İki Işık Kandili: İmam-ı Rabbani ve Abdulhalik-ı Gücdüvânî

Abone Ol

İmam-ı Rabbânî (k.s) iki bin yılının sessiz değişimin öncüsü diyebilecğimiz müceddidi evliyaullahtan bir zattır. Peki, onun döneminde değişimin aksi istikametinde dünyevi yönetici öncüler kim dendiğinde bunun için Moğol serdarlarına ve yöneticilerinin hikâyelerine bakmak kâfidir dersek yeridir.

Evet, Moğol serdarları gönül fethinden yoksun haleti ruhiyeyle bastıkları topraklarda etrafa korku ve dehşet saçmakla mahirdirler. Öyle ki barbarlıklarıyla Harzemşah Devletinin hâkimiyetine son verdiklerinde yediden yetmişe hemen herkesin üzerine ümitsizlik hali çökmüştür. Öyle ki Moğolların yaptıkları barbarlıkların sonu gelmeyeceği iyiden iyiye yerleşik kanaat hali hâsıl olacaktır. Ancak ne zaman ki Gönül Sultanları irşatlarıyla devreye girer, işte o zaman umutsuzluğun yerini umut aşısı alacaktır. Derken bu noktada Ebu’l Hasen en Nedvi’nin “Kamil insanlar olmasaydı kalp temizliği ve nefis terbiyesi gerçekleşemezdi” diye sarf ettiği sözleri yerini bulur da.  Hem nasıl yerini bulmasın ki, rabbani âlimler gittikleri yerlerde gönülleri fethederek umutları yeşerttikleri gibi Horasandan aldıkları nefesi Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlara taşıyarak yeniden dirilişimizi gerçekleştirmişlerdir.

Düşünsenize Allah dostları, değil sadece Horasan topraklarına ayak basmak, ta Hindistan yollarına bile revan olmuşlardır. İyi ki de oralara revan olup ayak da basmışlar. Çünkü orlarda yaşayanlar açısından bir bakıyorsun Hindistan’da Ekber Şah’ın dikta yönetiminde İslam düşmanlığı üzerine kurulu bulunduğu hal ve şartlar içerisinde ister istemez kendilerini Yusuf misali dipsiz kuyuya düşmüş bir halde hissedilen bir durum söz konusuydu. Üstüne üstük o dönemlerde görünürde bu dikta yönetimle baş edilebilecek herhangi bir umut ışığı da pek ortada gözükmüyordu. Öyle ki Müslümanlar böylesi bir umutsuzluk duygular içerisinde kuyu gölgesinde ne yapacaklarını şaşırmış durumda olup namazlarını bile gizli kılar hale gelmişlerdi. Hani her karanlığın ardından mutlaka bir ışık doğar ya,  aynen öyle de umutların tam tükenişe geçtiği bir noktada bir bakıyorsun Hz. Ömer (r.a)’ın 29. göbekten torunu 17 yaşında zahiri ilmi bitirmiş bir aydınlık güneşi bir genç umut ışığı olarak bu topraklara doğuverecektir. Ve umutlu bekleyişler bir anda yeşermeye başlar da.  Dahası her zorluğun ardından pembe şafaklar doğar deriz ya hep, aynen öyle de Hind coğrafyasına ansızın umut ışığı olarak ayak basan o genç,  o toprakların imdadına adeta Hızır gibi yetişip Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan irşada koyulur da. İyi ki de irşada koyulmuş, bu sayede Serhend’e döndüğünde bir yandan yazdığı risalelerle tüm fitne mümessili cereyanların uykularını kaçırırken diğer yandan da Müslümanların yüreklerine su serpip iri ve diri olmalarına vesile olacaktır. Şimdi o irşat edici kim diye belki de merak etmişsinizdir.  Hele o devirleri şöyle hafızamızda tahayyül ettiğimizde fitne mümessili odakların korkulu rüyası, mazlumların umut ışığı İmam-ı Rabbani (k.s)’den başkası değildir elbet.  Hem kaldı ki yukarıda da belirttik ya,  o iki bin yılın yenileyicisi zatın tâ kendisi bir güneştir O.

