İki kutuplu bakıştan çıkış vakti

Abone Ol
Öteden beri insanlara bakışımız her nedense siyah beyaz ekseninde seyretmiştir. Hâlbuki herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekiyordu. Tabii bunda ‘olduğu gibi görünmeyen göründüğü gibi olmayan’ bukalemun tipleri hariç tutuyoruz, bu yüzden onları olduğu gibi kabul edemeyiz. Zira onlar bukalemunca her tarafa sızan hain tiplerdir. Nitekim onlar Haşhaşileri de aratmayacak derecede aşağı mahlûkatlardır. Her neyse geldiğimiz noktada yine etrafımızda olup bitenlere ya seyirci kalıyoruz, ya da siyah beyaz ekseninde öteki gözlükle bakıyoruz, oysa empati yaparak hüsnü zan bakmaya alışmak gerekti. Aksi takdirde at gözlüğü takma alışkanlığımızı terk edemeyiz. Madem öyle beş parmağı ‘bir elimizi’ tamamlayan ektremiteler görmek varken yaban el görmek niye?  Hele her türden rengi tarih boyunca bağrına basmış Türk’ü birleştirici değer görmek varken ‘beyaz Türk, zenci Türk’ ikilemiyle tasnif etmek niye? Şu iyi bilinsin ki Türk Türk’tür, Türk’ün zencisi beyazı olmaz, bilakis Türk;  Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sı, Roman’ı, Gürcü’sü, Boşnak’ı kardeşçe bir arada yaşatmak için vardır. Zira hepimiz Türkiye şemsiyesi altında bir olmuş unsurlarız.

Şöyle yakın tarihe bir bakalım, görülecektir ki ideolojik kamplaşmalar yüzünden Nazım Hikmet’le Necip Fazıl’ı, Atilla İlhan’la Yahya Kemal’i karşı karşıya getirmişiz. Ve daha nicelerini bu listeye dâhil edebiliriz de. Şayet farklı düşüncelere sahip insanları zenginlik olarak kabul edebilseydik hem Mehmet Akif’i, hem de Tevfik Fikret’i zıt dünyalara itmez, tam aksine Balkan harbinin yaralarını sarmak adına İttihat Terakki üyesi bir platformda ortak paydalarda mücadele verdiklerini görebilirdik. Demek ki farklı görüşlere sahip olsalar da kullanabilecekleri enstrüman veya vasıtalar ortak olabiliyormuş. Dikkat edin vasıta dedik, gaye değil elbet. Aslında meselenin temeline inildiğinde birbirimize tahammül edemeyişimiz söz konusudur. Neyse ki Alparslan Türkeş’in Nazım Hikmet’in kurtuluş savaşı destanı dizelerinden okuması bu konuda bir nebze olsun ön yargıları yıkmaya yetti diyebiliriz. Yeter ki müşterek noktalarda buluşmasını bilelim, işte o zaman ön yargılarımızı silmek çok kolay olacaktır.

Evet, ön yargılar aklın önüne geçince ister istemez ufkumuz kararıp cehalet bataklığına düşebiliyoruz, hatta biranda takım tutar gibi ideolojik saplantılara kapılabiliyoruz. Zira kamplaşma ve kutuplaşma cahil cühelanın işidir. Düşünsenize kutuplaşma hatırı sayılır aydınlarımıza da bir şekilde kenarından kıyısından bulaşabiliyor,  bulaşınca da ortaya özgür bir fikir platformu ortaya çıkmayabiliyor.

