Malumunuz farklı ırk ve dine mensup toplulukların tek bir hanedan mensubu ailenin liderince yönetildiği devlet imparatorluk olarak addedilir. Gücünü bağlı olduğu dinden alarak imparatorluğunun dizginlerini elinde tutmaya çalışan liderse genellikle İmparator olarak adından söz ettirir. İşte Bizans imparatorunun imparatorluğunu Patrikhaneye dayandırarak, yönetmesi, yine Roma Germen imparatorunun imparatorluğunu Roma kilisesine dayandırarak idare etmesi bunun tipik en göstergeleridir. Hakeza yine İngiltere Kraliçesinin doğrudan Anglikan mezhebiyle olan bağlılığı da bir anlamda kendini ilahi kaynağa dayandırmak manasına bir tür imparatorluk sayılır. Batıda şu da var ki, aynı aileden gelen hanedan mensupları kendine yakın akraba toplulukların başına da imparator olabiliyor. Yani bu demektir ki doğup büyüdüğü coğrafyanın dışında gerektiğinde Avusturya, Rusya, İngiltere ve Yunanistan’ın başına geçip imparator olabiliyor.
Peki ya Osmanlı? Bikere Osmanlıyı batıdan ayrı kılan en belirgin farklı özelliği sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Bu demektir ki Osmanlı Hanedanı sınırları içerisinde yaşayan Müslim tebaayı halifelik ruhu kapsamında yönetirken gayrimüslim tebaayı da milleti hâkime esasınca yönetmektedir. Sonuçta hangi tebaa olursa olsun bu sistemde önemli olan halifelik ve millet-i hâkime kapsamında hiç kimsenin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmaksızın bir arada yaşama esprisi esastır. İşte Devlet-i altı yüzsene ayakta tutan sırda bu uyguladığı modelde gizli. Tâ ki Fransız ihtilaliyle birlikte tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar işte o sır ‘zır’ olunca artık bir arada yaşamanın esprisi kalmayacaktır. Hele topluluklar dağılmaya dursun kurulan devletlerin yanı sıra uluslararası paktlar oluşur da. Ancak daha sonrasında sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte küreselleşme kıskacı altına girmiş ulus yapılar sahne alır. Tabii bu sahne alışta sınırların pek önemsenmediği ulus anlayışı başat rol oynayacaktır. Ne diyelim batı dünyası belli bir çizgide durmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Sonuçta nasıl küreselleşmekse gelinen noktada bir sürü bölük pörçük devletçiklerden türemiş bir dünya ile karşı karşıya kalıverdik.
Belli ki batı kınında durmazsa daha pek çok yapılanmaların içerisinde bulunacağız demektir. Tarihe şöyle göz attığımızda batı dünyası sistemini ilkin toprağa bağlı feodalite sistemine göre kurmuş, sonrasında Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin artmasıyla birlikte sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın bir arada olduğu bir yönetim modele geçiş yapmıştır. Sonrasında malum ticari sömürgecilikten akan finansman sayesinde burjuvazi sınıfı da bu sistemde yerini alır. Tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı üzerinde sömürgecilikten akan sermaye adeta tavan yapıp yerini ticari rekabete bırakacaktır. Hele birde bunun üstüne Ortadoğu’da ki petrol yataklarını hesaba kattığımızda hiç kuşkusuz sömürgeci ülkelerin en son geleceği nokta savaş olacağı muhakkak. Nitekim pastadan pay kapma yarışının dayandığı noktada I. Dünya savaşının kopması kaçınılmaz hal alırda.
Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan savaştı. Ne diyelim servet hırsı böyle bir şeydir, altı yüzsene adaletiyle kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı bile arkadan hançerlemeye yeterli gerekçe teşkil edebiliyor. Zira dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan vurmuş, yok şuymuş, yok buymuş derken bunun arka planında İngiliz casusu Lawrence oyununun bir parçası olduğunu gördük. Gerçekten de İngilizlerin içimizde ve dışımızda tertiplediği bin bir türlü entrika ve kışkırtmaları sonucu bir sabah uyandığımızda bir baktık ki epey zamandır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız topluluklar avucumuzdan uçuverip kendi devletlerini kurmuş gördük. Tabi bu kopuşa Müslim tebaadan Lübnan civarına konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde dâhildir.