Malumunuz İmam-ı Rabbani (k.s) babasının vefatıyla birlikte Hac yolculuğuna çıkacaktır. İlginçtir dönüşte Delh’te Hace Muhammed Bâkî-billâh (k.s) ile bir şekilde yolu kesiştiğinde işin rengi daha bambaşka bir renge bürünecektir. Zira Onu görmekle yeni bir çağın kapısı aralanacaktır.  Ve o bu büyük buluşmayla birlikte Hace Muhammed Bakibillah’ın elinden biati gerçekleşmiş olurr. Tabii Hace Muhammed Bakibillah (k.s) kendisine bağlanan gencin yüzündeki o engin pırıltıyı gördüğünde Şeyhi Hace Emkenegi’niden aldığı işaretle Hindistan’ın Serhend şehrine irşad için uğurlayacaktır. Belli ki bu sıradan bir uğurlayış değildi,  Serhend’i aydınlatacak uğurlayıştır bu.  Üstelik uğurlandığı yere gittiğinde aydınlık ışığı Serhend’le de sınırlı kalmaz, Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehre de uzanır. Derken Nakşibendî tarikatının feyzi bereketi dalga dalga yayılıp zorba Hanlardan Müslümanlığın feyzi ve bereketi üzerlerine sirayet ettikçe kalpleri yumuşayıverecektir. Öyle ki Ekber Şah’la başlayan zorbalık, oğlu Cihangir döneminde yumuşamaya bırakacaktır.  Hakeza devamı diğer dönemlerde de tahta oturan hükümdarların bir öncekinden daha merhametçe adil bir şekilde yönetim sergiler hale geleceklerdir. En nihayetinde Evrengzib Han tahta oturduğunda ise halkın tam manasıyla rahat nefes alır hale geldiği görülecektir.  Hem halk nasıl rahat nefes almasın ki, artık bundan böyle dini bütün bir hükümdarla yüzleşir hale gelinmiştir.  Ne diyelim, gerçek aydınlanma, gerecek irşat bu olsa gerektir.

Evet, irşat budur.  Gerçektende İmam-ı Rabbani (k.s)  Faruk-i meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) sessiz sedasız yaşadığı çağın değişimini gerçekleştirdikten sonra her fani gibi o da 1624 yılında ardından dört yüz halife bırakıp ahrete öyle yol alacaktır. Öyle ki, O şimdi her devrin gönül tahtında kıyamete kadar yaşayacak da.

ABDULHALİK-I GÜCDÜVÂNÎ

Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s) Sadrettin Hocadan tefsir ilmi alıyordu ki,  bir gün Hocasına şunu sual eder:

-Efendim Allah-ü Teâlâ  “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin” beyan buyurmak da, iyi hoş da bu nasıl olacak?  Kaldı ki, duayı aşikâr yapsak riya tehlikesi var, içimizden yapsak şeytan fark edecektir. Dolayısıyla bu durumda Allah’ı gizli olarak nasıl zikredebiliriz ki?

Hocası cevaben:

-Ey Oğul bu dediğin ledün ilmidir. Allah dilerse seni dostlarından biriyle buluşturup, o sana bu gizli duayı öğretir der.

Gerçekten de Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s) zahirde Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)’den, maneviyatta da Hızır(a.s)’dan nisbet alıp, en nihayet Hızır (a.s)’ın talimleri doğrultusunda gizli zikri talim eylediğinde ancak o zaman bu ilme vakıf olacaktır. Derken bu meyanda üveysliğin hakkını verip bu arada Allah’a ulaşmada on bir sütun ortaya koymayı da ihmal etmez.  Derken o müthiş on bir sütunda yere alan:

-Zikrin sayısına riayete vukuf-i adedi der,

-Yaşanan her anın farkında olmaya vukuf-i zamani der,

-Kalbin zikirde odaklanmasına vukuf-i kalbi der,

-Harama nazardan sakınmak adına ayağın ucuna bakarak yürümeye nazar ber kadem der,