İnsanları kimliklerinden dolayı karalamak akıl kârı iş değil elbet. İşte bu yüzden Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in eski Türkiye için söylediği ‘Devlet tarihle, Bediüzzaman'la, Nazım'la barışmalı’ türünden söylemini kayda değer buluyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, farklı düşüncede insanların savundukları fikirlerden dolayı dışlamak cehaletin ta kendisidir. Nazım Hikmet’in komünist olması onun şair yönünü görmemize engel teşkil etmediği gibi Said Nursi Hz.lerinin de muhafazakâr Müslüman kimliği ile ortaya koyduğu Risaleyi Nur hakikatlerini inkâra kalkışmayı gerektirmez. Anlaşılan o ki, eski Türkiye’nin farklı fikir versiyonlara karşı koyduğu kırk dereden kırk su getirir cinsten pek çok engellemeleri söz konusudur. Tabii ki bu durum olaylara hep siyah beyaz ikilemi içerisinde bakan ayrımcı bakışın ortaya koyduğu bir sonuç olup içimizi karartmaktadır. Belli ki tetiklemeye çalışılan bu ayrılık tohumlarıyla her alanda kesin hatlar çizilip çoğulculuğun önüne set çekilmek isteniyor. İşte bu istek arzu doğrultusunda Necip Fazıl sırf İslami kesimin bir şair ve yazarı pozisyonunda kalırken, Nazım Hikmet ise sadece sol kulvarın tekeline terk edilmiş bir şair konuma düşürülmüştür. Oysa her ikisi de toplumun değerlendirmesine bırakılmalıydı. Hadi bundan vazgeçtik diyelim, bir bakıyorsun her iki düşünürde ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranıp eski Türkiye’nin klikleri tarafından dışlanıp çileye tabi tutulmuşlardır. Hakeza; eski Türkiye’de kurumsal bazda da ayrımcılığa gidilmiş, öyle ki kimimiz İmam Hatip Liselerinin varlığından gurur duymuşuz, kimimizde Köy Enstitülerinden haz almışız. Haz alındı da ne oldu, sonuçta her ikisi de eski Türkiye’nin tek tipçi anlayışın hışmına uğramıştır, bu da başka bir açmazımızdır.

Şu bir gerçek, eski Türkiye’de toplum taleplerini göz ardı eden mekanizmaların hukuk dışı kanallarla içimize yerleştirdikleri kriptolar vasıtasıyla kutuplaşmalara zemin hazırladıkları artık bir sır değil. Öyle ki gereksiz satıh üstü ayrıştırmalar yüzünden toplumu gereksiz yere germişlerdir. Bu durumda toplum ister istemez kendi sesinin duyurulması noktasında her türlü çareye başvursa da derhal eski Türkiye’nin o derin koridorlarında hasıraltı edilmiştir. Yani farklı düşünceden pek çok şair, yazar ve çizerin varlığı birtakım çevreleri rahatsız ettiği bir tabloyla karşılaştık. Oysa kökü dışarıda karanlık mihraklar farklı fikir ve anlayışta insanların varlığını zenginlik olarak kabul etse mesele kalmayacaktı. İnsanları iki kutuplu bakış ekseninde tutmak işlerine geliyordu. Bu yüzden hüsnü bakışta neymiş deyip bildiklerini okuyorlardı. Korkunun ecele faydası yoktu elbet, şayet kutuplaşma yerine çoğulculuğu esas alsalardı toplumu rahatlatacaklardı. Madem dünyanın geldiği nokta çoğulcu anlayış üzerine kurulu, o halde toplumun temel dinamikleriyle barışık olmayan içimize sızmış kriptoların bir daha gün yüzüne çıkmaması için kökleri kurutulmalıdır, aksi takdirde ‘Ya devlet başa, ya da kuzgun leşe’ uyarısını yapmaktan başka çaremiz kalmaz. Sonuçta hepimiz bu ülkenin havasını koklamış, aşını yemiş, suyunu içmişiz ve hepimiz aynı gemiye binmişiz de. Allah korusun gemi su alırsa hep beraber batarız, ama gel gör ki kökü dışarıda fosil ve bayatlamış artıklar etrafımızda cereyan eden bir takım oynanan oyunların ve kumpasların farkında değiller. Dolayısıyla gemi rotasında seyretmeli ki güvenli bir limanda demirleyip ötelere kanatlanabilelim.

