanlığa pay ediliyor. Şöyle ki: “Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez” (Nisa, 40),  “Rabbin kullara zulüm edici değildir” (Fussilet, 46) ayetleri bunun en bariz delilidir.

Dedik ya İslam’ın soluğu sadece Müslümanlara yönelik değil, muhatabı tüm insanlık. Bakın bu konuda Kur’an-ı Mucizül Beyanda geçen:

“Bir topluma duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin” (Maide, 8) ve “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz” (Mümtehine, 8) ayetleri her şeyi izah etmeye yeter artar da. Yukarıda belirttiğimiz üzere Peygamberimiz (s.a.v.) bu ayet-i kerimelerden hareketle Medine Vesikasının gereğini yerine getirmiş ve üstlendiği sorumluluğun teyidi içinde: “Kim ki ben onun davacısı olursam, kıyamet gününde de onun davacısı olurum” beyanında bulunmuştur.

İşte bu ve buna benzer hakikat manzumeleri İslamiyet’in insan haklarına ne derece önem verdiğinin bir göstergesidir. Düşünsenize hak yola davet ederken bile, “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır” (Nahl, 125) buyruğuyla ortaya hem metot konulmuş, hem de gayrimüslimlere zorla dini dayatma yapılamayacağı ikaz edilip kayıt altına alınmışta. Bir iki istisna kural dışında Müslüman’a tanınan hak ne ise gayrimüslime de tanınmıştır. Gerek kişilik hürriyeti, gerek seyahat ve mülk edinme hürriyeti, gerek ibadet hürriyeti, gerekse mali haklar ve ister ceza-i müeyyideler olsun her hususta Müslim ve gayrimüslim ayırımı gözetmeksizin herkes hukuk önünde eşittir ilkesine tabii tutulmuştur. Belki şu an aklınızdan şu geçebilir; madem öyle niye gayrimüslimlerden cizye alınıyor diye.  Aslında mesele gayet açık;  bunda da hukuk ihlali yoktur, çünkü gayrimüslimlerin askerlikten muaf olmalarına karşılık alınan bir vergidir bu. Buna bir tür savaş tazminatı da diyebiliriz. Kaldı ki, ortada karşılıklı rızaya dayalı bir akitleşme söz konusudur, durduk yerde alınmıyor. Kim ne derse desin adil bir uygulamadır. Hakeza ticari vergilerde öyledir. Hatta bu ve buna benzer pek çok uygulamalar gayrimüslimlerin İslam toplumundaki konumlarını güçlendirmeye vesile olmuş bile. 

Bakın, Pakistan bilge aydını Mevdudi İslami devletin anayasasının nasıl olması gerektiğini vurgularken şunları dile getirir: “İslam devletindeki gayrimüslimler için, konuşma, yazma, fikir beyan etme, düşünme, toplantı ve kutlama gibi Müslümanlar için kabul edilen haklar sabit olacak ve bu konuda Müslümanların aleyhine olan kayıt ve engeller onlar içinde geçerli olacaktır. Onlar için konunun sınırları dâhilinde, özgürce, hükümeti, hükümetteki kişileri hatta hükümet başkanını eleştirmek bile caiz olacaktır. Onlar için İslam dinini eleştirme hakkı da vardır, tıpkı Müslümanların, onların mezheplerini ve inançlarını eleştirme hakları olduğu gibi, inançlarını övme konusunda da tam bir hürriyete sahiptirler.” (İslam Toplumunda Vatandaşlık Hakları, Raşit el-Gannuşi, Birleşik Yay. S.111–112)