-Nefesi boş yere tüketmemeye Huş der-dem der,

-Yaratılmış âlemden Hakka yürümeye ya da soluduğumuz vatandan cennet yurduna yürümeye Sefer-der vatan der,

-Zahiren halkla, kalben Allah’la olmaya Halvet der-encümen der,

-Murakabe halinden sonra yapılan; lailahe illallah zikriyle meşgul olmaya Yâd kerd der,

-Nefy-u isbat zikri çekerken ‘ilahi ente maksudi ve ridake matlubi’nin mana ve ruhuna odaklanmaya Baz-geşt der,

-Nefy-i isbatın manasını düşünmeye Nigah-daşt der,

-Sürekli kalbi uyanık tutmaya Yâd-daşt der.

Allah ondan razı olsun ki, iyi ki de on bir sütun ortaya koşmuş da, bu sayede mesela on bir usulden  ‘Nazar ber kadem’ sütununa baktığımızda hemen Allah-u Azimüşşan’ın nazar ettiği gönül makamına muhatap kalacağımızı idrak eder olduk. Çünkü gönül en çok gözden etkilenmekte. Etkilendiğinde malum gönlün dışa açılan kapısı olur da zaten. O halde, sakın ola ki göz deyip işi hafife almayalım,  gözden akan her tür sinyalin gönlü etkileme gücü vardır. İşte bu etkilenme çeşidine göre gönül bir bakmışsın sevinir hale girer, bir bakmışsın hüzün hale geçer. Dolayısıyla, neydik edip gönlü iki arada bir derede bırakmayalım, bırakmayalım ki gönül dünyamız her daim iri ve diri olsun. Hatta bu da yetmez, gönlü  ‘nazar ber kadem’ adabıyla hoş tutmalı ki,  manevi aydınlanmamız gerçekleşiversin.

Evet, gönül deryayı umman bir kaynaktır.  İmamı Gazali Hz.leri bu yüzden; “Sevdiği kimsenin hizmetçilerini, onu öven, rızasını almak isteyen herkesi, hatta kapısını bekleyen köpeği, gezdiği yerleri, oturduğu memleketi sevmek bu tür sevginin sonucudur”  der.

Bakınız, Mecnun b. Amr (Kays) Leyla’ya gönlünü kaptırdığında “Dolaşırım Leyla’nın yaşadığı yerleri, öperim toprağını, okşadığı şeyleri” demekten kendini alamaz da.

Peki ya, Hz. Ömer (r.a)? Malum o yüce Halife de Hacer’ül Esved taşına bakıp; “Ey Taş! Ben biliyorum ki; Sen kimseye ne zarar nede fayda verirsin. Eğer Rasulullah (s.a.v)’in seni öptüğünü görmeseydim bende öpmezdim” demesi bir başka gönül yanmasını tezahürünü ortaya koymakta. Adaşı Abdullah b. Ömer (r.anh) ise şöyle der: “Ömrüm boyunca hiç uyumadan ibadetle geçersem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah’a itaat edenlere karşı bir sevgi, Ona isyan edenlere karşı da bir buğz olmasa bütün yaptıklarımdan bir fayda göremem.”

Ne diyelim, işte yukarı satırlarda bu müthiş mana yüklü ifadelerden de anlaşıldığı üzere hemen her şey gönül yanmasında gizli. Bakınız Allah-ü Teala kullarına dünyada iken; “Benim için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyaret eden, birbirine infak ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur” (Ahmed, Müsned, 5,  229, Hakim) çağrı yaparken, ahirete yönelikse ise mahşerde şu çağrıda bulunacaktır: “Benim celalim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi gölgemde gölgelendireceğim” (Müslim, Bırr,12 No: 37).

Gerçekten de müthiş çağrının ötesinde büyük bir muştudur da. Ne mutlu bu muştu üzere ahrete gönül hoşnutluğuyla göç edene.

