İlimsiz Tasavvuf Asla!

Abone Ol
Yunus ne de güzel söylemiş “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır“ diye. Bu demektir ki kendini bildirecek ilmin adıdır tasavvuf. Dolaysıyla hakikat yolunda illa ki ilim şarttır. Bu yüzden Seyda (k.s) “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem" buyurmuşlardır. Öyle ki irşat faaliyetlerinde fırsat bulamadığı içindir ilmi mevzularda danışma ihtiyacı duyan sofileri genellikle Molla Yahya Hz.lerine yönlendirirdi. Böylece bu sayede sofiler aydınlanmış olurlardı. Tabii bizde bu arada bir televizyonda Seyda Hz.lerini anma proğramında ilmin önemini dile getiren Molla Yahya Hz.lerinin sözlerini banda kaydedip  makale haline getirmekle bu yolun ilimsiz olamayacağını idrak etmiş olduk. Malum molla demek alim demektir. Madem öyle, fazla söze ne hacet bu işin piri diyebileceğimiz Molla Yahya Hz.leri bakalım ne diyor bir izleyelim:

KİM SEYDA HAZRETLERİNİ SEVİYORSA, ONUN YOLUNA DEVAM ETSİN

Malum bir söz var. Bir kişinin hali bin kişiye tesir ediyor. Bir kişinin kal’i (sözü) bir kişiye tesir etmiyor. Acizane kendi üzerimde anlatmak istiyorum.

Benim rahmetli pederim alim idi, dolayısıyla küçük yaşta (6 yaşında) ilme başladım. Askerden evvel de iyi bir alimdim. Doğu ve güneydoğuda medreselerde okudum. Çok şükür iyi bir alim olarak yetiştim. Fakat, tatbikine gelince, millete vaaz veriyoruz, maalesef kendimiz dahi tatmin olamıyoruz. Ucubdan, kendimizi görmekten, hased gibi hastalıklardan kendimizi muhafaza edemiyoruz. Bilahare 1957 senesinde bu yola girmek nasip oldu. Merhum peder daha evvel girmişti, yani o sene. Derken daha sonra Gavs (k.s.)’ın yanına okumaya gittim. Tabiiki, büyüklerin meclisinde oturmak bile insana büyük feyiz veriyor. Ve buna tasavvuf dilinde tasarruf deniliyor. Malum tasarruf ve manevi himmet Resulüllah (s.a.v.)’in zamanında  nasıl ki katı kalpli bir Arabi gelip önüne varmakla ve şehadet getirmesiyle birlikte  bir anda ahlakı değişiyor idiyse, aynen öyle de Resulüllah (s.a.v.)’in hakiki varisleri olan bu zatların önüne varan da yine bu şekilde değişerek kalplerinde tasarruf meydana gelmektedir. Hani kalpten kalbe yol vardır denilir ya, işte kalpteki tasarrufta mürşidden müridlerin haline tasarruf yoluyla gelmekte. Zaten o gün bugündür anladım ki, hakikaten zahiri ilim tek başına fayda vermemekte, insanı Allah’a yaklaştırmadığı gibi kimseye de faydası olmaz. Kelimenin tam anlamıyla bu büyük zatlar manevi tasarruflarıyla insanlığa çok büyük  tesir yapıp faydaları olmuşlardır. Nasıl faydaları olmasın ki, insanlığa günahların zararları çok büyüktür. Nasıl ki  zehirin vücuda zararı olduğu gibi, günahların da ruha o kadar zararı çoktur. İstanbul’da yanıma gelen çok kişiler oluyor. Gelenlerin bu noktada sıkıntılarının kaynağına indiğimizde bilhassa günahlara bulaşmanın neticesi olduğunu müşahede ediyoruz. Günahlar hiç kuşku yoktur ki insanlara sıkıntı veriyor, insanların rızıklarının azalmasına sebep oluyor ve insanların yüzünün siyah olmasına vesile oluyor. İster istemez burda Resulüllah (s.a.v.)’in “Günahlar küfrün elçisi” diye beyan buyurduğu hadis-i şerifinin mana ve ruhu ortaya çıkıyor. Bir insan nasıl ki, müslüman kardeşini ateşte görüp ya da müslüman kardeşini suda boğulurken görüp onu kurtarması gerekiyorsa aynen bir müslümanı da içki ve alkolik aleminden neydik edip kurtuluşuna vesile olması lazımdır. Hiç kuşkusuz bunun içinde gerekli olan kurtuluş reçetesi evvela kalbin tasfiyesiyle mümkün olmakta. Dolayısıyla tasavvufun en büyük faydası kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etkisidir. Nitekim bu hususta İbn-i Hacer, Kitabül Kebair günah diye bir kitap yazmış. O kitabın başında ilkin kalbi günahlardan bahsediyor. Kitapta hased, kibir, hırs, şehvet gibi  bir dizi  67’ye ulaşan kötü hallerden bahisle diyor ki; neden bunları ilk evvela sıraladım derseniz, bunların çok daha tesiri fazla ve diğer günahlara sebep olacağından ötürüde onun için. Malumunuz yeryüzünde ilk işlenen günahlara önderlik eden şeytandır. Şeytanı bu hale düşüren baş faktör neden kibirden başkası değil elbet. Zira Resulüllah (s.a.v.) “Gönlünde zerre miskal kibir olan kişi Cennet’e giremez” buyuruyor. Tabii bu husus Resulüllah (s.a.v.)’e şöyle soruluyor:

“- Ya Resulüllah, bir insan güzel elbise giymek, güzel ayakkabı giymek istiyor. Bu kibir midir?”

Cevaben buyuruyorlar ki:

“-Hayır, bu kibir değil. Asıl kibir insanları hor görmek ve hakikati kabullenmemektir.”

Evet, Şeytan da nasıl ki Allah’tan gelen emri kabullenmedi ve gurura kapıldı, aynen öyle de bir başkasını hor görmek de kibire yol açacağı muhakkak..

İkinci günah Habil-Kabil kavgasında gizli. Bu durumun baş sebebi de hiç kuşkusuz hasetten ileri gelmektedir. Peygamber (s.a.v.) hased hakkında ise şöyle beyan buyurur: “Ateşin odunu yok ettiği gibi hased de hasenatı mahveder.”

Dikkat ettiyseniz  kibir ve hased dedik hep, tabii ki dahası var, yani daha pek çok günah çeşitleri var elbet. Sonuçta hangi günah çeşidi olursa olsun tüm günahların izale yolu, tasavvuf yolunda nefsi tezkiye etmekle mümkün.

Bakınız, Gavs Hz.leri benim ilk mürşidim ve ilk üstadımdır. Seyda Hz.leri ile ilim yoluna birlikte çıkmışım, okumuşum ve ders almışım. Bir alim olarak bu yola ilk koyulduğumda hased, ucub, kibir gibi mevzulara vakıftım ama, bir türlü içimi temizleyemiyordum. Bu niye böyle oluyor diye  kendi iç dünyamda sorgularken  bir gün mübarek bana buyurdu ki; işte kibir böyledir, hased böyledir, şu böyledir falan diye. Ben de o arada dedim ki:

-Kurban, eğer ben kendi nefsimi islah edebilseydim, size gelmeye ne gerek vardı ki.

Malum Gavs Hz.leri hem Arapça’yı hem de Farsça’yı çok mükemmel bilirdi. Bunun üzerine bana cevaben Arapça  şöyle tabir ettiler:

“-İşaretül tasarrufil mürşidi fil mürid-i et-teslim’’ Yani “Bir mürşidin müride tasarruf olmanın şartı teslim olmaktır” diye buyurdular.

İşte o arada her ne oluyorsa Cenab-ı Allah (c.c) lutfetti, o himmet etti, sanki kalbim onun elindeymişcesine  dedim ki:

“Kurban buyur kalbim sana teslim.”