Tabii ki buraya kadar anlatılanlar İslam toplumunun maddi cephesiyle ilgili hususlardır, bir de bunun manevi yönü var ki, o da Müslümanların kendi aralarında ki münasebetlerde birbirlerine karşı son derece mütevazı olmaları gerektiğidir.  Zira kibir, üstünlük taslama, bulunduğu makam ve mevkisini baskın unsur olarak kullanmak gibi çirkin durumlar şeytana has özellikler olması hasebiyle Müslüman’ın asla üstünlük taslama lüksü olamaz. Gerçek Müslüman, “Yeryüzünde kibirle dolaşma” (İsra, 37) beyanını hayatına ölçü alıp uygulayandır. Malum, Şeytanın ilahi huzurdan kovulmasının ana sebebi, üstünlük ve gurur illetine kapılmasıdır. Ki; şeytan meleklerin de reisi hükmünde bir konuma sahipti. Ne var ki bir imtihan iblisin ipliğini pazara çıkarmaya yetmiştir. Zira Hz. Âdem'in (a.s) topraktan yaratılışını küçümsemekle kalmamış ilahi hitaba da karşı durup: “Ben ateşten, o ise topraktan, secde edemem” kıyasında bulunmuştur. İşte huzurda yapılan bu kıyas ebedül ebed boynuna lanet halkasının geçirilmesine yetmiştir. İşte bu yüzden Osmanlı Padişahları şeytanın düştüğü bu çukura düşmemek için selamlığa çıktıklarında tedbiren, “Mağrurlanma Padişahım senden büyük Allah vardır” sözünü askerlerine söylettirmeyi ihmal etmemişlerdir.

Peki ya batı! Malum, batıda İnsan Hakları kavramının ilk çerçevesi; İngiltere’de kralın yetkilerini kısıtlamak ve halka bir takım özgürlükler verilmek kaydıyla İngiliz Kralı ile baronlar arasında gerçekleşen şu meşhur 1215 tarihli Magna Carta Libertatum Fermanı (Büyük özgürlük Fermanı), Amerika’da Thomas Jefferson’un 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan bağımsızlık bildirisi, Fransa’da ise aydınlanma hareketleri sonucu doğan 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan Hakları bildirisiyle start almıştır. Derken söz konusu çerçeveler Birleşmiş Milletlerin 10 Aralık 1948’te 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin kabulüyle en son şeklini alır. 

Malumunuz, İngiltere’de 1215’e kadar hak ve özgürlük şuuru gelişememişti. Ne zamanki batı İslam dünyasıyla Haçlı seferlerine giriştiler, bu vesileyle cepheden cepheye İslam medeniyetini tanıma fırsatı buldular. Derken dolaylı ya da dolaysız yoldan bizden aldıkları aşılarla ilerisinde 5. Haçlı Seferinin başlangıcına denk gelen bir tarih itibariyle, yani 1215 tarihli Magna Carta Libertatum Fermanı devreye girer bile. Bu sayede İngiliz halkının can ve mal güvenliğine yönelik haklar güvence altına alınmış olur. Dahası Kral Yurtsuz John’un ilk defa yetkilerini paylaşmaya göz dikmiş İngiliz Baronlarının karşı direnciyle karşılaşması bu sonucu doğurmaya yetmiştir. Hakeza Amerikan Bağımsızlık Bildirisi de öyledir. Ancak bu bildiri bugün olmuş hala tarihin hafızasından Katolik-Protestanlık, beyaz ve siyah ayırımına yönelik o geçmişin o acı hatırlarını silememiştir. Nasıl silinsin ki, daha düne kadar siyahlar, Amerika’da insanlık dışı zulme uğrayıp çok uzun mücadeleler sonucunda özgürlüklerine kavuşabilmişlerdir. Zaten Barak Obama bugün başkan olabildiyse o günlerin mücadelesine borçludur. Malum, Fransa’da ise 1789 ihtilal sonrası vuku bulan Rönesans'ın etkisiyle hak ve hürriyetlerden söz eder konuma gelmiştir. 

