Terör örgütü PKK’ya yakınlığını gizlemeyen partinin bir milletvekili, Atatürk’ün kurduğu mecliste Atatürk’e hakaret ederek; “İngilizler, bir kurşun atmadan İstanbul’dan çıktılar, Ankara hükümetine İstanbul’u teslim ettiler.” dedi. Vatanı düşmandan kurtaran ve birliğimizi sağlayan Milli Mücadele’ye ve onun kahramanlarına düşmanlığı konuşmasından belli olan bu haddini bilmeyen adamın bahsettiği zaman, İngiliz, Fransız ve İtalyanların İstanbul’u işgal ettiği, 1918-1923 yılları arasıdır.
Bu dönemin sonunda İngilizlerin bir kurşun atmadan İstanbul’u Ankara hükümetine teslim ettiğini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söyleyebilmek için, insanın en hafifinden ya bilgisiz, ya da Türk Milleti’nin değil, işgalcilerin yanında olması gerekir.
Aşağıda okuyacağınız târihî olaylarda görüldüğü gibi, Türkler o karanlık günlerde bütün zorluklara rağmen işgalcilere büyük bir azimle direndiler. İngilizler, İstanbul’un işgalinde bırakın kurşun atmamayı, yataklarında uyuyan askerlerimizi bile şehit ettiler. İnsanlarımıza her türlü alçaklığı yaptılar. Ne yazık ki; bu konuşması nedeniyle şehitlerimizin ve atalarımızın ruhunu inciten bu saygısız adama “Gâzi” unvanlı Meclis’te özür bile diletilmemiş, kamuoyunda ve medyada konu üzerinde fazla durulmamıştır. Bu edepsizliğe tepki gösterilmemesinin, biraz da toplumuzdaki unutma hastalığı ve tarihimizi okumamaktan kaynaklanması yanında, son yıllarda milletimizi Milli Mücadele’nin kahramanlarına düşman etmek için açılım adı altında Milli Devlet’imizi yıkma kampanyaları yürütenlerin vebâli ve rolü vardır.***
Birkaç yıl önce Viyana’yı gezerken, Avusturyalıların 1683 yılındaki Türk kuşatmasını unutmadığını, Türkleri Viyana önünden ve Macaristan’dan çıkaran ünlü kumandanlarının heykellerinin ve kuşatmayla ilgili hâtıraların şehrin her yerinde olduğunu gördüm. Ayrıca, Türklerin Viyana’yı kuşatmasını ele alan edebiyat, tarih ve güzel sanatlardaki sayısız eser de Avusturyalıların konuya ilgisini gösteriyordu. Onlar bundan 330 yıl önce şehirlerine yapılan kuşatmayı unutmazken, biz 89 yıl önce İstanbul’un düşman işgali altında kaldığını ve işgalcilerin ne yaptığını bilmiyoruz. Birkaç romanın dışında edebiyat, tarih ve güzel sanatlarda bu konuyu işleyen kaç eserimizi sayabiliriz? Evet, İstanbul 13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1923’e kadar düşman işgali altında kalarak büyük çileler çekti. Bu dönemde İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyanların yaptıkları yüz karası olarak tarihin sayfalarına geçti. Ancak, bu kara günleri genç nesillerimize hangi eserlerle öğrettik ve hangi hâtıralarla gösterdik? Yalnız esir şehir İstanbul’da İşgal Kuvvetleri’nin bütün engellemelerine rağmen, yüz bin kişilik Sultan Ahmet Mitinglerinde işgale direnen Türklerin sesi günümüzde duyulsa ve bilinseydi, atalarımızın yurdumuzu koruyan, kollayan cansiperane mücadelesine toz kondurulmaz ve bu küstah adam milletin meclisinde öyle bir konuşma yapamazdı.