Her neyse, asıl konumuza dönersek batı feodalite, derebeylik, krallık derken bu kez J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı fikri anlayışı baş tacı edinip uluslaşma sürecine girecektir. Mesela Fransızlar bu süreçte cumhuriyetlerinin beşincisini yaşasalar sonuçta Krallık idaresine son vermesini bilmişlerdir. Hiç kuşkusuz uluslaşma sürecinde Rönesans ve sanayileşmenin de çok büyük etkisi vardır. Tüm bunlardan öte 1877 Fransız ihtilali sonrası milliyet fikirlerinin hızla dünyayı etkisi altına alan dalga dalga yayılmasını başlangıç miladı olarak görmek daha doğru olur. Bu demektir ki ulus devlet fikri de batıya ait kavramdır. Malum, önce tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, ardından kültürlerini yerleştirdiler ve en nihayetinde İsrail’i içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip Ortadoğu’da bir sürü bölükpörçük devletler türedi.
Şu da var ki günümüz dünyasında Osmanlı sistemine daha çok İngiliz Anglo-Sakson modeli benzerlik gösteriyor. Öyle ya, madem ucundan kıyısından da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde dururken Fransa’nın Napolyon kodlarına dalmak niyeydi? Napolyon kodlarına daldıkta ne oldu, kendimizi bir anda bitmek tükenmek bilmeyen suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson kodlarına dalsaydık birey devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik. Derken böyle bir sistemde devlet sadece laik olabilir anlayışıyla birey asla laik olamayacaktı. Ama gel gör ki Fransa modelini örnek alınca ister istemez insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürecek şekilde dinini özgürce yaşamasına müdahalelerin ardı arkası kesilmeyecek hadiselerle yüzleşiverdik. Dedik ya Osmanlı modeline yakın Anglosakson modeli kodlara dalmayıp Fransız kalınca öteden beri Devlet baba bildiğimiz devleti bu kez karşımızda buyurgan devlet olarak gördük. Bilhassa buyurganlıkta Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyet sırasıyla başı çekip devletimizle milletimiz arasında çok büyük uçurum açarak yarınlarımızı çaldılar.
Öyle anlaşılıyor ki; aslında gelinen noktada İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, aldanışımızdan kaynaklanan sadece batının uyanışı söz konusudur. Zira Batı’nın uyanışı İslam medeniyeti sonrasıdır. Bakmayın siz öyle tarihte vuku bulan Hilal ve Salibin birbiriyle olan kıyasıya kapışmasına. Bu aslında sadece Haçlı ruhunun görünen yüzü mücadeledir. Birde bunun görünmeyen yüzü vardı ki, o da hiç kuşkusuz İslam medeniyetiyle yüzleşmesidir. Derken bu yüzleşme uyanışlarını ilerisinde uyanışlarını beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bizim anladığımız manada insanlığın susuzluğunu giderecek uyanış olmayacak, tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir uyanış olacaktır. Yani maneviyattan yoksun maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu, hiç kuşkusuz dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir. Zaten Kur’an da bu husus “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer” mealen zikredilmişte. Öyle ya Osmanlı’yı hazır hasta yatağına düşürmüşken I. Cihan savaşıyla birbirlerine gireceklerdir. Bu savaş aynı zamanda imparatorlukların sonu savaştır.
