İki Tatar kızı, iki Bayburtlu, iki müthiş kaçış öyküsü...

Bireyci felsefeyi savunan Amerikalı düşünür Ralp Waldo Emerson “Tarih yoktur, biyografi vardır” diyor. Biyografi yani yaşam öyküsü… Bu yaşam öyküleri ya da anılar, tarihe belge kadar, hatta kimi zaman ondan daha çok katkıda bulunurlar. Çünkü belgede gerekli bilgi vardır yalnızca, ayrıntı ve duygu yoktur, insanlık halleri yoktur.

Abone Ol

Bireyci felsefeyi savunan Amerikalı düşünür Ralp Waldo Emerson “Tarih yoktur, biyografi vardır” diyor. Biyografi yani yaşam öyküsü… Bu yaşam öyküleri ya da anılar, tarihe belge kadar, hatta kimi zaman ondan daha çok katkıda bulunurlar. Çünkü belgede gerekli bilgi vardır yalnızca, ayrıntı ve duygu yoktur, insanlık halleri yoktur.

İşte tam burada edebiyat girer işin içine. Yaşam öyküsü ya da özyaşam öyküsünü roman ya da öykü biçiminde sunduğunuzda belleklerde daha çok yer eder, daha çok merak ve ilgi uyandırır. Bu ilgi, ulusal bilinci geliştirir, tarih ve coğrafya anlam kazanır o vakit, coğrafya geçmişte olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde “vatanlaşır”. Ve tarih, vakalar yığını olmaktan çıkarak felsefesiyle, neden sonuç ilişkileriyle, geleceğe dönük akıl yürütmelerle gelir gündeme.

Bu girizgâhın nedeni, bir anı-romanla, bir roman…

Önce anı romandan söz edelim. Romanın adı: “Ters Akıyordu Volga” (Dünya Yayınları) Yazarı: Hatice Alptekin… Cumhuriyetle yaşıt bir Hanımefendi… Babası Bayburtlu Tufan Çiloğlu, annesi Kazan Türklerinden (Tatarlarından) Zarife Hanım. Tufan Çiloğlu, 1914 Sarıkamış Muharebesinde tutsak düşüyor Ruslara. Tutsaklık bitiyor bir gün, bitiyor ya, dönemiyor yurduna. Yerleşiyor bir Türk köyüne, adını değiştirip Osman Naci Yusupov oluyor. Okumuş bir insandır Tufan Bey, hocadır. Köylüler seviyorlar onu öğretmen ediyorlar, bununla da yetinmiyorlar evlendiriyorlar da.

Fakat yazarın da dediği gibi “Bilinmez ki önceden yarınlar ne gelir/Durdur, o sana doğru giden kervanı durdur.”

Bolşevik Devrimi, Din Adamı avına çıkıyor. Bayburtlu Tufan Hoca’da alıyor bundan nasibini. Tutuklanıyor. Eşi Moskova’ya dek gidip onun aslında bir Osmanlı Türk’ü olduğunu ispata çalışıyor, Türk Konsolosluğu'nu sokuyor devreye, başarıyor sonunda. Hoca serbest kalıyor. Kalıyor ya, rahat yüzü yok. Her an diken üstündeler. 1932 yılında karar veriyorlar evcek göçecekler Türkiye’ye. Samara’da elektriği ve birçok konforu bulunan evlerini bırakıp serüven dolu bir yolculuğa çıkıyorlar. Samara nere, Bayburt nere… Türkiye düş kırıklığı onlar için, o yılların Bayburt’u katmerli düş kırıklığı. Sefilleri oynamaktalar… Hoca işsiz, tüm yük eşinin omuzlarında, horoz şekeri yapmayı biliyor, iyi ki biliyor, o şekerler onların hayatını kurtarıyor.

O yılların Bayburt’u… Halk çalışkan, dürüst, egosu olmayan insanlar, lakin savaş ve muhacirlik yaman bükmüş belleri… “Ciltli tarih kitapları gibiydi o yılların insanları” diyor Hatice Alptekin.

Ve Çoruh… Kâbus… Azıcık kabarmaya görsün sel alıyor Bayburt’u.

Sonra sonra, 1940’da Galer mahallesine resmi imam olarak atanıyor Tufan Çiloğlu Aydın, geniş görüşlü ve yazarın deyimiyle “Allah’ı sevdiren bir Hoca.” “Yoksul mahallelerde cenneti düşlemenin zamanı geçti… Yakılmış yıkılmış yerleri cennete bizler çevireceğiz, işte ibadet budur” dediği için olacak “Tango Hoca” diyorlar Bayburtlular ona. Hatice Alptekin, o yılları şöyle özetliyor: “Birkaç yıl içinde birkaç asrı yaşamış gibiydik… Ailemizin bütünlüğünü mazideki depremlere borçluyuz.”

Bu kitaba Yaşar Kemal önsöz yazmış, bu da kitabın değeri hakkında bir fikir verir elbet.

Kitapta Bayburt’un Cumhuriyet döneminde geçirdiği evrelere dair son derece değerli bilgiler var. Eserin kurgusu kronolojik değil, bu da romanı daha sürükleyici ve heyecanlı yapıyor. Geçenlerde milliyetçi olarak bilinen bir televizyon kanalında bir allame (!), gençlere Ayaz İshaki’nin “Üyge Taba” romanını tavsiye ediyordu. Bu romanı bendeniz 1969 yılında okumuştum. Hatice Alptekin’in bu romanı, konu itibariyle ona benziyor ama ondan fersah fersah ileride. O tavsiyeci, “Ters Akıyordu Volga”yı bilse, bana hak verirdi.