Şimdi bu gerçeklerden hareketle olur ya, yinede bir insan düşünün ki Seyda Hz.lerinin kapısına varıp markadı ziyaret etmesine rağmen yine de hiç bir fayda görmedim diyorsa, biliniz ki bu durumun  kapıyla hiç bir alakası yoktur, bizatihi kendisiyle ilgili bir durum. Yani kapıya tam manasıyla teslim olmamanın bir neticesidir. Bizatihi kendim bu kapıya tamamıyla  teslim olunca da elhamdülillah o günden bu yana kalbi hastalık nedir bilmiyorum. Allaha şükür hased, kin ve kibir nedir bilmiyorum. İşte tasavvufun en büyük faydası budur. Kaldı ki, tasavvufun kaynağı ilahi vahiy’dir. Ayrıca Resulüllah (s.a.v.)’in de manevi medresesidir. Tasavvuf asla mecusilerden, feylezoflardan ve sonradan gelen bir müessese değildir.

Bakınız Kur’an-ı Kerim’e birçok ayetler ameli konulardan, bir çok konular imandan, birçok konular da nefsin tezkiyesinden (ahlaktan) bahseder. Bu yüzden tasavvufun tek gayesi ahlaktır. Hatta tasavvufun hepsi ahlaktır dersek yeridir. Kim ahlakta üstünse onun tasavvufu  daha  fazladır diyebiliriz.

Tasavvufun ikinci anlamı ise, Cenab-ı Mevlanın (c.c) işaret ettiği:

İbadet etmek, kulluk etmek ve devamlı Cenab-ı Allah (c.c) beni görür, beni kontrol eder, beni müşahade eder düşüncesiyle amel etmektir. Amel edincede  Allah (c.c.)’ın bütün mahlukatına şefkat gözüyle bakıp  hiç kimseye kin beslememek, hiç ayırım yapmamak ve hiçbir tefrika içine girmemek diye tabir edeceğimiz tasavvufi ahlak olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir gün insan kisvesine bürünmüş halde  gelen Cebrail (a.s), Resulüllah (s.a.v.)’in meclisi şerifinde yanına sokulup sorduğunda her bir soruya sırasıyla şöyle cevab alıyor:

Birinci soru:
- İslam nedir?
Rasulüllah (s.a.v.) cevaben İslamın beş şartını beyan ediyor.

İkinci soru: 
- İman (akaid) nedir?
Resulüllah (s.a.v.) cevaben imanı beyan ediyor.

Üçüncü soru:
- İhsan nedir?

Resulüllah (s.a.v.) cevaben :
“İhsan, huşu üzerine Allah’ın huzurundayken, bir şey tasavvur etmeden Allah’ı görür gibi ibadet etmektir” diye buyurur ki, tasavvufta buna murakabe hali denir. Tabii bu soru cevap ilişkisinde  en son Hz. Resulüllah (s.a.v.) sahabesine dönüp “Bu gelen kimdi biliyor musunuz, Cebrail’di elbet, dinimizi öğretmek için gelmişti.” Üstelik  bu hadisi Hz. Ömer (r.a) rivayet ediyor. Yani, hadis meşhurdur ve bütün hadis kitaplarında mevcut. İşte burda en can alıcı nokta  budur.

Evet, Cebrail hem İslam’ı, hem imanı, hem de ihsanı sordu. Malum İslam, zahiri amel, namaz, oruç, zekat, hac, ukubat ve muamelat üzerine kurulu.. İmansa akaidin temeli, yani insanın kalbindeki tevhid meşalesidir, buna  amentü ve Resulüllah (s.a.v.)‘ı tasdik ve iman etmekte dahildir. İhsan ise tasavvufta murakabenin adıdır. Nitekim ihsan ismi ilk defa Hicret’in 150. senesinde Ebu Haşim Sofiye nispetle verilerek tasavvuf denilmiştir. Kaldı ki tasavvufa sırf isim olarak da bakamayız, bunun yanısıra hakikatına baktığımızda ilahi vahye dayanmakta ve müessiri ilahi vahiydir. Besbelli ki Allahü Zülcelal İslam ve imanı beyan ettiği gibi  tasavvufu da beyan etmiştir.