Ancak şu da var ki, beyin fırtınası yapan her aydınımızın hem yerel değerlerle barışık olması, hem de dünya gerçeklerine ayak uydurmak mecburiyeti vardır. Çünkü bizim köklü tarihi tecrübemiz bunun gerektirir. Yani Selçuklu ve Osmanlıdan miras kalan zengin tarihi birikimimiz bizim irfanımızdır. Dolayısıyla kökü mazide bir gelecek inşa etmek için seferber olmuş aydın ancak baş tacımızdır. Madem köklü tecrübemiz var, o halde eğitim sistemimizi tarihi köklerimizle beslendirip geleceğe yönelik projelerimizle yeniden Nizam-ı âlem olabiliriz pekâlâ. Hele kimliğimizle barışık bir eğitim modeli oluşturduğumuzda ikiliklerin ve kutuplaşmaların kendiliğinden ortadan kalkacağı muhakkak.

Bu arada belirtmekte fayda var, kendi milletini aptal veya göbeğini kaşıyan adam muamelesi gözüyle hor gören sözde aydınların Nobel ödülüne layık görülmesi için gösterilen çabalar eğitim sistemimizin vardığı nokta açısından hazin bir durumdur. Ülkemizde sanki toplumun değerlerine ters düşmekle yabancıların methiyesini alma iyi bir eğitim almış addedilmiş ve moda yarışı vaziyet almış gibi. Oysa halkımız kendi sesine kulak veren aydını bağrına basmak istiyor, asla yabancıya angaje olmuş aydınlara sıcak bakmıyor. Hem niye sıcak baksın ki, Sovyetlerin öncülüğünde Doğu bloğunun 1990’ların başlarında dağılmasıyla birlikte dünyada kapitalizm ve kominizim kutuplaşması sona ermiş durumda. Ama ne ilginçtir ki, Demirperde ülkeleri kutuplaşmadan kurtulurken bizim içimizde beslenmiş bir takım mihraklar ise coğrafyamızda hala kutuplaşma adına elinden geleni ardına bırakmayacak türden tüm enerjilerini bölünmek için harcayabiliyor. Malum bir zamanlar sağcı solcu gibi kutuplaşmalar sahneye konulmuştu. Sonrasında ise hız kesmeyip Alevi-Sünni, Türk-Kürt veya laik-anti laik kutuplaşmalar sahne almıştı. Oysa bu tür senaryoları bozmak adına ayrımcılık eğilimlerine geçit vermeyecek projeler ortaya koymak varken, ya fitne kazanına odun atmakla meşgul olunmuş ya da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın misali seyirce kalarak geçiştirmişiz. Madem hepimiz aynı gemideyiz, o halde bu ayrılık gayrilik neyin nesiydi? Düşünsenize bir zamanlar bizim şemsiyemiz altında her tür insanı bir arada tutmayı başarmış bir millettik, asla ayrılık gayrilik nedir bilmezdik. Sonradan bize bihaller olup hem içerden hem de dışarıdan kendi kuyumuzu kazar hale geldik. Her neyse köprülerin altından çok sular aksa da olan olmuş bikere, şimdi önümüze bakma vaktidir. Artık neydik edip yeniden öz kodlarımızla buluşup gerek kültürel alanda, gerek sosyal alanda, gerek ekonomik alanda oluşturulmaya çalışılan tüm ayrımcı faaliyetlerin bu milletin yarınlarını çaldığının bilincine vararak biran evvel bu kirli oyunlara son verme vaktidir.