Tabii bu tip gelişmeleri küçümsemeyiz, ancak I. ve II. Dünya savaşlarıyla insan hak ve hürriyete dayalı fikirlere balta vurulduğu bir vaka. İşte batı içine düştüğü bu çelişkili durumdan çıkabilmek için çareyi 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni yürürlüğe koymakta aramıştır. Peki, bu bildiri derde deva oldu mu? Maalesef, tüm bu ferman ve bildiriler batı’nın mayasında mevcut Gladyatör Roma duygusunu tamamen silememiştir. Delil mi istiyorsunuz, İşte Bosna! İşte Kosova! İşte Çeçenistan! İşte Eritre! İşte Filistin! İşte Keşmir!  İşte en son Orta doğuda yaşanan kan deryası görüntüler kolay kolay insanlığın hafızasından kazınmayacak gibi. İnsan hakları sadece lafta, uygulamada sadece insanlık cinayetleri sahne almış gözüküyor. İşte bu sahne Batı’nın çifte standart yüzünü ortaya koymaya yeter artar da. İnsan hakları ve özgürlükleri konusunda samimiyet mi hak getire, insan haklarını ihlal etmekten insanlığın gözünde çoktan tescillendiler bile. Şayet insan hakları konusunda daha da itibar kaybetmek istemiyorlarsa sahte tavırları bir kenara bırakıp, gerçek hümanist tavır sergilemeleri gerekir. Böylece alınlarında ki tescillenmiş kara lekeyi kaldırıp bu şekilde kendilerini affettirmiş olacaklardır.
             
HÜMANİZM

Batı, geçmişte kaybettiği birçok dinlerin yerine bir put icat etmiş gözüküyor, o da hümanizmdir. Anlaşılan batı tarihte işledikleri sayısız cinayet ve zulümleri örtbas etmek için yeni bir kavrama ihtiyaç duşmuş ve bu kavramı piyasaya servis etmiş bile. Sahne alan bu yeni kavram, insani bir kavramdan çok bir kılıf, icabında bulunduğu ortama göre renk ve şekil alan bir bukalemun yaratık gibi. İyi ki de İslâmiyet var, bu sayede bukalemunluktan kurtulup balçıkla ilahi ruhun birleşiminden yaratılmış olduğumuzun farkına varırız. Zaten Yüce Allah'ın (c.c.) meleklere, “Yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım” beyanı farkı fak ettiren bir buyruktur. Bu ilahi hitap karşısında insan bir cihetiyle zirveye (ruha) âşıktır, bir yönüyle de aşağılığa (çamura) mahkûmdur. İşte insan bu iki yol ayırımında tercihini ve tavrını ortaya koymak zorunda. Şöyle ki; Allah’a kul olmanın idrakinde olan bir insan yüceliğe taliptir, maddeye tapınma durumda ise çürümeye ve durgunluğa meyyaldir. Madem insan iki yol ayrımında, o halde insanın ilk evvela yapması gereken “Emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker” üzere yaşamak olmalıdır. Zira yaradılış gayemiz bunun gerektiriyor. Nitekim Allah insanı iki kutuplu yaratıp ona isimlerini öğretmişte. Dahası insan, bu isimler sayesinde vardır. Hatta topraktan yaratılan âdemoğlunun meleklere üstünlüğü bu noktada gizlidir. Yani, insana üstünlük kazandıran ne toprak, ne hava, ne ateş, ne sudur, onu üstün kılan pek çok isme sahip olmasıdır. Kaldı ki; isim bilgi demektir. Bundan daha öte insan Allah’ın 99 isminin (Esma-i Hüsna’nın) tecellisi sayesinde eşref-i mahlûkattır. Bu yüzden kul mü’min olunca gerçek kimliğine kavuşur da. Şurası muhakkak; dünyevi mevki ve makam edinmek insana üstünlük kazandırmıyor, hiç kuşkusuz insana üstünlük katan takvadır. Düşünsene dilenciyi halifeye eşit kılan mü’min olmasıdır.  O halde siz siz olun kula kul olmayın Müslüman olma şerefi yeter artar da.