İMAN-İSLAM-İHSAN  

Aydınlığa giden yolda bir takım engeller çıksa da Allah’ın izniyle kıyamete kadar hakikat yolunda çalışan Rabbani âlimler oldukça irşat faaliyetleri devam edeceği muhakkak.  Her ne kadar tasavvuf dairesine giren yeni talipliler bu yolun hakkını vermese de artık ahir zamanda yaşıyoruz, insanın içinden bu kadarına da can kurban diyesi geliyor dersek yeridir. Öyle ki; Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) bu hususta; “Hakikat ilmi sergisini topladı, iş lafa kaldı. Biz tasavvufun ancak kıyısından köşesinden bahsedebiliyoruz” derken tam da bu gerçeğe işaret etmiştir.

Yüce Mevla’mız; “Takvaya ve iyiliğe ulaşmak için birbirinizle yardımlaşın (Maide 2), Hep beraber Allah’ın ipine sarılın, dağılıp parçalanmayın” (Nur, 31) diye beyan buyururken aydınlık sütunlarından basamak basamak ilerlememizi dilemektedir. İşte nüzul olan bu ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere Dinimiz üç sütun üzerine inşa edilmiştir. Malum, bu üç sütun  ‘İman, İslam ve İhsan’ diye karşılık bulur.

Allah için eda edilen ibadetlerin başında hiç kuşkusuz farz ameller gelir, sonra sünnet, en nihayet fazilet olarak tabir edilen nafile ameller takip eder. Tabii ki amel yapmak için öncelikle iman şarttır. Zaten iman olmadan amel ne işe yarar ki. Dolayısıyla imandan sonra namaz, namazdan sonra büyük günahlardan sakınma, derken adım adım diğer farzlar yerine getirilmeye çalışılıp, böylece karanlık dünyamızı aydınlatmış oluruz.

İhsan haline erişebilmek için de elbette ki kalbi tezkiye (temizleme) edip güzel ahlak sahibi olmak gerekir. Ki; ilahi huzurda kabul gerçekleşsin. Ancak vuslata giden yolda mutlaka yolu bilenin tarifine ihtiyaç vardır, aksi halde hakikate giden yol tek başına kat edilemeyecektir.  Madem öyle, bir ışık feneri bulmak lazım gelir. Bu yüzden İmam-ı Rabbânî (k.s) ne mutlu muradı olan dememiş, ne mutlu murat mürşit bulana demiştir. Elbette ki arayan sonunda Mevla’sını bulacaktır. İşte bu gerçeklerden hareketle arifler ihsanı, yani tasavvufu; Allah’ı görür gibi ibadet etmek diye tarif etmişlerdir. Nitekim bu yolda sen görmesen de o görür duygusuyla Allah’ın ipine tutunmak esastır. İhsan haline erişen insan aynı zamanda seyri sülük mertebelerini basamak basamak aşmış olacaktır. Bu sebeple Kuran’da sofi kavramı; veli, muttaki, muhsin sıddık, sadık vs. sıfatlarla zikredilir.  Gerçektende sofilik, Allah dostunu ziyaret eyleyerek eşiğine yüz sürmek, meclisine girmek, manevi atmosferi tatmak ve sonrasın da verilen reçeteleri uygulamakla hakikate varılır. Onun için tasavvuf kal değil, haldir denilmiştir. Allaha giden yolda elbette ki birçok yollar var olmasına vardır ama bunlar arasında en kestirme yol hiç şüphesiz marifetullah ilmidir. Yani Allah’ı tanıma ilmidir. Zaten ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ ilahi hükmü bunun teyididir.  Bu yüzden kalp ilmini ahlak ilmi diye tanımlayanlar da olmuştur. O halde sofilik hangi makamda olduğunun merakı değil, en güzel ahlaka erişmenin çabası dersek yeridir. Dahası tasavvufta güzel ahlak edinmek için vardır.

