İbrahim Kaypakkaya… İnanılmaz bir direncin hüzünlü öyküsü…

Abone Ol

1978-1980 o yıllar… Ülkücüler polis tarafından gözaltına alınıyorlar ve işkence görüyorlar. Daha önce solculara yapılan işkencelere kılları kıpırdamayan, hatta “Oh olsun” diyenler şimdi feryat ediyorlar. İşkencelere dayanamayıp konuşanlara hiç iyi gözle bakılmıyor. Peki konuşmayanlar da var mı ki? Var az da olsa var, ne var ki çoğu dayanamayıp, “Ne yazarsanız yazın, getirin imzalayayım” diyor. 

Peki bu işkenceler, ifadeler, konuşup konuşmamalar bağlamında bir ‘idol’ var mı? Var da ülkücü değil, çok şaşıracaksınız ama o idol İbrahim Kaypakkaya.(1) Hep o örnek veriliyor: “Bak, ondan daha ağır işkencelere maruz kalan yok, ama o direnişin, dayancın simgesi olmuş, onu örnek alın…”

Kemalizm karşıtı görüşlerini asla onamadığım Kaypakkaya’nın bu olağanüstü direniş öyküsünü Tarkan Tufan’ın “İbrahim Bilinmeyen Yönleri ve Hayata İlişkin Her Şeyi” adlı kitaptan (Nokta Yayınları) okuyalım:

“Kafasının arkasına ve ensesine saplanan saçma yaralarından ve kurşun sıyrığından ılık kan sızıyordu kar’a. Derinleşen acılarda ve tüfek seslerindeydi kulakları. Kafasının kanlanmış kara batan tarafını kaldırmak isteyince, yaklaşan ayak seslerini duydu. Başucuna dikilen askerleri dinlemeye koyuldu.
‘Kafası parçalanmış. Silahı yok. Çevirin, ceplerini yoklayın. Kimliğine bakın.’

Sırtüstü çevrileceğini anlayınca gözlerini yumdu. Kar, kan ve ter karışımı yüzde taşlaşan şafak aydınlığına baktılar. Soluğunu kıstı, iç gözleriyle bakışları izledi. Koynuna dalan ellerin soğukluğundan ürperdi. Cüzdanın çevrilen ilk sayfasından buz mavisi bir ses yükseldi:

‘Haydar Mecit. Bu da kimmiş? Köylülerden biri olmalı.’

Ölüyü bırakıp kendilerini uçurumdan aşağılara atanların peşine düştüler. Uzaklaşan ayak seslerini hassasiyetle izledi ölü. Şafak ayazının uyuşturduğu ellerini açlığına ve acılarına bastırarak doğruldu ve yaralı bir kurt hırsıyla olay yerinden uzaklaştı sendeleye sendeleye.

Köylüler, bitkin, kanlı ve sararmış benziyle kapıyı çalan ölüyü görünce dehşete kapıldılar ve onu içeri almak zorunda kaldılar. Yaralarını temizleyip karnını doyurdular. Büyük lastik ayakkabısının içindeki karları çıkardılar, çoraplarını ocak başının üzerinde kuruttular ve ona hemen evi terk edip gösterecekleri mağarada kalmasını söylediler. Ayaz karanlığı, karanlık ise gökyüzünü ve dağları yutmuş gibiydi.

Mağara, dayanılmaz derecede soğuktu. Karanlığı ve kıpırtıları soluyarak bekledi. Donacağını düşündü. Sızlayan yaralarını dinledi. Mağarayı terk edip kara ve karanlığa karıştı. Bu sefer bir öğretmenin evindeydi. Yaraları buzlanan, yanaklarının kılcal damarları patlayan bu garip ölüyü, sıcak bir misafirperverlikle ağırladı öğretmen. Ve sonra durumu el altından müfrezeye bildirdi. Zaten ölüyü aramaya çıkmıştı müfreze.

Müfrezenin pür silah eve girdiğini gören Ölü, inadına ve soğukkanlılığına halel getirmeksizin gizlenmiş derin derin bir irkilişle ayağa kalktı.

‘Hiç kimse kanundan kaçamaz. Seni Haydar Mecit sanmıştık, dirilip kaçınca İbrahim Kaypakkaya olduğunu anladık. Maceran burada noktalandı.’

Ödünsüz, dik bir duruşla tartışmaya koyuldu müfrezeyle. Hayretten donakaldı köylüler. Tartışma kelepçe ile noktalandı. Bir gün önce sırığa bağlanarak dağdan indirilen ölünün sırık izine düşüp, buzlu ve çetin bir yolculuğa çıktılar. Ayağındaki ayakkabı, müfrezeyle birlikte kat etmeye çalıştığı Kutuderesi’ni içine alacak derecede büyümüş ve sulu karla dolmuştu.

***

Binadan koşar adımlarla çıkan yarbay cipin yanına geldi. Ali Kaypakkaya’ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdiler. Bir koridordan geçtikten sonra yarbay, Ali Kaypakkaya’yı bir odaya aldı.

İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya’nın içi kararmış ‘İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan’ diye düşünmeye başladı.

Beyaz önlüklü adam, Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona ‘otur şuraya, buyur sigara yak…’ demiş paketinden sigara uzatmıştı. Ali Kaypakkaya ne sigara aldı ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı.

O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Şükrü Olcay yanında bir albay, hastane müdürü ve birkaç subayla içeri girdiler.

Şükrü Olcay, yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya’yı süzdü, ‘Sen İbrahim Kaypakkaya’nın babası mısın?’ diye sordu. Ali Kaypakkaya ‘Evet’ diye yanıtladı onu.

Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle ‘Bunu birdenbire söylemek olmaz ama ben söyleyeceğim; ‘İbrahim öldü…’ dedi.

Ali Kaypakkaya’nın birden bütün kanı çekildi. ‘Anlayamadım…’ diye kekeledi. 

‘Oğlun öldü diyorum’ diye sözünü yineledi Şükrü Olcay.

Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yandan yutkunuyor, bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra cebinden mektubunu çıkarıp ‘İşte yazdığı mektup, beni çağırıyor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor’ deyip bağırmaya başlamıştı.

Şükrü Olcay ‘İntihar etti oğlun, intihar’ dedi bağırarak. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yüreğini dışarı vuruyordu: ‘Hayır hayır oğlum öldürüldü, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, siz öldürdünüz…’

Odadakilerden birisi ‘Sus yoksa haddini bildiririz’ diye kesti Ali Kaypakkaya’nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona.

Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle ‘Verin benim cenazemi, ifadeniz mi, neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin…’ dedi.

İlkin ‘Vermeyeceğiz, biz gömeriz’ dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya ‘Cenazemi vermezseniz bir adım gitmem’ diye diretti.

Şükrü Olcay çevresindekilere ‘Muamelesini yapın’ deyip döndü ve çıktı odadan.

Sonra Ali Kaypakkaya’yı getiren yarbay onu tekrar alarak dışarıya çıkardı. Oğlunu görmek için Diyarbakır’a ilk indiği gün kapısından çevirdikleri askeri hastaneye geldiler.

Orada Ali Kaypakkaya’ya yapması gereken birtakım işlerden söz ettiler. O da gidip belediyeden bir ‘müsaade kâğıdı’ aldı. 430 lira verip bir tabut seçti. 70 liraya kefen satın aldı.

Kefen katlanırken, yolda gelirken kurduğu düşleri, oğlunun çocukluğunu, gözü önüne gelen kundağını, onu kucağına alışını anımsadı.

Sonra bir hamal tutarak tabut ve kefeni ona verip hastaneye döndüler.

Oğlu yaralı yattığı günlerde, yüzünü göstermedikleri koridorlarda şimdi onu görmeyi bekliyordu. 

Bir süre sonra İbo’yu buzdolabından çıkardılar. Ali Kaypakkaya’ya ‘İşte oğlun hazır’ dediler. Kafadan kesikti. Karnı, bacakları ve kaba etleri yarılmıştı. Parça parça edilmişti İbo. Gövdesi delik deşikti. ‘Otopsi’ diye mırıldandı onu buzdolabından çıkaran adam. ‘Peki ya bu delikler ne?’ diye söylendi Ali Kaypakkaya. Ses etmediler. Oğlunun karşısında sanki kanı kurumuştu. Karşısında o yiğit, o dal gibi oğlu yerine, kesilmiş, delik deşik edilmiş insan parçaları duruyordu. Boğazı ve gırtlağı tamamen çürümüş ve simsiyahtı. Sanki çembere alınmış da sıkılmış gibiydi. Daha sonra da kesilip parçalanmıştı boğazı. Omuzlarında, göğsünde sürüyle delik vardı.

Görüntüler karşısında İbo’yu tabutuna yerleştiren hamal ağlamaya başlamıştı. Ali Kaypakkaya ona parasını vermek istemiş, adam almamıştı. ‘Bu bizim insanlık görevimiz’ demişti.

Nöbetçi erler ve hastabakıcılar Ali Kaypakkaya’yı yatıştırmaya çalışıyorlardı.

Gelirken İbo’ya vermek için yanına aldığı 1200 liradan 550 lira kalmıştı. Gidip bir taksi ile pazarlık yaptı. Taksici parayı peşin istedi. Sonra Ali Kaypakkaya’ya ‘Uçağa götür’ dediler. Arkasından hep birileri geliyordu.

Uçakta 240 lira tabut taşıma parası aldılar. Cebinde kalan diğer parayı bilete verdi. Çıkışmayan kısmı için ‘Arkasından gelenlerin’ araya girmesiyle ‘sonra alırız’ dediler.

Oradan Ali Kaypakkaya’yı havaalanına getirip polise teslim ettiler.

Uçak Ankara’ya indiğinde Ali Kaypakkaya’yı iki yüzbaşı karşıladı. Onunla taksi tutmaya çıktılar. İbo’yu taksiye yerleştirip bağladılar. Önde İbo’nun bağlı olduğu taksi, arkada ‘takipçilerin’ arabası, evin önüne geldiler.

Babası İbo’yu evine taşıdı. O gece evinde onun başında bekledi. Başı avuçlarında düşündü, durdu. Sabah erkenden gidip minibüs tuttu. Ve oğluyla birlikte köylerine geldi. Takipçiler de köye geldiler.

Çevre köylerden İbo’nun köye geldiği şaşılası biçimde kısa sürede duyulmuştu. Duyanlar öbek öbek onu uğurlamaya geliyorlardı. Evin çevresi bir anda köylülerle dolmuştu.

Mezarlığın karşısından geçen büyük yoldaki benzincinin lokantası önünde ‘takipçilerin’ arabası duruyordu. Takipçiler orada oturmuş, uzaktan köyü ve mezarlığı gözlüyorlardı.” (2)

1) Kaypakkaya hakkında şu kısa bilgileri verebiliriz: 1948 Çorum Sungurlu Karakaya köyü doğumlu. Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist'in kurucusu olan Marksist-Leninist siyasal eylemci. Fikirlerini benimseyenler arasında İbo olarak da anılır. TKP/ML içerisindeki kod adı Hamza idi.
2) Muzaffer Oruçoğlu'nun tanıklığından...