İnsanileşmek ya da şereflenmek ırk ve kan kanunlarından sıyrılmakla mümkün. Allah Resulü (s.a.v.) Veda Hutbesini irad ederken; ne Arab’ın Acem’e, ne de Acem’in Arab’a üstün olamayacağını bildirmiş ve üstünlük için tek temel kriterin “takva” olduğunu vurgulamıştır. Ne var ki, hâlâ veda hutbesinden ders alınmamış olsa gerek ki dünyanın birçok yerinde insanlar mensup olduğu ırk,  mensup olduğu din, mensup olduğu mezhep, mensup olduğu meşrep ve mensup olduğu kültürel değerlerinden dolayı ayırıma tabi tutulup dışlanabiliyor. Bilhassa bunu yaparken de hümanizm maskesi altında yapmaktalar. Üstelik kan ve ırk biyolojinin konusu bir kavram olmasına rağmen kendi çirkin emelleri uğruna kan tüccarlığı veya ırkçılık yapmaktan yüksünmüyorlar da. Neyse ki kapsam dışına çıkmakla kendilerini ele vermiş oluyorlar. Neyse ki, bomba yağdırdıkça gerçek foyaları ortaya çıkabiliyor. Asla hümanizmin ölçüsünü kan ve ırk belirleyemez. İnsan ne zaman ki; ırk ve kan kanunların boyunduruğundan kurtulur, biliniz ki, işte o gün gerçek insanlığına (hümanizme) kavuşmuş olacaktır. Madem öyle inanç ve kültürel değerlerimizi diri tutmak gerek. İslamiyet’le şereflenen her Müslüman tüm insanlığı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görmeli de.