Ortada imparatorlu kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda sahne alacaktır Ama bir noktadan sonra insan hakları ve demokrasi söylemleri dalga dalga büyüyüp yayılmaya yüz tutunca ulusal söylemler küresel söylemlerin gölgesinde kalacaktır. Hele ki bir de buna İsrail’i Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirme fikride devreye girdiğinde tüm ülkeler beş büyük devletin küresel kontrolü altına girecektir. Tabii yeni karşılaştığımız bu küreselleşme dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türünden bir küreselleşme olmayacaktır, tam aksine dünyayı devasa şirketlerin avuçlarında tutmaya yönelik bir küreselleşme olacaktır. Hele 1980 yıllarına gelindiğinde küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yaptığında ulus devlet anlayışının pek önemi kalmaz da. Tabi dünyayı avuçlarının içinde tutana küresel baronların gözünde tek biricik değer para olunca ister istemez milli söylemler gölgede kalacaktır. Nitekim 1999 yılında katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev ödevini yap da öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda bunu görmek mümkün. İşte Türkiye’nin önüne koyulan o ev ödevi aslında milli gömleğinizi çıkarınızda öyle gelin şeklinde bir ev ödeviydi, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı. Nasıl olsa o günkü şartlarda gündemi demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar belirliyordu ya, bizim tamda hassas olduğumuz hususta bam telimize basıp ayar çekeceklerdir. Ne ilginçtir ki bir zamanlar dünyaya medeniyet nedir, insanlık nedir, özgürlük nedir hep biz ders verirken, bu kez onlar bize ders vermeye kalkışır pozisyon alacaklardır. Hangi pozisyonu halini alırsalar alsınlar, küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değil bizatihi kendi çıkarları uğruna kullandıklarının gayet iyi biliyoruz. Bu gerçeğe rağmen yine de biz içi boşaltılmış bu kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde ki özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların daraltmış olduk. Bu uğurda çıkardığımız yasalar bizim faydamıza oldu diyebiliriz. Malum bu söz konusu içimizde ki köklerini yitirmiş köşe başlarını tutmuş vesayet odakları insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak sürtüp her on yılda bir darbe yaparak insanımıza ayar çekiyorlardı. Sadece ayar insanımıza mı, hiç kuşkusuz siyasetçiler de kendi hissesine düşen payı alıyordu.
Aman Allah’ım, neydi o yıllar, sanki üzerimizden daha kalmamak üzere kara kâbus çökmüştü o yıllar. Öyle ki o yıllar her şeyden önce atanmışların alikıran başkesilip borusu öttüğü yıllardı. Neyse ki, her karanlığın ardından mutlaka aydınlık günler gelir denilir ya, aynen öylede 2002 yılında Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle birlikte Avrupa Birliği kartını kullanaraktan çıkartılan yasalar bir noktada vesayetçi zihniyetten kurtulmanın muştusu doğar. Nitekim hükümet Avrupa Birliği uyum yasalarını bir bir yürürlüğe koydukça o nispette de vesayet odaklarının beli kırılır. Beli kırıldıkça da insanımız rahat bir nefes alacak noktalara gelir. İyi ki de hükümet başlangıçta Kopenhag ve maastricht kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya beşten büyüktür diyecek noktaya gelir de. Zaten dünya beşten büyüktür demekle de Avrupa Birliğine bizim ihtiyacımız kalmaz da. Hatta alsalar da olur almasalar da olur diyecek noktadayız, ne de olsa kendi ayaklarımız üzere artık durabiliyoruz. Görünen köy kılavuz istemez, acı ama gerçek şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Baksanıza Avrupa açısından işler tamamen sarpa sarmış durumda. İçine düştükleri sefalet çukurdan Türkiye’siz çıkmaları pek mümkün gözükmüyor. Bu kez küresel ibre Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, gün bir an evvel Nizam-ı âlem ibresine hız kazandırıp çağlar üzerinden sıçramak günüdür. Nizam-ı âlem ibremize ivme kazandıralım ki tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
Vesselam.
Peki ya Osmanlı? Bikere Osmanlıyı batıdan ayrı kılan en belirgin farklı özelliği sistemini Müslim ve gayrimüslim ekseni üzerine kurmuş olmasıdır. Bu demektir ki Osmanlı Hanedanı sınırları içerisinde yaşayan Müslim tebaayı halifelik ruhu kapsamında yönetirken gayrimüslim tebaayı da milleti hâkime esasınca yönetmektedir. Sonuçta hangi tebaa olursa olsun bu sistemde önemli olan halifelik ve millet-i hâkime kapsamında hiç kimsenin dinine, diline, mezhebine ve meşrebine karışmaksızın bir arada yaşama esprisi esastır. İşte Devlet-i altı yüzsene ayakta tutan sırda bu uyguladığı modelde gizli. Tâ ki Fransız ihtilaliyle birlikte tüm dünyada uluslaşma rüzgârları esmeye başlar işte o sır ‘zır’ olunca artık bir arada yaşamanın esprisi kalmayacaktır. Hele topluluklar dağılmaya dursun kurulan devletlerin yanı sıra uluslararası paktlar oluşur da. Ancak daha sonrasında sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte küreselleşme kıskacı altına girmiş ulus yapılar sahne alır. Tabii bu sahne alışta sınırların pek önemsenmediği ulus anlayışı başat rol oynayacaktır. Ne diyelim batı dünyası belli bir çizgide durmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Sonuçta nasıl küreselleşmekse gelinen noktada bir sürü bölük pörçük devletçiklerden türemiş bir dünya ile karşı karşıya kalıverdik.
