- Boz Gölük, n’aber? - İyilik Karakaçan, senden? - Ne olsun valla. Benim ağzımın tadı mı kaçtı? Otların, samanların tadı mı bozuldu bilmem, artık iştiha ile yiyip içemiyorum. - İşte senin hayattan zevk alamamanın başlıca sebebi bu. - Nasıl yâni?
- Hayat yalnız, yemek, içmek, dolanmak değildir.
- Ya nedir?
- Kendini biraz da okumaya vermelisin.
- Sen okudun da ne buldun?
- Ooo! Neler neler. Yakınlarda elime eski bir mecmua geçti.
- Ne yazıyor?
- Eşekler hakkında yazılan en güzel yazı.
- Ya?
- Biz “ Hayvanların Filozofu imişiz!”
- Filozof?
- Yani, felsefeyi iyi bilen, her şeyin açıklamasını uzun uzun yapabilen .
- Peki bu felsefe karın doyurur mu?
- Saçmalama.
- Niye saçmalama diyorsun? Güzel güzel bilmediğim bir şeyi soruyorum.
- Bizim, daima düşünür gibi ciddi durmamız, iri gözlerle etrafa bakmamız, üstümüze inene binene fazla dert çıkarmadan râzı olmamızdan dolayı, Filozoflara benzermişiz.
- Bu Filozoflar dediğin kimler?
- Tabiî ki, insan oğlu insanlar!
- Şimdi anladım. Zaten işin içinde bir bit yeniği olduğunu tahmin etmiştim. Peki madem sen okumayı hayat biçimi kabul etmiş bir eşşeksin, anlatmaya devam et.
- Şişşt! Kabalaşma.
- Ne kabalığı?
- Ne o öyle şeddeli, eşşek diyorsun.
- Bu da mı yanlış?
- Biraz avâmî.
- Nasıl diyeceğiz peki?
- Böyle kibarca, eşek .
- Bütün mesele tek bir harfin fazlalığı mı?
- Hele eski yazı bilsen, bir harfin neler ettiğini görürdün.
- Peki sen hiç eşek türküsü duydun mu?
- Elbette.
- Meselâ?
- Meselâ, Kazak Abdal’ınki.
Eşşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü rüyâyı hayıra
Yoranın da palanını
- Ben sanki biraz değişik duymuş gibiyim.
- Her değişikliğe kulak asma.
- Kulak dedin de aklıma geldi. Şu senin Filozoflarından biri hani eşeğiyle gidiyormuş da, birden aklına bir şey gelmiş.
- Bildim bildim. Pisagor denen Filozof.
- Anlatsana nasıldı?
- Canım güya, kulaklarımızın ikisinin yüzeyi, suratımızınkinden büyükmüş.
- Büyük küçük ne fark eder?
- Eşek gibi düşünürsen fark etmez.
- Yahu elbet eşek gibi düşüneceğim. Çünkü ben eşeğim. Şimdi olduğumdan başka mı görüneyim?
- Lâfa limon sıkma, biraz adam olmuş eşek gibi demek istedim.
- Neyse canım sen şu Filozofu anlat.
- Bu adam, dik üçgen denen bir şekil üstünde hesaplar yapmış. İki bin yıldır, bu hesaplarla insan oğlu insanlar uğraşırmış.
- Yahu biz de onları akıllı zannederdik. Peki nasıl olup da bize semer vurup, yular takabiliyorlar?
- Onlar her şeyi yaparlar. Yalnız beni sıkan bir sözleri var.
- Yalnız bir tane mi?
- Olur mu? Ama birini hem anlamadım, hem de mana veremedim.
- Nedir o?
- Şu “Eşek Davası” var ya? İşte onu anlamayan insanlara,“Eşek kalmışsın diyorlar !”
- Desinler canım bize ne?
- Bize ne olur mu? Niye “Kedi kalmışsın, köpek kalmışsın” Demiyorlar da bizi karıştırıyorlar.
- Canım sade o mu? Kızdıkları kişilere de, “ Eşşek oğlu eşşek” diyorlar.
- Haydi katırların anası babası olmamız, bazen mümkün, ama insanların babası neden sayılalım?
- Bak Boz gölük, şu uçan kara şeyi gördüm mü?