Bakın, şeytan yüksek bir tepeden Âdemoğluna; “Bana secde et, bu nimetlerin hepsi senin olsun” çağrısıyla üstünlük taslama cüretinde bulunabilmiştir. Hele şükür Hz. Âdem (a.s.) bu çağrıya boyun eğmedi, ama günümüz insanı zürriyetinden geldiği Âdem (a.s)’a uymak yerine daha çok şeytanın çağrısına kulak kabartmıştır. Şeytanı rehber alanların sonu malum, kimi ruhi boşluk içerisinde madde bağımlısı olmakta, kimi komünizmde, kimi kapitalizmde, kimi faşizmde soluğu almıştır. Yani, sıraladığımız tüm bu unsurlar şeytanın çağrısını kabul etmiş ürünler olarak sahne almışlardır. Sadece sahne alsalar gam yemeyiz, insanlığı kan, zulüm ve gözyaşına boğmuşlardır. Bakmayın siz onların öyle insancıl görünmelerine, tamamen gerçek yüzlerini gizlemeye yönelik bir manevradır. Şayet bir kapitalist hümanist tavır takınıyorsa biliniz ki burjuva sistemine dayalı sömürü düzenini örtbas etmek için manevra yapmakta, yine bir komünist hümanistlikten söz ediyorsa biliniz ki insanı köle kılan düzenini saklamak içindir, keza bir faşistte hümanistlikten dem vuruyorsa biliniz ki lidere tapınmayı gizlemek için takla atmaktadır. Sonuçta tüm ideolojiler koro eşliğinde hümanist olduklarını beyan etseler de kitleler eskisi kadar onlara itibar etmiyor. Hatta buna “Yenidünya Düzeni” savunucuları ve Glasnost perestroykacılarda dâhildir. Artık gelinen noktada şu gayet açık ve net bir şekilde anlaşıldı ki, ortaya atılan her slogan insanları oyalamak için üretilmekte. Bilhassa ekonomik buhran dönemlerinde piyasaya sürülen oyuncak bebekler bunu teyit ediyor. Nitekim kapitalistler kitlelerin “özgürlük” ihtiyaçlarını sömürerek oyalıyor insanlığı, sosyalistler ise kitlelerin “sosyal adalet” isteklerini istismar ederek oyalamakta. İlginçtir süper güçler kendi aralarında oynadıkları oyunda birbirlerini oyalamıyor ve uyutmuyorlar, bilakis birbirleriyle anlaşmışçasına karşı stratejik ve taktiksel oyun sergiliyorlar. Tabi bu stratejik oyunun bir gün kazanını ve kaybedeni olacaktı, derken sonunda finali kazanan kapitalizm, kaybedense komünizm oldu. Artık dünya sathın da tek oyun kurucu ABD kala kalır. Yani görünürde şu an tek oyun kurucu ABD görünüyor,  belki de arka planda bizim bilmediğimiz İngiliz kraliyet ailesine bağlı nice derin asıl oyun kurucularda vardır. Bakalım bu tek taraflı oyun nereye kadar devam edecek. Belli ki bu oyunu ilelebet sürdürebilmek için kan ve revan içinde yüzen insanlığı “Hümanizm” ve ‘Yeni Dünya Düzeni’ maskesiyle yönlendirmeye çalışacaklar. Umarız bu oyun uzun sürmez de bir an evvel insanlık İslamın nuruyla yüzleşme imkânına kavuşur. Zaten İslam’la yüzleştiğinde farkı fark edecek te. Nasıl fark etmesin ki, bir kere İslâm insanı komünizm gibi cemiyete kurban etmediği gibi, burjuva patronların insafına terk etmez de. Dinimiz bir yandan “Allah’ın eli topluluk üzerine” düsturuyla toplumculuğa vurgu yaparken, öte yandan “Müminler omuz omuza yaslanmış binalar gibidir” buyruğu ile de bireyciliği esas almıştır. Anlaşılan, İslâmiyet ne sadece toplumcu, ne de sadece fertçidir, her iki unsuru da potasında eritmiş bir dindir. Dahası İslam’da insan liyakati ölçüsünde değer kazanır. Sosyalizmde öyle değildir, onlar liyakati göz ardı edip tam eşitliği savunurlar. Oysa realite tam eşitlik kabul etmez. İlla da eşitlikten söz edilecekse ancak fırsat eşitliğinden söz edebiliriz. Peki ya Faşizm! Malum, Faşizm de “führer” ilan ettiği lideri tabulaştırıp insanın insanla olan alakasını kesmeyi bir marifet sanır. İnsanı insana kıydılar da ne oldu sonunda Faşizm ve Nazizm “Şefe tapınma” ideolojisi olarak insanlığın hafızasına kara leke olarak kazınmıştır. Maalesef tarih bir yandan put dikerken, diğer yandan da put yıkma şeklinde tekerrür ediyor. Derken lider sultalığı geleceğimizi karartabiliyor. Dahası eskiden insanların kendi eliyle yaptıkları heykellere tapınma işlemi, şimdilerde lidere tapınma şeklinde sahne alabiliyor. 