Seyda (k.s) şeyh olmanın ötesinde aynı zamanda alimdi. Üstelik hem anne hem de baba tarafından Seyyid de.  Yani evlad-ı Resuldür. İşte bu tespiti yaptıktan sonra, şimdi gelelim ahlaki yönüne. Malum, ahlak nedir diye tarif ettiğimizde karşımıza iki ana başlık çıkıyor:

- Fıtri ahlak (doğuştan ahlak)
- İhtiyari ahlak (sonradan kazanılmış ahlak) diye.

Hiç kuşku yoktur ki Seydamız (k.s)’ın ahlakı  birinci başlıkta gizli, yani fıtri ahlaktı, üstelik sima bakımından da  Resulüllah (s.a.v.)’e çok benziyordu. Düşünsenize daha Gavs (k.s) hayatta iken  Haci Efendi adında bir sofi geldi:

“- Kurban ben rüyamda Resulüllah (s.a.v.)’i gördüm ve şu senin büyük oğluna çok benziyordu” deyip bunu tasdik ettirmiş bile. 

Gavs (k.s)  ilim, ahlak ve fazilet timsali  bir alim şeyhti. İşte böyle bir zatın terbiyesi altında yetişen Seydamızın (k.s) kamil ahlak sahibi olması gayet tabiidir. Keza hizmetkarlık yönü de öyleydi. Dile kolay babasının hayatı boyunca sürdürdüğü irşad süreci içerisinde dergahın  tüm hizmetleri onun omuzları üzerineydi. Hakeza dergaha gelen tüm misafirlerin hizmetine de o koşturuyordu. Peki ya alimliği? Şüphesiz deniz gibiydi. Seyda Hz.leri üzüntülerini bile içinde tutup, dışarıya güzel ahlak verirdi. Ne kadar sıkıntı varsa, ne kadar hizmet varsa, bütün herkesin derdini içinde saklayıp, hemen herkese karşı merhametli, şefkatli bir tavır sergilerdi. Değim yerindeyse  toprak gibiydi. Nasıl ki her çeşit kirli madde toprağa atıldığında topraktan binbir türlü reha güzel ürünler çıkar ya, aynen öyle de Seydamızın hal ve tavrına bakanda güzel haslet sahibi olurdu. Hiçbir şeye bağlılığı yoktu. Mesela kendisi zengin bir aileden olduğu halde yemeği kendi hazırlardı veya ne hazırsa onu yerdi. Evinde günde bir sefer çay yapılıyor, haftada bir sefer çay içer, hiçbir şeye bağlılığının olmadığını müşahede ederdik. Hatta şu yemek, bu yemek demez, üzerinde tıpkı  Resulüllah (s.a.v.)’in fıtri ahlakı mevcuttu. Şefkat desen o da tüm insanlara şamildi zaten. Tabii bunun bir istisnası vardı ki, Gavs (k.s) Gadir’de irşat yaptığı günlerde bir gün Seyda Hz.leri ile birlikte beraber Nurşin’e taziyeye gittik. Dönüşte bir arabadan indik, akşam namazını kıldıktan sonra yayan köye doğru yürürken, tabii yolda konuşuyoruz. O arada Gavs (k.s) zamanında çok sağlam bir sofi ve seyr-i süluku bitirmiş, fakat daha sonra ondan sadır alan bazı hareketlerden dolayı Gavs (k.s.)’ın tard ettiği bir Hacı Efendi vardı. Ben de bunu Seyda Hz.lerine yolda hatırlatıp şöyle dedim:

“-Kurban, biz size devamlı geliyoruz, nereye gitsem Gavs, beni seninle gönderiyor, senden ayrılamıyorum. Fakat size sorum şudur ki: İşte bu adam seyr-i sülukunu bitirmiş, senelerce amel etmiş, üstelik yaşı da ilerlemiş durumda. Sonradan  bizimde başımıza aynı şeyler gelmesin.”