Sofi ahrete hazırlık yolunda yalnız değildir, her daim önünde kılavuzu vardır. Bu yüzden bağlandığı mürşit sayesinde haramilere kolay kolay yem olmaz.  O halde, sakın ola ki Allah ile kul arasında kılavuz olur mu diye itiraz edenlerden olma. Şayet birileri bu sözü söylerken; ‘Ben peygamber, âlim, mürşid vs. gibilerini rehber tanımam’ manasında telaffuz ediyorsalar bu durum haddi aşmak olur ki; maazallah iddia sahibini tehlikeye sokup küfür bataklığına sürükleyebilir de. Yok, eğer bu sözle kişinin amacı; ‘Maksadım Allah, isteğim O’nun rızasını kazanmak’ anlamında ikrar edilmişse doğrudur, buna itirazımız olamaz. Kaldı ki kâmil rehberin çabası da bu yöndedir.

Her türlü masivadan kurtulmak için hak yolda tıkaç olacak her ne varsa, ya da pusuya yatmış ehlisünnet dışı vahhabi, mezhepsiz, mealci gibi gruplardan uzak kalmakta fayda var. Şu bir gerçek bize gerçek manada yâr ve yardımcı olacak tek dost Peygamberimiz ve o’nun varisi hükmünde Rabbani âlimlerdir.  Allah Resulünün yolunu yol bilen âlimler, yaşayan sünnet olduklarından onların öncülüğünde her türlü şirk, nefs, riya, kibir veya haset gibi engellerden pekâlâ kurtulabiliriz. Belli ki söz konusu ilahi perdeler gönül dostlarının nazarlarıyla, gösterdiği reçeteleri uygulamakla aşılabiliyor.

Mülk âleminden melekût âlemine, ilmel yakinden aynel yakine yolculuk şüphesiz kalp ve ruhla olmaktadır. Bu yüzden seyri sulük Allah’a yaklaşma noktasında kötülükten iyiliğe, gafletten zikre, katılaşmış kalpten huzura eren kalb-i selime geçişin adı olarak tarif edilir. Tabii bu arada rehber olmadan yolculuğun hüsranla biteceğini de unutmamalı.

Kâmil Mürşitler takva yolunda hem imam,  hem de rehberdirler, onlar yetkisini halktan değil, Haktan alan gönül sultanlarıdır. Manevi halifelik vasfını kazananlar ancak kâmil insanlık vasfı taşıyanlara has bir meziyettir. Dolayısıyla kâmil insanla diğer kâfir ve fasık insan arasında kıyas yapmak bile doğru değildir. Çünkü her ikisi de insani bakımdan birbirine taban tabana zıt kişiliklerdir. Malum, birincisi Allahın dostluğunu kazanan, diğeri şeytanın dostluğuna râm olandır. Bu durumda nasıl kıyas edebiliriz ki. Hatta kâfir ve fasık özelliğe sahip insan sadece şeytana değil nefsine de köledir.  Mümin ise Allah’a abd (kul) olmakla tüm sahte mabutların karşısında adeta özgürlük meşalesidir.