- Gördüm, Eşek Arısı.
- Dillerini soksun kara şeytan, adımızı kötüye çıkardı.
- Karakaçan bu insan oğlu insanlar, bir sürü de Ata Sözü uydurmuşlar :
- Eşek hoşaftan ne anlar, Eşek sudan gelene kadar, Eşeğin kulağına duâ okuma!
- Daha neler neler. Ama Nasrettin Hoca’nın sırtımıza ters binmesi yok mu? Hepsinin üstüne tüy dikti.
- Bak Boz Gölük, lâfı Nasrettin Hoca’dan açtın mı, en az yedi hikâye anlatmamız lâzım.
- Sahi yahu . Şimdi yedi hikâyeyi nerede bulacağız?
- Buluruz buluruz. İşte başlıyorum.
“Nasrettin Hoca, çok derin bir uçurumun yanından geçiyormuş. Eşeğinin ayağı kaymış ve uçuruma düşmeye başlamış. Hoca: “Bizim eşek uçmayı ne zaman öğrendi ki?” diye söylenmiş. Zavallı eşek, sonunda uçurumun dibine varmış. Cansız uzanmış. Hoca : “ Uçmasını bildi ama, konmasını bilemedi” demiş.
- Ben sana Abdullah Çelebi’nin kitabından bir hikâye anlatayım da gör.
- Güzel mi?
- Pek duyulmuşlardan değil.
- Peki dinliyorum.
“Dânişmendin biri, eski kitap sayfalarından bir kitap uydurmuş. Sayfaların arasına arpa koyarmış. Eşek zamanla diliyle sayfaları çevirip arpa bulmayı öğrenmiş. Parasız kaldığı bir vakitte eşeğini satmış.
Bir zaman sonra yolu Halep’e düşmüş. Bakmış ki eşeği pazarda,Bir adamın yanında .Hemen yularından tutup çekmiş. Öteki:
- Be adam, neden eşeğimin yularını çekiyorsun?
- Bu eşek benimdir.
Sonunda mahkemelik olmuşlar. Dânişmend kadıya demiş ki,
- Bu eşek benimdir, üstelik kitap okumasını bilir.
- İspat edebilir misin?
- Elbette!
Bahçeye çıkmışlar, danişmend boş bir kitap bulmuş. Eşek arpa bulurum zannederek. Diliyle sayfaları çevirmeye başlamış. Her sayfa çevirişte aç hayvan arpa bulamayınca, kafasını havaya kaldırıp hazin hazin anırırmış. Kadı sormuş:
- Ne söylüyor?
- Kadı Efendi, kendi lisânınca kitabı okuyor.
Bu durumu gören kadı, eşeğin danişmende ait olduğuna hükmetmiş.
- Boz gölük, bu güzel hikâyeyi kitaptan okudun değil mi?
- Evet.
- Ben de okumayı öğrensem diyorum. Şu insan oğlu insanların yazdıklarını okurdum.
- Bak sana Nasrettin Hoca’dan başka bir hikâye anlatayım.
- Hangisi?
- Ayrık otu hikâyesi.
O sene kış uzun sürmüş. Yem azalmış. Her gün eşeğe kuru ayrık otu yedirmeye başlamışlar. Zavallıya ayrık otu yemekten gına gelmiş. Hoca bir yeşil camlı gözlük bulup eşeğinin gözlerine takmış. Kuru otlar yeşil görününce zavallı taze ot sanarak gömülmüş.
- İşte böyle Karakaçan. Sana Neyzen Tevfik’ten bir kıt’a okuyayım da bu günkü sohbeti bağlayalım.
“Sanma ciddiyet ile sarfederim san’atımı.
Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir.
Bezm—i meyde süfehânın saza meftun oluşu ,
Nazarımda su içen eşşeğe ıslık gibidirr.”
- Boz gölük şu üçüncü mısrayı biraz anlayamadım.
- Açıklayayım. Diyor ki : “ İçkili toplantıdaki, düşük heriflerin saz sesine meraklı oluşları, su içen eşeğe çalına ıslık gibidir.
- Ha anladım.
- Yahu biz su içerken niye ıslık çalarlar.
- İnsan oğlu insan olduklarından.
Mart 2011