Bu sualim üzerine Seyda Hz.leri şöyle der:

“- Yahya, insanın yapmış olduğu hata iki kısımdır. Zaten kimse hatadan masum değildir. Peygamberlerden başka kimse masum değildir ama hata eğer nefisten değilse insan bir yanlış davranışta bulunduğu zaman, sonra hatanın farkına varıyor, tevbe ediyor, pişman oluyorsa Allah affediyor ve bir şey olmuyor. Fakat eğer yaptığı hata kibirden ve nefisten gelirse farkına varırsa da o kimse pişman olmaz ve sadat da affetmez. Tabii bu dediğin adama ben bizzat babamdan habersiz yanına gittim. Ona acıdım, haline acıdım. Ayağına giderek, hatır ziyada bulundum. Çünkü haline acımıştım. Üzülerek söylüyorum ki, hiç pişmanlık ve nedamet duymadığı gibi  pes etmedi de. Eğer pişman olsaydı, babama gelip ricada bulunacaktım. Onun hatasından dönüşüne vesile olacaktım. Demek ki o adamın Gavs’a kabahati olmuş ki Gavs (k.s) tard etmiş.”

İkinci şefkat, vefatından 15 gün evvel Afyon’da beraber idik. Seyda Hz.lerine bir gün sordum:

“- Kurban buranın havası nasıl size iyi geliyor mu, hoş mu?” Cevaben dedi ki:
“- Tabii, çok hoş. Burası yaz, Menzil’de yazın çok yakıcı, çok sıcak havası var. Fakat şunu ifade edeyim ki, yine de üzgünüm, çok üzülüyorum.”

Bu cevabın üzerine:
“- Neden Kurban hayırdır?” dedim. Buyurdular ki: 
“- Buraya gelen misafirlere birşey ikramda bulunamıyoruz. Baksanıza ne çorba, ne yemek, hiç birşey ikramda bulunamıyoruz. İkramda bulunamadığımız için çok üzülüyorum. Uzaktan geliyorlar, aç gelip, aç gidiyorlar. Neyse ki burası yapıldı, bitme aşamasında, inşallah önümüzdeki seneye gelen misafirleri yemeksiz bırakmayız.” İşte, bu ifadelerdende anlaşıldığı üzere şefkati son derece doruk noktadadır.

Seydamız (k.s.), ayrıca bütün işlerde mutedil üzereydi. Yani ifrat ve tefritten çok kaçıyordu. Herşeyde mutedildi. Mutabaat ve ibadetinde de öyle olup Resulüllah (s.a.v.)’in sünnetine uygun davranırdı. Hatta ayakkabı giyerken, camiiye girerken, camiiden çıkarken, hiçbir hal ve davranışında Resulüllah (s.a.v.) neyse, Seyda (k.s)‘ın da mutabaatı da fıtri olmuştur hep. Mesela yine Seyda (k.s)‘ın Çanakkale’ye gidişi Resulüllah (s.a.v.)’e mutabaattır. Yani hicret istemediği halde memleketinden ayrıldı. Hatta memleketimizin büyük bir alimine sofinin birisi gidip; Seyda’mız gitti biz başsız kaldık falan diyor. İlginçtir o alim şu cevabı veriyor:

“Sofi sen ne diyorsun. Zaten Seydamız da bu eksik idi, bu da tamamlanmış olud.” Yani Resulüllah’a mutabaatlarında bir bu eksik kalmıştı, böylece bu da tamamlanmış oldu diyor.

Seyda (k.s.)’ın en önemli hasletlerinden bir yönü de hiçkimsenin hakkında şikayet ve hüküm vermemesiydi. Bu çok önemliydi. Tahkik etmeden, araştırmadan hüküm vermezdi. Hatta bir seferinde:

“Kurban, korkuyoruz, bazı yanlış şeyler söyleriz” diye. Cevaben buyurdular ki:
“- Endişelenmeyiniz, inşallah böyle birşey olmaz” diyerek bizlere teselli vermeyi ihmal etmez de.