1.Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletlerinin kuvvetleri İstanbul'a girdi. Bunlar Osmanlı Hükümeti'nin her hareketini yakından takip ediyor, özellikle Meclis-i Mebusan'daki toplantılarla ilgileniyordu. İstanbul Hükümeti'nin Anadolu ile birleşmesi, Türk toprakları üzerindeki emellerine engel olabilirdi. Bu sebeple, İstanbul Hükümeti üzerine baskı yaparak bu birleşmeğe engel olmağa çalıştılar. Fakat Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin Misak-ı Milli'yi (milli yemin) kabulü, İtilaf Devletleri'ni korkuttu. Bunun üzerine Paris'teki "Yüksek Meclis" İstanbul'un işgalini ve milliyetçi Türk milletvekillerinin tutuklanmasını kararlaştırdı.
12 Ocak 1920'de toplanan Meclis-i Mebusan, 28 Ocak 1920 tarihindeki gizli oturumunda Misak-ı Milli kararlarını aldı ve kararlar bütün mebuslar tarafından imzalandı. 17 Şubat 1920 tarihli oturumunda da bu kararın basında yayınlanması ve bütün yabancı parlamentolara bildirilmesi kararlaştırıldı. İstanbul'daki İtilaf kuvvetleri bu gelişmeler üzerine İstanbul’u işgal etti.
İngilizler, 9 Mart 1920’de milliyetçilerin toplandığı Türk Ocağı merkezini bastılar. Bütün devlet binalarını ve karakolları denetim altına aldılar. 15 Mart günü İtilaf Kuvvetleri Kumandanı İstanbul'daki yüz elli Türk aydınını tutuklattı. Aynı gün İtilaf Devletleri kuvvetleri Letafet Apartmanında 8 Türk’ü şehit etti. 16 Mart 1920’de sabah 5.45’de İngiliz askerleri Şehzadebaşı’ndaki Karargâh Birliği Karakolu’na geldi. Askerlerimizin uyuduğu koğuşa girip, yataklarında uyuyan erlerimize a ateş açarak 9’unu öldürüp 10’unu yaraladı. Harbiye nezareti ablukaya alındı. Harbiye Nazırı Fevzi Paşa süngülü İngiliz askerleri arasında götürülürken etraftaki Rum ve Ermeniler ona hakaret ettiler. 18 Mart 1920'de İngilizler, meclisin etrafını makineli tüfeklerle sararak, toplantı halinde bulunan milletvekillerinden bazılarını tutuklayıp, sürükleyerek götürdüler. Bir kısım milletvekilleri Anadolu’ya kaçtı. Böylece, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı düşman süngüsü altında zorla kapatıldı. Bu durumda İstanbul, fiilen ve resmen askeri işgale maruz kaldı.
Mustafa Kemal, Mebuslar Meclisi'nin kapatıldığı haberini alınca, bütün milletvekillerini ve İstanbul'daki yakın arkadaşlarını yanına davet etti.
İşgal Ordusu Kumandanı İngiliz generali yayınladığı bildiride: “İstanbul'da sıkıyönetim ilan olunduğu, emirlere aykırı veya düzeni bozacak bir harekete girişenlerin Divanı Harb tarafından muhakeme edilerek idam edileceğini” bildirdi. Ayrıca beyannameye "işgal geçicidir" kaydı konulmuş, fakat işgal süresi tayin edilmemişti. Yine bu bildiride, Kuvay-ı Milliye'nin birtakım İttihatçı ve soyguncudan ibaret olduğu da yazılı idi.
İstanbul'un işgalini Manastırlı Hamdi Efendi adında gayretli ve vatansever bir telgraf memuru Ankara’ya Mustafa Kemal'e haber verdi.
Mustafa Kemal, işgal olayı üzerine İstanbul'daki İtilaf Devletleri'nin temsilcilerine, tarafsız bütün devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına protesto telgrafları yolladı. Bu telgraflarda Mustafa Kemal, “Biz hakkımızı ve istiklâlimizi korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve hiç bir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanmış bulunuyoruz. İstanbul'un işgali olayından doğacak büyük mesuliyete son bir defa olarak dünyanın dikkat nazarını çekeriz. Davamızın haklılığı ve kutsallığı bugünlerde, Tanrı'dan sonra en büyük yardımcımızdır.” diyordu.