Belli ki batı kınında durmazsa daha pek çok yapılanmaların içerisinde bulunacağız demektir. Tarihe şöyle göz attığımızda batı dünyası sistemini ilkin toprağa bağlı feodalite sistemine göre kurmuş, sonrasında Ümit Burnunun keşfi ve deniz aşırı ticari zenginliğinin artmasıyla birlikte sermayeye dayalı derebeylik ve krallığın bir arada olduğu bir yönetim modele geçiş yapmıştır. Sonrasında malum ticari sömürgecilikten akan finansman sayesinde burjuvazi sınıfı da bu sistemde yerini alır. Tarihler 1869’u gösterdiğinde Süveyş kanalı yoluyla doğu ve batı hattı üzerinde sömürgecilikten akan sermaye adeta tavan yapıp yerini ticari rekabete bırakacaktır. Hele birde bunun üstüne Ortadoğu’da ki petrol yataklarını hesaba kattığımızda hiç kuşkusuz sömürgeci ülkelerin en son geleceği nokta savaş olacağı muhakkak. Nitekim pastadan pay kapma yarışının dayandığı noktada I. Dünya savaşının kopması kaçınılmaz hal alırda.
Evet, I. Dünya savaşı petrol uğruna göze alınan savaştı. Ne diyelim servet hırsı böyle bir şeydir, altı yüzsene adaletiyle kendilerine kol kanat geren Osmanlı’yı bile arkadan hançerlemeye yeterli gerekçe teşkil edebiliyor. Zira dünyanın en verimli petrol yatakları Osmanlı coğrafyası içerisinde yer alıyordu. Yok, efendim Araplar bizi arkadan vurmuş, yok şuymuş, yok buymuş derken bunun arka planında İngiliz casusu Lawrence oyununun bir parçası olduğunu gördük. Gerçekten de İngilizlerin içimizde ve dışımızda tertiplediği bin bir türlü entrika ve kışkırtmaları sonucu bir sabah uyandığımızda bir baktık ki epey zamandır huzur içerisinde birlikte yaşadığımız topluluklar avucumuzdan uçuverip kendi devletlerini kurmuş gördük. Tabi bu kopuşa Müslim tebaadan Lübnan civarına konuşlandırılan Suriye ve gayrimüslim tebaadan Ermenilerde dâhildir.
Her neyse, asıl konumuza dönersek batı feodalite, derebeylik, krallık derken bu kez J.J. Rousseau’nun sesine kulak verecektir. Yani otoriter karşıtı fikri anlayışı baş tacı edinip uluslaşma sürecine girecektir. Mesela Fransızlar bu süreçte cumhuriyetlerinin beşincisini yaşasalar sonuçta Krallık idaresine son vermesini bilmişlerdir. Hiç kuşkusuz uluslaşma sürecinde Rönesans ve sanayileşmenin de çok büyük etkisi vardır. Tüm bunlardan öte 1877 Fransız ihtilali sonrası milliyet fikirlerinin hızla dünyayı etkisi altına alan dalga dalga yayılmasını başlangıç miladı olarak görmek daha doğru olur. Bu demektir ki ulus devlet fikri de batıya ait kavramdır. Malum, önce tüfeklerle geldiler, sonra ticaret yoluyla yayıldılar, ardından kültürlerini yerleştirdiler ve en nihayetinde İsrail’i içimize çıbanbaşı olarak yerleştirip Ortadoğu’da bir sürü bölükpörçük devletler türedi.