Yukarıda da belirttiğimiz üzere batı, Rönesans’la aklın hâkimiyetini kurdu kurmasına ama inanç aklın egemenliğine dayanamadığından sonunda kurtuluşu hümanizm putuna sarılmakta buldu. Şayet buna kurtuluş denirse. Dedik ya, hümanizm içi boş kuru bir kavramdır,  bu yüzden insanlığın susuzluğunu gideremiyor. Yani, batı inançtan boşalan yeri hümanizm gibi içi boş suni kavramlarla doldurmaya çalışıyor. Bir türlü aklın esaretinden çıkıp akıl ötesi hakikati göremiyorlar. Yine de fazla haksızlık etmeyelim şu sıralar batıdan gelen birtakım sinyaller, insanlığın yeniden din'e döneceğinin işaretini veriyor. İşaretler çoğaldıkça Resûlüllah’ın (s.a.v.); “Bir gün gelecek bütün insanlar Müslüman olacak” beyanı bir rüya değil hakikat olacaktır. Bernard Shaw'da sanki gelen sinyallerden bir şeyler sezmiş olsa gerek ki “Müstakbel Avrupa’nın dini İslâm’dır” demekten kendini alamamıştır. Tabi bu arada gelen sinyallerden bir şey sezemeyip “Biz hayvanız korosu” çalan aydınlar da var. Şöyle ki;  J.J. Rousseau, tefekkür halinin tabiata aykırı olduğunu, insanı soysuzlaşmış hayvan olarak niteler. Montaigne; “İnsan hasta hayvan” der, Freud ise insanın kutsal bildiği değerlere olan temayülünü patolojik bir hastalık olarak değerlendirir. Psikoloji dalında ün yapmış İvan Pavlov ise ruh, şuur, düşünme gibi kavramları şartlanmayla izah etmeye çalışır. İdeolojik kuram olarak Marksistler de insanı kol ve bilek gücünden ibaret proletarya görür. Onlar koro halde insana eşya gözüyle baka dursunlar Henry C. Link gibi “Dine dönüş çağrısı” yapan ve Dr. Alexis Carrel gibi “Ey İnsanlar uyanın” çığlığıyla seslenen aydınların varlığı bize yeter artar da. Elbette ki böylesine sağduyulu düşünen insanlara değer veririz. Ama şartlanmış ve programlanmış insana asla.

Ne kadar şükretsek azdır,  Rabbül âlemin Peygamberimizi âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Öyle rahmet ki; Resûlullah (s.a.v.) bütün sahte mabutlardan insanlığı kurtarıp yüzümüzü Allah’a döndürmüştür. O olmasaydı insan bedenini hayvanla eş değer muameleye tabii tutan sahte hümanistler elinde oyuncak olacaktık. O'nun sayesinde insanın tek başına fuar olduğunu, bu büyük fuar içerisinde insanın hem nur hem nar olarak kodlandığını idrak eder olduk. Hatta idrakimiz arttıkça şeytanların isyankâr, insanların ise asi, ya da itaatkâr olduğunu fark ediverdik. Böylece insan bir isim değil pek çok isimlerin tezahürü bir varlık olduğunu anlıyoruz. Yani, insanı melek ve şeytandan ayıran nokta, hem celal hem de cemal sıfatına sahip olmasıdır. İşte meleklerin sürekli masum, sürekli günahsız olması bunu teyit ediyor. Kelimenin tam anlamıyla şeytan celal sıfatın gereğini yerine getiriyor, melekler de cemal sıfatın gereğini ifa ediyor.

İnsan asli yurdundan dünyaya indiğinde Allah’ın cemal sıfatı Habil’de, celal sıfatı ise Kabil’de zuhur etmiştir. Bakın Mevlâna bu konuyu şöyle dile getirir; “İnsanın ruhunu iki emdiren kuvvet var; biri melek-i kuvvet, diğeri şeytani kuvvettir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşıldığı üzere insanı sırf hayvan olarak telakki eden bir kısım materyalist batı aydınlarıyla, insanı eşref-i mahlûkat olarak gören Mevlâna çok farklıdır. Hatta Mevlâna bu güzel veciz sözüne ilaveten; “Hayvan hayvanlığı ile melek melekliği ile kurtuldu. İnsan ise ikisi arasında yalpalayıp duruyor” beyanıyla meseleye açıklık getirmişte.

Şu iyi bilinsin ki; inanan insanı inancından vazgeçirmek için her türlü tuzağa başvursalar da tüm girişimler fiyaskoyla sonuçlanacağına inancımız tam. Kaldı ki, Daniel Bell kutsala dönüş olacak mı sorusuna; “Hiç şüphem yoktur” cevabını vermekte tereddüt etmemişken biz nasıl tereddüt edebiliriz ki.  Bir kere Müslüman sonsuzluğa vurgundur, bu yüzden yok edemezler. İşte bizim hümanizmden anladığımız budur. Kutsala dönüş olacak, Allah (c.c.) nurunu tamamlayacağını vaat ettiği içindir elbet.
         
Vesselam.