Asıl adı Muhammed Bektaş olan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli; Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Şeyh Lokmân-ı Horasânî’nin yetiştirdiği büyük bir zattır. Yani Lokman Perende’den feyiz almıştır. Malum Bektaşilik yolunda Hz. Ali’nin (k.v) takip ettiği düsturlar ağırlıklı olmakla beraber, şu bir gerçek; Anadolu’da dal budak salan Bektaşilik gibi birçok tarikatların nisbeti Hâce Ahmet Yesevî’ye dayanmaktadır. Bu yüzden Pîr-i Türkistan Hâce Ahmet Yesevî Türk dünyasının manevi başbuğu olarak bilinir.
O, öyle bir manevi başbuğ ki, Türk’ün İslamiyet’le buluşmasında en büyük pay sahibidir. Hatta ilerisinde Türk dünyasını içten içe yıkacak olan Moğol kasırgasının yaraları bile onun yetiştirdiği talebeleri sayesinde sarılacaktır. Şöyle ki; Selçuklunun o geçirdiği parlak altın döneminin akabinde XIII. asırda başlayan Moğol kasırgası, ister istemez Orta Asya, Irak-Suriye ve Anadolu hattı üzerinde yaşayan insanları Pîr-i Türkistan’ın dergâhında yetişmiş birçok gönül sultanlarının sevgi kucağına sürüklemiştir. İşte Hacı Bektaş-ı Veli’de bu söz konusu yetişmiş gönül sultanlarından biri olup, Yesevîlik nisbetinden beslenen bir yol izleyecektir. Fakat o’nun Anadolu’ya ayak basması hemen gerçekleşmez. Anadolu’ya gelişi ancak 1270 yıllarına tekabül edip Arabistan, İran, Irak ve Suriye seyahatleri sonrasıdır. Zaten kendisi İran–Horasan’ın Nişabur doğumlu olup, hükümdar baba ve şeyh kızı izdivacından dünyaya gelmiştir. Yani babası şu meşhur Horasan Hükümdarı İbrahim-el-Sani diye bilinen Seyyid Muhammed’dir, annesi de Nişaburlu Şeyh Ahmed’in kızı Hâtem Hatundur. Dolayısıyla kendisinin Anadolu’ya sonradan gelmesi gayet tabii bir durumdur. Şu da bir gerçek; Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli aslı Türk aileden gelme bir zat olmakla beraber soy şeceresi yedinci ehli beyt imamlarından İmam Muhammed Kazım’a dayanması hasebiyle de seyyid neslindendir.
Gerçektende Hacı Bektaş-ı Veli’nin daha henüz Moğol kasırgasının açtığı yaraların sarılmadığı bir dönemde Türkmen aşiretinin başında, bir Kalenderî-Haydari şeyhi olarak Anadolu’ya ayak basması önemli bir hadisedir. Nasıl önem arz etmesin ki; buralara geldiğinde Kızılırmak’ın güneyinde Kapadokya yeraltı şehrinde 3600 kilise vardı. İşte bu yüzden onun gelişini önemli buluyoruz. Nitekim o’nun Anadolu’ya gelmesiyle birlikte kilise sayısının çokluğu herhangi bir endişeye mahal vermeden işin rengi değişecektir. Zira burada artık Baba İlyas-ı Horasânî’nin Vefâî Tarikatından feyiz almış Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli vardır. O’nun varlığı her şeye yetiyor zaten. Ve beklenen ilk manevi sondajı Suluca karahöyük köyüne vurur da. İyi ki Nevşehir'e bağlı bu köye sondaj vurmuş, aksi takdirde Hıristiyanların misyoner merkezi haline gelen Kapadokya’nın gücünü kırmak hiçte kolay olmayacaktı. Şimdi gel de o’nun Anadolu’ya daha gelir gelmez ayağının tozuyla hemen yedi hanelik bu köyde Hıristiyan merkezine karşı alperen veya gazi derviş tipi Türk otağı kurmasını önemli bulma, mümkün mü? Belli ki burası köyden öte irşat faaliyetlerin hız kazanacağı merkez rol üstlenmiş dergâhtır. Zira o, bir yandan Türkmenlerin desteğini alıp burasını ön karargâh olarak kullanırken, öte yandan Anadolu’yu karış karış gezip habire bölge ahalisine diriliş muştusu aşılayacaktır. Derken dergâhında yetişen Horasan erenleri Anadolu’nun en uç noktasına kadar seferber olup, irşat halkasının yayılması için cansiperane çalışacaklardır. Zaten Abdal Musa’nın Elmalı’ya, Tabduk Emre’nin Manisa’ya, Koca Ahmed’in İstanbul’a gönderilmesi bu maksat içindir. Gerçekten de Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velinin ektiği tohum XIV. yüzyılda halifesi Abdal Musa’nın irşat faaliyetleriyle meyvesini verip tasavvufi bereket doruğa ulaşacaktır. Ne var ki fitne burada da boş durmayacaktır. XIV. yüzyılın sonlarına gelindiğinde bir kısım Türkmenler Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin adına izafeten kurulan Bektaşi ve Safevi dayanışması içerisinde kendilerini bulup, buradan üretilen olumsuz fikirlerin tesiriyle gözden uzak gönülden ırak kırsal alanlarda kızılbaş-alevi kimliği adı altında topluluklar oluşturacaklardır. İşte o gün bugündür en çok adından söz ettiren topluluk merkezi Sulucakarahöyük olacaktır. Elbette ki buranın etkisi kendinden değil, etkisi Hacı Bektaş-ı Veli’den ötürüdür. Bu nedenle Sulucakarahöyük beldesi Hacı Bektaş-ı Veli ismiyle anılır hep. O halde bu beldeyi meşhur eden hikâye bakalım neymiş. Şöyle ki;
Hünkâr, ibadet ettiği çilehanesinde halkta şunu gözlemliyor; halk Hac farizasını ekonomik nedenlerden yerine getirememekte, tabii içi cız edip bu maksatla Çilehane tepesini kuruyor. Malum oraya gidenler iyi bilir, orada bir mağara var ve devamlı su akıyor. İşte o gün bugündür insanlar o sudan üç kez, ya da kırk defa yıkanmakla Hac sevabına nail olacağına inanırlar. Artık orası Hacca gidemeyenler için teselli kaynağı hükmünde bir yerdir. Bir başka ifadeyle Hac sevabına erişmek gibi algılanır hep. Belli ki bu algılamaya yol açan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu meşhur ; “Hararet nardadır, sac’da değil/Keramet baştadır, tac’da değildir/Her ne arar isen, kendinde ara/Kudüs’te, Mekke’de, Hac da değildir” mısraların çok büyük etkisi olmuş.