Şu da var ki günümüz dünyasında Osmanlı sistemine daha çok İngiliz Anglo-Sakson modeli benzerlik gösteriyor. Öyle ya, madem ucundan kıyısından da olsa Osmanlı modeline benzerlik göstermekte, o halde dururken Fransa’nın Napolyon kodlarına dalmak niyeydi? Napolyon kodlarına daldıkta ne oldu, kendimizi bir anda bitmek tükenmek bilmeyen suni laiklik tartışmaların ortasında bulduk. Şayet Anglo-Sakson kodlarına dalsaydık birey devlet için değil, devlet birey için düsturunu ilke edinecektik. Derken böyle bir sistemde devlet sadece laik olabilir anlayışıyla birey asla laik olamayacaktı. Ama gel gör ki Fransa modelini örnek alınca ister istemez insanımızı kendi öz yurdunda parya durumuna düşürecek şekilde dinini özgürce yaşamasına müdahalelerin ardı arkası kesilmeyecek hadiselerle yüzleşiverdik. Dedik ya Osmanlı modeline yakın Anglosakson modeli kodlara dalmayıp Fransız kalınca öteden beri Devlet baba bildiğimiz devleti bu kez karşımızda buyurgan devlet olarak gördük. Bilhassa buyurganlıkta Jön Türkler, İttihat Terakki ve ulusal sol zihniyet sırasıyla başı çekip devletimizle milletimiz arasında çok büyük uçurum açarak yarınlarımızı çaldılar.
Öyle anlaşılıyor ki; aslında gelinen noktada İslam’ın çöküşü diye bir şey yoktur, aldanışımızdan kaynaklanan sadece batının uyanışı söz konusudur. Zira Batı’nın uyanışı İslam medeniyeti sonrasıdır. Bakmayın siz öyle tarihte vuku bulan Hilal ve Salibin birbiriyle olan kıyasıya kapışmasına. Bu aslında sadece Haçlı ruhunun görünen yüzü mücadeledir. Birde bunun görünmeyen yüzü vardı ki, o da hiç kuşkusuz İslam medeniyetiyle yüzleşmesidir. Derken bu yüzleşme uyanışlarını ilerisinde uyanışlarını beraberinde getirecektir. Ancak bu uyanış bizim anladığımız manada insanlığın susuzluğunu giderecek uyanış olmayacak, tam aksine gözleri para hırsı bürümüş bir uyanış olacaktır. Yani maneviyattan yoksun maddi uyanıştır bu. Madden uyandılar da ne oldu, hiç kuşkusuz dünya metası uğruna birbirlerine düşeceklerdir. Zaten Kur’an da bu husus “Ehli küfür İslam’a karşı ittihat eder, kendi arasında tefrikaya düşer” mealen zikredilmişte. Öyle ya Osmanlı’yı hazır hasta yatağına düşürmüşken I. Cihan savaşıyla birbirlerine gireceklerdir. Bu savaş aynı zamanda imparatorlukların sonu savaştır.