İşgalden sonra Salih Paşa kabinesi düştü. Yerine tekrar Damat Ferit Paşa kabinesi geçti. Fakat artık ne padişah, ne de hükümetinden, milletin kurtuluş davasında herhangi bir yardım beklenemezdi. Çünkü bütün maddî ve manevî gücünü kaybetmişti. Hatta bağımsız bir Osmanlı Devleti'nden dahi söz edilemezdi. Osmanlı Devleti'nin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliği İstanbul'un işgaliyle sona ermiş bulunuyordu. (1)
İngiltere, bir Türk milli direncini başlamadan ezmek için Damat Ferit Paşa'nın destek ve yardımıyla asker ve sivil 145 Türk aydınını tutuklayıp Osmanlı Harp Divanı önüne çıkardı. Bundan bir netice alamayacağını anlayınca Akdeniz'in ortasındaki Malta adasına sürgün etti. Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, gibi yazar ve fikir adamları, Fahrettin Paşa, Ali Sabis Paşa gibi önemli asker ve devlet adamları sürgün edilenler arasında idi. Mustafa Kemal Paşa da yakalanacaklar listesindeydi. İngilizler onu ellerinden kaçırdılar. İngilizlerin Malta'da 3 yıla yakın tuttuğu 145 sürgünden 15'i orada öldü. 20 Malta sürgünü tek veya topluca kaçmayı başardı. Atatürk'ün gayretleri ile esir İngilizlere karşılık takas edilerek kurtarılan Malta sürgünleri, İngilizlerdeki Türk düşmanlığı ve hoyratlığının eseri olarak millî hâfızamızda yerini aldı .(2)
İşgal edilmiş ”esir şehir” İstanbul’da yaşananlar elbette bunlardan ibaret değildi. İstanbul halkı ölümü göze alarak eline geçen silâh ve cephaneyi, saman arabaları, yem torbaları sebze küfeleri içinde Karadeniz Boğazı’nın dışına kadar taşıyıp İnebolu’ya gidecek mavnalara yüklüyordu.
Vatanseverler kurşuna dizilmeyi göze alarak Selimiye, Maçka gibi silah depolarını boşaltıyordu.
İşgal kuvvetleri Türk limanlarındaki bütün gemi ve motorlara el koymuşlardı. Onun için karada kağnılar, denizde mavnalar tek nakil vasıtaları idi.
İstanbul halkı işgal yıllarında aç ve çıplak kaldı. Çünkü İstanbul’u besleyen, giydiren şehirler artık bu görevi yapamıyordu. Bütün bu yokluklara rağmen Türk İstanbul elinde avucunda ne varsa Milli Mücadele’yi desteklemek için Anadolu’ya gönderdi. Kadınlar yatak ve yastıklarındaki yünleri Anadolu’daki askerlere giyecek ve çorap yapmak için kullandılar.
Türk İstanbul, işgal kuvvetlerinin dahi engelleyemedikleri, yüz binlerin katıldığı mitinglerle, Türkiye’nin Türklere ait olduğunu bütün dünyaya haykırdı.