Seyda (k.s.)’ın ibadeti daimi idi. Resulüllah (s.a.v.)’in ibadetine mutabaatı her halükarda tamdı. Her mevsimde sadatın gece 11 rekat namazı vardı ki, teheccüd namazıdır bu. Ayrıca günde bir cüz Kur’an-ı Kerim okumak, ayrıca sünnet-i müekked ve kuşluk namazı vardır. İşrak, tan doğuşuyla güneşin doğuşu arasında ibadetle geçirmek de daimi ibadeti idi. Her gece teheccüd namazı kılmak gibi. Tabii onlara özel olarak birde  bazı evradları vardı. Kaldı ki  devamlı insanlarla meşgul olduğu için de  ibadeti daimi sayılırdı. İbadeti daimi olduğu için de “Onlar her halükârda Allah’ı zikretmiş oluyor.” Malum, bu zikir dil ile değil kalbi zikirdir. Yani zakir olduğundan, kalbi zikirle de ibadeti daimi olmuş oluyor. Gerek Gavs (k.s.), gerekse Seydamız (k.s) zaman zaman kalbi zikin çekenlerin kalblerini test ederdi. Yani kalplerin böyle zikir yaptığını, ses duyduğunu, hatta bazılarının kalbine Seyda’mızın elini koyarak test eder, hatta biraz ağrıları olanları gördük. İşte bu zikir bu yüzden daimidir. 

Onlar kuşluk namazını kıldıktan sonra ancak o zaman istirahat ederler di. Diğer vakitler taat ve daimi ibadetle meşgullerdi.

Şuda var ki, Menzil’de ibadetin yanısıra, Allah (c.c) için hizmet de esastır. Allah’a (c.c) muhabbet, Allah’ın (c.c) mahlukuna şefkat bu bakımdan geliyor. Bizlere birgün misafir geliyor, ikinci gün geliyor ve üçüncü gün de misafir geldiğinde huzursuz oluyoruz. Tabii bu bizim zaafımız, besbelli ki  Allah dostlarına günlerce devamlı gelen misafirlere şefkat göstermeleri ve her türlü ikramda bulunmaları vazife olmuş. Bunu ta Gavs (k.s) zamanından beri müşahede ettim de. Düşünsenize Gavs (k.s.) misafirleri az olduğu zaman başım ağrıyor diye şikayette bulunurdu. Seyda’mız da aynı titizliği devam ettirdi. Bu kadar gelen misafire ikramda bulunmak aslında kolay bir iş değil, hakikaten burada büyük bir keramet de var. Çünkü gelen mahsulatı, bu giden mahsulatla karşılaştırdığımız zaman, çok büyük hikmetler gizli. Hele  bunca misafire yemek vermek, yetmedi yemekle beraber herbir misafirin cebine birkaç ekmek koyarak memlekete götürmelerini de hesaplarsanız, akıl sır erdiremezsiniz. Şahsen ben gittiğim zaman 10 ekmekten aşağı getirmiyorum. Hatta bir miktar çantamızda getiriyoruz ki müslümanlara faydamız olsun. Cenab-ı Mevlam (c.c)’ın büyük bir bereketi ve lütfu olmazsa bu kadar ekmek yetiştirmek  ne mümkün. Bütün bu hizmetler bir aşkın semeresi, aşkla, muhabbetle, canla ve başla o ailenin efradı olarak en fazla hizmet onlardan geliyor. Ondan sonra oradaki hizmetçiler devreye giriyor. Seyda Hz.lerinin bizzat Gavs (k.s) zamanında defalarca çorba taşıdığını gördük, müşahade ettik ve Gadir’deki değirmen de akşama kadar çalıştığını gördük. İşte Rıza-ı Bari demek  insanlara, müslümanlara hizmet etmek demektir. Hakeza  aile efradı da öyle idi. Nitekim annelerimiz de öyleydi. Seyda Hz.lerinin ailesi ve annemiz şimdi yaşlanmış durumdalar, herhalde  daha eskisi kadar hizmet  yapamayabilir, fakat zamanında çok büyük bir hizmette idiler. Gavs Hz.leri hayatta iken en fazla hizmet Seyda’mızın ve ailesi üzerine binmişti. Ve Gavs (k.s.)’ın şeyhliği de onların yardımıyla idi. Tabii bunların hepsi ilahi aşk, ilahi muhabbet ve Allah için çalışmakla oluyor. Zaten Allah’ın muhabbeti olmazsa, insan bu kadar hizmeti bir arada mümkün değil yapamaz. Yani onca hizmete can dayanamazdı. Seydamız (k.s) hem  kâmil, hem mükemmil bir zattı. Nitekim bu özelliğini halifelik zamanında alması da önemli bir husustur.