Elbette ki bu mısralar kalbe hoş gelmekte, ama bu dizelerden asla Çilehane tepesinin Hacca alternatif bir mekân olarak anlamı çıkarılmamalıdır. Belki kutsal topraklara gitmişçesine Hac sevabı olarak düşünmek en doğru tutum olacaktır. Kaldı ki bu konularda nasıl bir yol takip edileceğini gösteren en iyi gösterge bizatihi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin ortaya koyduğu ‘Makalat’ adlı eseridir. Bu eser bir ışık olmaya yeter artar da. Ankara Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Esad Coşan’ın da Doçentlik tezi olan ‘Makalat’ incelendiğinde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin büyük ölçüde ‘Fakirnâme’ adlı eserinden esinlendiği gözlerden kaçmaz. Dolayısıyla Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yesî pınarından beslendiği anlaşılır. O’nun gerçek yolunu çizdiği rotayı bu eserde ziyadesiyle bulmak mümkündür. Özetle bu eserde; bir salikin Şeriat (İslam’ın zahiri kaideleri), Tarikat (İslam’ın iç ve deruni yönü), Marifet ve Hakikat aşamalarından geçmeden Allah’a ulaşılamayacağı vurgulanır. Kelimenin tam anlamıyla Allah’a vuslat ancak bu dört unsurun bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Ama gel gör ki; ne zaman ki ‘Makalat’ eserinin mana ve ruhundan sapmalar başladı, işte o zaman hem Yeniçeri, hem Bektaşilikte aşınmalar başlamış ve her ikisi de aslını yitirmeye yüz tutmuştur. Öyle ki; İslam’la bağdaşmayan birtakım bozuk fırkalar türeyip bugünkü noktaya gelinmiştir. Maalesef İslam’la taban taban zıt birtakım sözler sanki Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliye aitmiş gibi lanse edilmiştir. Birkere bünyeye mikrop girmeye dursun, bir bakıyorsun Yeniçeri ocağının çöküşüyle birlikte Bektaşilikte bundan nasibini alıp her alanda çürüme nüksedebiliyor. Oysa biz Yeniçeri ve Bektaşilik deyince Necip Fazıl’ın Yeniçeri adlı eserinde yer alan şu kıssayı hep hatırlarız:
Tarih 1326. Bir gün Suluca Karahöyük Bucağının baktığı ovada bir toz bulutu, adım adım dergâha ilerliyor, yaklaştıkça başlarında Sultan Orhan Gazinin olduğu 40–50 atlı gözükür o an. Sultan Orhan Gazi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veliyle göz göze geldiğinde büyük bir adap içerisinde elini öptükten sonra aralarında derin ve içten konuşma başlar. Ve Orhan Gazi şöyle der;
- Bu uzun yoldan devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım.
Tabii Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli tebessüm edip;
- Dualarım sizinle, hele bir göreyim şu getirdiğin yeni askerleri.
Askerler bu nazik davranış karşısında etkilenmiş olsa gerek ki Şeyh ve Sultan karşısında adaba geçip saf bağlarlar.
Onların bu halinden ziyadesiyle memnun kalan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli;
- Maşallah ne güzel, ne civan yiğitlermiş. İsimleri Yeniçeri olsun, kendileri daima düşmana karşı Allah galip eylesin niyazında bulunur.
İşte kıssada adına “Yeniçeri” denilen ocak böyle mayalanmıştır. Öyle ki, bu civan yiğitler kuruluş ruhunu Bektaşilikten alıp Osmanlıyı zaferden zafere koşturacaktır. Tâ ki bu ruh Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar devam ede gelir. Maalesef ilk bozuluş bu dönemde alarm vermiştir. Hatta kırmızı alarm diyebileceğimiz bu durum Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar etkisini gösterir de. Nitekim Necip Fazıl; “Bektaşilik evvela din aydınlatıcısı, peşindende Şeriat karartıcısı haline dönüşmüştür” tespitinde bulunmakla bir noktada Bektaşiliğin tarihi sürecini bir cümleyle özetlemiş olur.
Hiç şüphesiz Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin Tasavvuf kültürünün öncülerinden biri olduğuna kanaatimiz tamdır. Tıpkı o da diğer gönül mimarları gibi; Orta Asya kültürünün temelini oluşturan Horasan Erenlerinin dergâhında yetişip oradan aldığı feyiz ve nisbeti Anadolu ve Balkanlara taşıma şerefine erişecektir. Her ne kadar o’nun öğretilerini hedefinden saptırılıp başka şekilde aktaranlar olsa da “Makalat” adlı eseri yok edilmediği müddetçe, onun çizdiği yola gölge düşmeyecektir. Bu böyle biline.
Vesselam.
Temmuz 2013