Her alanı katıp karıştırmakla dayanışmacı ruhumuzun sekteye uğrayacağı aşikâr. Her ne kadar toplumumuzun hoşgörülü bir anlayışla farklılıkları zenginlik olarak algılaması kutuplaşmalara meydan vermeyecek bir avantaj gibi gözükse de bu arada provokatörlerin her devirde boş durmayacağını da aklımızdan çıkarmamak lazım gelir. Madem öyle insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde homojenlik arzu edenlere karşı çeşitliliği bozmayacak kalıcı bir yapılanma şarttır. Aksi takdirde çokluk içinde birlik sevdamız yerine başıboş ruhsuz robotlar topluluğu manzarasıyla karşılaşırız. Yeter ki, tek tipçi kliklerin ayak oyunlarından sıyrılmasını bilelim, çokluk içinde birliğimizin daim olacağına inancımız daha da tam pekişecektir. Malumunuz tek tipçi anlayış ve siyasi kirlilik insanları kutuplaşmaya ittiği gibi birliğimize ve dirliğimize de zarar vermekte. Zaten çoğulcu anlayıştan bihaber kliklerin bizim birlik ve dirlik içerisinde beraberce kardeşçe yaşamamızdan memnun olmalarını beklemek hayal olur, onlar tek tipçi anlayışa devam ede dursunlar biz yine de Türkiye sevdalıları olarak çokluk içinde birlik için var olmalıyız. Buna mecburuz da. Çünkü tek tipçi klikler kafalarında kurguladıkları şartlanılmış dogmatik görüşlerin tekrar gün yüzüne çıkması için fırsat kollamaktalar. Onlar fırsat kollaya dursunlar bize düşen onların bu kirli emellerini boşa çıkartacak dogmatik örgütlenmeler yerine tarihi kültürel kodlarla barışık çokluk içinde birlik örgütlenmeleri gerçekleştirmek olmalıdır. O halde daha ne duruyoruz, bir an evvel çokluk içinde birliğin önündeki tüm engelleri kaldırmanın derdiyle dertlenip, hep birlikte Türkiye sevdası için teşkilatlanmanın tamda zamanı.

Evet, vakit ‘milletçe el ele, gönül gönüle seferber olma’ vaktidir. Biliniz ki köşeye çekilmekle, balkondan seyretmekle, vakti ziyan etmekle birlik ve dirlik tesis edilemez. Şayet milletin içine karışmakla itibar kaybına uğrayacağını düşünen varsa çok büyük bir yanılgı içerisindedir. Makam ve mevkiler bir yere kadardır, yani geçicidir,  halkıyla hemhal olup arkasından eser bırakanlar ancak nesiller boyu adından söz ettirip gönüllerde taht kurabiliyor. Bakın ne güzelde ifade etmiş Ziya Paşa “İnsan ölür kalır eseri, eşek ölür kalır semeri” diye, aynen öyle de halka yabancı olan her klik asla zafer anıtı (eser) dikemeyecektir.

Her kim olursa olsun cennet vatan Türkiye’mizi cehenneme çevirmeye hakkı yoktur. Güzel vatanımızı daha da bir cazibe merkezi haline getirmek adına mühendisliğe, ekonomistliğe ve askerliğe verdiğimiz önem kadar yerli kültürümüze de önem vermek gerekir. Zira yerli kültür harcımız olmadan inşa edilen her şey içi boş ruhsuz teknik yığınlarından başka bir anlam ifade etmeyecektir. Ruhsuzluk kutuplaşmaya da zemin hazırlayan bir faktördür. Maalesef egemen güçler aşırı maddi menfaatçi olduklarından kültürümüzü dışlayıp daha çok bedavadan para kazanma faaliyetleriyle günlerini geçiştiriyorlar. Hoş doğrusu teknik konularda başarılı olsalar yine gam yemeyiz, bilakis kutuplaşmadan elde ettikleri rantta başarılıdırlar. Oysa maddi menfaat peşinden koşmak zayıf ruhların ortaya koyduğu bir karakter tipidir. Maalesef modern çağın en acımasız buluşlarından sayılan çarpık ideoloji bilmecesi 19. asrın önümüze koyup 20. yüzyılın ikinci yarısında ülkemizi birliğini zayıflatan bir ayrılık fitnesi olmuştur. Artık bunca deneyimden sonra şunu diyebiliriz ki; 21. yüzyılda ideolojik saplantıları toprağa gömülme vakti geldi geçti bile. Cemil Meriç bu yüzden ”İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömleklerdir” der.

Velhasıl, kutuplaşmanın en büyük rakibi vahyin soluğunda bu topraklarda kazanılan birlik ve dirlik tutkusudur.  Anlayana tabii.

Vesselam.