Malum Allah’ın (c.c) nimetleri namütenahidir, saysan bitmez ve mahluklara olan nimeti çok fazladır.  Bakın Cenab-ı Allah (c.c.) bu hususta  “Allah’ın nimetlerini tek tek saymak isteseniz de biliniz ki fert fert birincisini dahi sayamazsınız” buyuruyor. Bu nimetleri iki kısımda mülahaza edebiliriz:
Birincisi dünyevi nimet, ikincisi uhrevi nimettir.

Allah (c.c.) dünyevi nimmetlerinde dost, düşman, Müslüman ve kâfir ayırmaksızın  herekese veriyor. Mesela bu zahiren göz, kulak, insan olmak gibi nimetler herkese vardır. Fakat uhrevi nimet öyle değil, Cenab-ı Allah (c.c)  sadece dostlarına vermiş, düşmanlarına vermemiştir. Dünyevi nimeti hem dostluna hem de düşmanına veriyor. Hatta dünyevi nimetlerden belki düşmanlara daha fazla vermiştir. Nitekim, Cenab-ı Mevlam (c.c.) “Kafirlerin zengin zengin dolaşmaları lüks hayat yaşamaları sizi aldatmasın. Onlar geçici bir hayattır. Sonra onların yeri de Cehennem’dir ve en kötü yer de burasıdır” buyuruyor. Seyda’mız (k.s.)’ın maksadını hakiki manada Allah bilir. Vefatına yakın “Nimetler” konusunu veda  hutbesi mesajında ifade etmesi çok büyük önem taşıyor. Müslüman olmak, insanın ebedi hayatını kurtardığı için İslamca yaşamak çok önemlidir. Tefrikadan da kesinlikle kaçın diye de tavsiye etmiştir.

Malumumuz İslam iki anlamdadır. Allah-ü Teala’ya tamamıyla inkiyad ve itaat anlamında, bir diğeri de barış ve sulh içinde olmaktır. Peygamber (s.a.v.) bu ikinci konuda “Müslüman kime denilir” sorusuna “Müslüman elinden ve dilinden insanların hatta hayvanların hatta eşyaların emin olduğu kişidir” cevabını vermiştir. Yani herkesle barışmak, hatta Resulüllah (s.a.v.) gayri müslimlerle bile barış içinde bulunmamızı tavsiye etmişlerdir. Ve: “Kim bir ecnebiye eziyet ederse (içinizdeki bir hıristiyana, bir yahudiye eziyet ederse) kıyamet gününde bu hususta tek davacı benim” buyurmakta.

İkinci nimet malum, Peygamberimiz bütün kainatın efendisi. Bizzat Cenab-ı Mevlam (c.c) buyurmuş: “Yeryüzüne gelen ümmetin en sevgilisi sizsiniz.” Yine Allah (c.c.) “Sizi en hayırlı ümmet kıldık, bütün insanlara kıyamet günü şehadet ederseniz” diye buyurmaktadır. Hasan (r.a.) “Bizim başka ümmetlere faziletimiz bakımından kâfiliği Resulüllah istemiştir.” O Resulüllah’ın söylemesidir, o bize kâfidir. Yani başka ümmetlere fazileti kâfidir. Resulüllah (s.a.v.)’in ümmeti olmak daha fazla değer kazandığımızdan dolayı en büyük nimet oluyor ve bunu da Seyda’mız (k.s) bütün insanlara , bütün müslümanlara hususi bütün sofilerine tavsiye bırakmıştır ki:

Madem ki bizim şerefimiz Resulüllah’ın (s.a.v.) ümmeti olmaktadır, o halde Resulüllah’ın yolunu bırakmıyalım.”

Resulüllah (s.a.v.) değil kendi dostlarına, kendi düşmanına dahi beddua etmez, dua ederdi. Malumunuz Resulüllah (s.a.v), Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza (r.a) şehid olmuş, yine de “Allah’ım o kavme hidayet ver. Onlar bilmiyorlar” diye duada bulunmuştur.