Zahiri ilim dışımızı, batıni ilim ise içimizi süsler. Bu nedenle İmam Malik; ‘Her iki ilmi (zahir ve batın) öğrenen kimse gerçek bir müslüman olur’ (Aliyul’l Kari, Şerhu Ayni’l ilim) buyurur. İmam Şafi’de; “Hem fakih, hem sufi ol, sakın birisiyle yetinme” diyor. Dolayısıyla medrese zahiri ilimlerin öğretildiği bir üniversite, dergâhlarda batini ilimlerin tahsil edildiği zikir halkasıdır. Maalesef tarih boyunca bu iki müessese sanki birbirinin rakibiymiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa zahir ve batin bir araya geldiğinde hakikat doğmuştur. Yani her ibadetin bir zahiri, birde batini yönü vardır. Mesela Namazda iftitah tekbiri farz olmakla beraber, aynı zamanda kılınan namazın riyadan uzak huşu içerisinde eda etmekte farzdır. Demek ki; namazın bile hem zahiri, hem de takva yönü vardır. O halde iç ve dış bir arada uyumluluk içerisinde bulunmalı ki; necat (kurtuluş) vuku bulsun. Allah Teâlâ; “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu” (Şems 9) beyanıyla sadece helâl ve haramı bilmekle mükellef olmadığımızı,  kalbi temizlemek mecburiyetimizin de varlığına dikkat çekmektedir. Ayeti celilerden maksad; kazanılan ilmi Salih amele çevirmektir. Kalp ilmi, ya da batıni ilmin inkârı Yüce Allah’ın rahmetine kota koymak anlamına gelir ki, bu son derece tehlikelidir. Evet; ilmin sonu yoktur, bu böyle biline. Bakın Hallacı Mansur gibi bazı velilerde batıni haller görülmüş, hatta manevi sekr (sarhoş) halde iken onların dilinden zahiri ilme (şeriata) ters düşen bir takım sözler çıkmış olabiliyordu, ama onlar mazurdurlar. Çünkü bu konu bizi aşar, bu durum Allah’a havale edilir sadece. Zaten sürekli manevi sarhoşluk içinde yüzen veliler halkı irşat edemezler. Dolayısıyla haklarında hüsnü zanda bulunmak en doğrusu. Üstelik Hak âşıklarının cezbeleri gizlidir, ilahi aşkları sinelerinde saklıdır, amel ve ibadet halleri ise süreklidir. 

Bir başka meselede zahiri inkâr edip, batin halin dışında her şey batıldır iddiasında bulunanlardır. Genellikle bu tipler; ‘Kalbim temiz olsun gerisi boş’ deyip namazı bile boşlamışlardır. Oysa şeriat zahire bakar, kalbin durumunu ancak Allah bilir. Asr-ı Saadette hayat tarzı zühd üzerine kuruluydu, yani bildiği ile amel ediliyordu. Bu yüzden sahabede kalp hastalığı pek yoktu. Asr-ı saadet devrinden uzaklaştıkça bu alanda kalbe ait ameller hassasiyetini yitirip büyük bir boşluk doğmuştur. İşte Mürşidi Kamiller bu noktada boşluğu doldurmak için devreye girmişlerdir,  derken yaralara merhem olup kalpleri aydınlatmışlardır.  Nitekim İmam Şarani bu konuda; ‘İslam’ın ilk asırlarında insanlar takva ve edebi koruyorlardı. O nesil gidip hastalıklar kaplayınca cahiller bir tarafa, âlimler bile amelden geri kaldılar. Bu nedenle âlimlerin bir kâmil mürşide intisapları zaruri oldu’ diye beyan buyurmuştur (Bkz. Envarül kudsiyye). Malum İmam Ahmed b. Hanbel’de önceleri sofileri tenkit edermiş, neyse ki gerçeği görünce;

-Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar, itirafında bulunmuştur. Hatta İmam Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafi’nin meclisine takılmaya başlayınca talebeleri kendisine;

-Efendim sen müçtehitsin, böyle insanların arasında ne işin var diye sual eylemişler.

O da cevaben; 

-Evet, Şer’i ilimleri iyi bilirim,  ama onlar yüce Allah’ı benden daha iyi tanıyorlar demiştir.

Anlaşılan o ki; Allah dostları hizmeti tercih etmişlerdir. Çünkü Allah Rasulü (s.a.v); “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” (Taberani, İbnu Ebid Dünya) diye beyan buyurmuştur.

Velhasıl-ı kelam; Gönül Sultanları Allah’ın rızasını kazanmak için her hizmete talip olmuşlardır. Hatta gerektiğinde milis kuvvetler oluşturup savaşa girmeyi bile göze almışlardır. Ahi Evran bunun en bariz delil örneğini teşkil eder  zaten. Bu yüzden camii, aşevi, okul, hastane ve misafirhane gibi hayır kurumlarının inşasında da koşturmak gerekir.

Vesselam.