Hatice Hanımefendi, bölüm başlarına dizeler yerleştirmiş, böylece roman salt bir anlatı olmaktan çıkıp denemeye evrilmiş. İşte bu dizelerden bir demet: Düşmanı hesapta dostu azapta/Gör de sen kendi yerini sapta/Ödül beklemeden iyilik yap da/Gör ki gönlün nasıl şad olur”

Bu kitap bu kadar değil… Okumak gerek, daha neler var neler…

Hegel doğru demiş, bu kitapla bir kez daha anladım, “Tarihe tanıklık tarihin özü…"

Koca Yusuf’u herkes bilir hakkında çok yazılmıştır, çok konuşulmuştur, Türk Güreş Tarihinin önemli bir bölümüdür Koca Yusuf.

Peki ya Kara Yusuf… Onu Bayburtlu bile tam bilmez…

Rahmetli babam güreşçileriyle ünlü Erzurum’un Tortum ilçesinde görevliyken, o yılların yaşlı pehlivanlarından komşumuz Raif Dayı’ya sormuştu Kara Yusuf Pehlivanı. Raif Dayı “Gördüm, tanıştım, hikâyesini de bilirim, fakat o Türkiye’de güreş tutmamış, burada o kadar meşhur değildi” dedi. Bu “deme” çocuk belleğimde yer etti.

Etti ya, işte o kadar… Kara Yusuf hakkında yazan olmadı yıllarca, dillerde kaldı yalnızca.

Birkaç yıl önce duymuştum bir roman yazıldığını, okumak bu yıl nasip oldu (bayağı gecikmişim aslında, benim gibi okuma oburu bir adam için büyük ayıp.)

Kitabın yazarı: Muhlis Aydın, BKY Yayınları’ndan çıkmış.

Yazar, Yusuf Pehlivan’ın ya da diğer adıyla Abustalı Bekir’in gezdiği yerler hakkında ayrıntılı ve ilginç bilgiler edinmiş ve bunları anlatıma katmış, bu da romanı zenginleştirmiş. Sözgelimi bendeniz Azerbaycan’ın tarihine, coğrafyasına, edebiyatına bunca meraklı bir adamımdır, onca yazmışımdır, kaç kez gidip görmüşümdür oraları, fakat Muhlis Bey’in Karabağ’a dair anlattığı anekdotları ilk kez duydum ve çok sevdim. Birini size de aktarayım. Karabağlı Deli Memmet Pehlivan’la Memmed’in yurduna gidiyorlar. Yolda bir köylüye rastlıyorlar. İlginç bir öyküsü var köylünün. Evden bir kazı alıyor satmak üzere pazara götürecek, parasıyla da tuz alacak, çünkü tuz bitmiş evde “arvat duz ister”. Yolda mola verip namaza duruyor, kazın feryadıyla namazı bozuyor, bakıyor ki bir kurt kapmış kazı götürüyor, ateş edip kazı almış elinden ya, kaz ölmek üzere, mundar olmasın diye kesiyor. Sonra da kara kara düşünüyor “Neyleyecek indi?” Deli Memmed Pehlivan diyor ki, “Bu olanları bir hoyratla dillendürürsen, kazı satın alaram”. Meğer köylü ustasıymış hoyratın, demiş ki:

Kaza kaldı
Namazım kaza kaldı
Ne kurt nasibin yedi
Ne dünya kaza kaldı

Muhlis Aydın, Kara Yusuf Pehlivan’ın Rusya hayatını pek güzel öykülemiş. Batum’dan Kırım’a, oradan Odesa’ya ve Petersburg’a kadar gidip Rusya şampiyonu olmasını merakla ve övgüyle okuyorsunuz. Burada da bir Tatar Kızı var, adı Mine. O Yusuf’u, Yusuf onu seviyor tertemiz bir aşkla.  Yazarın deyimiyle Yusuf’un gönlü gidip Bayburt Kalesi olmuş.

Bu Yusuf’un yazgısı da Hatice Alptekin’in babasının yazgısına benziyor bazı bakımlardan. O da evleniyor bu Tatar kızıyla. Onları da olumsuz etkiliyor Bolşevik Devrimi. Mine’nin ailesi darmadağın ediliyor. Onlara da göç gözüküyor. Nereye? Elbette Türkiye’ye. O konfordan yoksul Bayburt’a. Kara Yusuf’un köyü Abusta’ya vardıklarında Mine’nin düş kırıklığı ayyuka çıkıyor “Beni buralarda süründürme de ne yaparsan yap" diyor eşine. Roman da bu sözle bitiyor. Bence bitmemeliydi, Hatice Alptekin gibi Bayburt’ta çekilenler yazılmalıydı ki, o yıllarla bu yılların farkı daha iyi anlaşıla, Cumhuriyet’in neler devralıp neleri başardığı biline de bazı nankörler tarafından inkâr edilmeye.

Son olarak şunu söyleyeyim, her Bayburtlu'ya şu görev düşüyor: Ne yapıp edip Kara Yusuf’u, Koca Yusuf’un yanına koymalıyız.

Haziran 2013