Seyda (k.s) yine hepimize bir mesaj bırakmış ve vefatına yakın olarak da:

“Eğer gerçekten siz kurtuluş yolu arıyorsanız Resulüllah’ın yolunda olun. Çünkü biz onunla müşerref olduk, şerefimizi ondan aldık” beyan buyurarak bu şekilde ikinci nimetin önemini ortaya koymuştur.

Üçüncü nimeti Seyda’mız (k.s.), ahir zamanda az amelle çok kazanç elde edilebileceğini vurgulayarak çok kârlı ticareti ortaya koymuştur. Resulüllah (s.a.v.) demiş ki: “Fesâd-ı ümmetim zamanında benim sünnetimi yapan, benim yolumu takip eden yüz şehidin ecrini  sevabını kazanabilir.” Yani az amelle, çok büyük kazanç olduğunu, Seyda’mız (k.s) o bakımdan demiş. Bu zamana gelmemiz az bir amelle çok fazla kazanç yapıyoruz ve malumunuz kıtlık anında ne kadar ekmek kıymetli ise, şu zamanda taat da o kadar kıymetlidir. O yüzden Seyda Hz.leri buna işaret etmiştir.

Seyda (k.s.)’ın icazeti zamanında , Gavs’a (k.s) hem vefa borcu hem de onun oğlu olarak ameli bitirmiş, seyr-i sülukunu tamamlamış ve sadatların işaretleri gelmiş, fakat Gavs’ın mürşidi olan Şah-ı Hazne’nin oğlu Şehabeddin’den birinci isteği, onun istişaresiyle oğluna halifelik vermekti. Sene 1968’de Şehabeddin köye gelmişti, biz de onun ziyaretine gittik. Gavs (k.s) durumu Şehabeddin’e anlattı, böyle bir durum var diye. Şehabeddin oğlunu çağır gelsin görelim, öyle konuşalım. Gavs (k.s) adam gönderdi. Seydamız geldi. Bir ikinci gün Seydamız kaldıktan sonra, Şehabettin şöyle buyurdu:

“Bunun hakkı çoktan gelmiş. Bunu sen tehir etmişsin, hele şükür ki  Raşid’i görmüş oldum. Ülhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah, artık gözüm arkada kalmaz. Şu ana kadar ben amcamı çok düşünüyordum. Dedim ki, amcam yaşlıdır, eninde sonunda irtihal edecek. Acaba onun cemaatı çok, müridleri çok, onun yerine bakacak birisi olacak mı? Sonra Raşid’i görünce, artık kanatim odur  ki, sizden sonra da o iş devam edecek” dedi.

Alimlerin bir sözü var, kendinden sonra halife bırakan kişi ölmemiş sayılır ve ümidimiz o dur ki inşallah bu  kapı kıyamete kadar devam edecektir.

Gavs (k.s.)’ın vefatından sonra hem Gavs’ı elimde yıkadım hem de Seyda’mız (k.s.)’ı yıkadım. Fakat Gavs (k.s) benim ilk mürşidim olduğu için, ağladım, üzüldüm, derken kendimi kaybetmiş oldum. O arada Seyda’mız geldi ve ben onu görünce toparlandım. Dedi ki:

“Yahya, Cenab-ı Mevla (c.c) hadisi kutside demiş: “Benim kazama rıza göstermeyen yerini talep etsin” onun için bizim yapacağımız birşey yok.”

Ondan sonra da Gavs (k.s.)’ın vefatında mezarı üzerinde herkes dehşetli bir halde, tabii bu durumda Seydamız dönüp  bana:

“Bu benim babam değil, herkesin babasıydı. Fakat bu Allah’a kavuştu. Eğer siz bunun yaşamasını istiyorsanız, onun gittiği yolda devam edin, o yola girin.”

İşte tavsiyem o dur ki, kim Seyda (k.s.)’ını seviyorsa onun yoluna devam etsin. Böylece  onun tuttuğu yola devam etmekle onu yaşatmış oluruz.”