Ortada imparatorlu kalmayınca ulus devlet fikri batının çıkarları doğrultusunda sahne alacaktır Ama bir noktadan sonra insan hakları ve demokrasi söylemleri dalga dalga büyüyüp yayılmaya yüz tutunca ulusal söylemler küresel söylemlerin gölgesinde kalacaktır. Hele ki bir de buna İsrail’i Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirme fikride devreye girdiğinde tüm ülkeler beş büyük devletin küresel kontrolü altına girecektir. Tabii yeni karşılaştığımız bu küreselleşme dalgası bizim o bildik Osmanlının Nizam-ı âlem türünden bir küreselleşme olmayacaktır, tam aksine dünyayı devasa şirketlerin avuçlarında tutmaya yönelik bir küreselleşme olacaktır. Hele 1980 yıllarına gelindiğinde küreselleşme dalgası tam manasıyla pik yaptığında ulus devlet anlayışının pek önemi kalmaz da. Tabi dünyayı avuçlarının içinde tutana küresel baronların gözünde tek biricik değer para olunca ister istemez milli söylemler gölgede kalacaktır. Nitekim 1999 yılında katıldığımız Helsinki Zirvesi diplomatik görüşmelerde adeta Türkiye’ye git ev ödevini yap da öyle gel dercesine gösterdikleri tavırlarda bunu görmek mümkün. İşte Türkiye’nin önüne koyulan o ev ödevi aslında milli gömleğinizi çıkarınızda öyle gelin şeklinde bir ev ödeviydi, demokrasi filan sadece işin kılıfıydı. Nasıl olsa o günkü şartlarda gündemi demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar belirliyordu ya, bizim tamda hassas olduğumuz hususta bam telimize basıp ayar çekeceklerdir. Ne ilginçtir ki bir zamanlar dünyaya medeniyet nedir, insanlık nedir, özgürlük nedir hep biz ders verirken, bu kez onlar bize ders vermeye kalkışır pozisyon alacaklardır. Hangi pozisyonu halini alırsalar alsınlar, küresel aktörlerin bu kavramları insanlığın iyiliğine değil bizatihi kendi çıkarları uğruna kullandıklarının gayet iyi biliyoruz. Bu gerçeğe rağmen yine de biz içi boşaltılmış bu kavramların içini doldurmaya yönelik ilk adımda Avrupa Birliği ile uyum yasaları çerçevesinde yürüttüğümüz müzakerelerle samimiyetimizi ortaya koydukta. İyi ki de samimiyetimizi ortaya koymuşuz, bu sayede kendi içimizde ki özünden kopmuş vesayetçi odakların manevra alanların daraltmış olduk. Bu uğurda çıkardığımız yasalar bizim faydamıza oldu diyebiliriz. Malum bu söz konusu içimizde ki köklerini yitirmiş köşe başlarını tutmuş vesayet odakları insan hakları ve demokrasi gibi kavramların hayata geçmesi noktasında ayak sürtüp her on yılda bir darbe yaparak insanımıza ayar çekiyorlardı. Sadece ayar insanımıza mı, hiç kuşkusuz siyasetçiler de kendi hissesine düşen payı alıyordu.
Aman Allah’ım, neydi o yıllar, sanki üzerimizden daha kalmamak üzere kara kâbus çökmüştü o yıllar. Öyle ki o yıllar her şeyden önce atanmışların alikıran başkesilip borusu öttüğü yıllardı. Neyse ki, her karanlığın ardından mutlaka aydınlık günler gelir denilir ya, aynen öylede 2002 yılında Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle birlikte Avrupa Birliği kartını kullanaraktan çıkartılan yasalar bir noktada vesayetçi zihniyetten kurtulmanın muştusu doğar. Nitekim hükümet Avrupa Birliği uyum yasalarını bir bir yürürlüğe koydukça o nispette de vesayet odaklarının beli kırılır. Beli kırıldıkça da insanımız rahat bir nefes alacak noktalara gelir. İyi ki de hükümet başlangıçta Kopenhag ve maastricht kriterlerine vurgu yaparaktan vesayet odaklarının canına ot tıkamış. Bu sayede ülkemiz git gide küresel ölçekte inisiyatif üstlenen konuma yükseldiği gibi dünya beşten büyüktür diyecek noktaya gelir de. Zaten dünya beşten büyüktür demekle de Avrupa Birliğine bizim ihtiyacımız kalmaz da. Hatta alsalar da olur almasalar da olur diyecek noktadayız, ne de olsa kendi ayaklarımız üzere artık durabiliyoruz. Görünen köy kılavuz istemez, acı ama gerçek şimdi kara kara düşünme sırası Avrupa da. Baksanıza Avrupa açısından işler tamamen sarpa sarmış durumda. İçine düştükleri sefalet çukurdan Türkiye’siz çıkmaları pek mümkün gözükmüyor. Bu kez küresel ibre Nizam-ı âlem’den yana işleyecek gibi. O halde daha ne duruyoruz, gün bir an evvel Nizam-ı âlem ibresine hız kazandırıp çağlar üzerinden sıçramak günüdür. Nizam-ı âlem ibremize ivme kazandıralım ki tüm insanlık manevi susuzluğunu giderebilsin.
Vesselam.