İşgal yıllarında en büyük ızdırabı, İstanbul’un Türk halkı çekti. Çünkü şımarık, terbiyesiz, çalımından geçilmeyen işgal ordusu ve onları alkışlayıp arka çıkan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın yaptıkları, asırlardır vakarlı, hür ve efendi olarak yaşayan Türklerin onurunu zedeledi. İşgalcilerin Türklere revâ gördükleri, hakaretler, tecavüzler, sebepli sebepsiz, gelişi güzel tutuklamalar, her mânada alçakça hareketlerdi. Kadınlara, kızlara laf atmalar, sarkıntılık yapmalar olağandı. Yanında kocası ve kardeşinin karşı gelmesi durumunda onlar da gözaltına alınıyor ve cezalandırılıyordu. İşgal kuvvetlerinin İstanbul halkına revâ gördükleri zulümlerin maddî ve manevî en kötüsü, Kroker Oteli işkenceleri idi. Burada İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin Bennet isimli bir subayının astığı astık, kestiği kestikti. “Bu İngiliz yüzbaşısı içinde yaşadığı şehri, Afrika’da veya Asya’da bir İngiliz sömürgesi sanıyor, halkını da o derece önemsiz sayıyordu. Dünyanın en vakarlı, en ahlâklı, en vatanperver bir memleketinde olduğunu, kahraman ve faziletli Türk milletinin içinde yaşadığını unutuyordu.” Türk direnişçiler, bir çete reisi gibi davranan bu İngiliz subayını, Maslak tarafında yolunu keserek kurşunlamış ve cezasını vermişti. İşgal edilmiş İstanbul’da böyle yüzlerce Türk direniş grubu vardı.
Fransız İşgal Kuvvetleri Kumandanı Franchet d’Esperey ise Fatih Sultan Mehmet’i taklîden işgal ordularının başında beyaz at üstünde İstanbul’a girmişti. Bu kof adamın tutumu da Türk İstanbul halkını son derece rencide etmişti. İşgal Devletleri askerleri İstiklâl Caddesi’nden geçerken Rumlar dükkânlarına Yunan bayrağı asmışlardı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler şehre çıkan İşgal Kuvvetleri askerlerini alkışlayıp, Türklere hakaretler etmişlerdi.
Ancak bütün bu incitme ve hakaretlerin altında yatan gerçek, Haçlı ve Siyonist dünyanın son bağımsız Türk Devleti’ni dünya haritasından silmeye kararlı oluşları idi. (3)
***
İngilizlerin etekli, gaydalı İskoç askerleri, sömürgelerinden getirdikleri burma sakallı Hintliler, siyah Afrikalılar, çalımlı İtalyan Karabinerileri, gürültülü Fransız askerleri Türklere İstanbul’u hediye edip gitmediler. Çekip gitmeye mecbur kaldılar. Çünkü milletimiz el ele, gönül gönüle bir araya geldi. Ateşten ve kandan geçerek tokadını bizi yok etmeye çalışan, vatanımızı elimizden almaya yeltenen düşmanın yüzüne indirdi.
***
Günümüzde teröristlerle kucaklaşan partinin bir milletvekili, Meclis’imizde İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı şanlı, onurlu bir mücadele yürüten Milletimizin değil İngilizlerin yanında yer almış, devletimizin kurucusuna hakaret etmiştir. Başka bir vekil de İzmir’e çıkıp Batı Anadolu’da her türlü zulmü, vahşeti yaparak Ankara’ya doğru ilerleyen Yunanlılarla yapılan savaşların düzmece olduğunu söyleyebilmiştir. Bu adamların bu şekilde konuşmaları tesadüf değildir. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi; bunda son yıllarda milletimizi Milli Mücadele’nin kahramanlarına düşman etmek için açılım adı altında Milli Devlet’imizi yıkma kampanyaları yürütenlerin vebali ve rolü vardır. Yapılması gereken; “Demokrasinin nimetlerinden faydalanıp Mecliste dokunulmazlık zırhı içinde milletimize düşmanlık yapanlara dokunmaktır!”
Bundan başka; sorumluluk makamındaki bâzı politikacılar da tarihimizdeki olayları yalan yanlış anlatıyor. Hâlbuki; “Bilmemek ayıp değil, ibret almamak ve öğrenmemek ayıptır. Fakat son dönemin derme çatma politikacı taslakları, bu gerçekleri ne biliyor, ne ibret alıyor, ne de öğrenme yoluna gidiyorlar.”
Aralık 2012
Kaynakça:
1. Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Ararat Yayınevi,İstanbul,1969
2. Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınevi, Ankara,1985
3. Samiha Ayverdi, Hâtıralarla Başbaşa, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1977