Sırtını kökü dışarıda küresel güçlere dayayan ve CIA bağlantılı FETÖ ihanet şebekesi, her ne kadar hizmet kavramının içini boşaltmaya çalışsa da şunu iyi bilinsinler ki dünyada Horasani maya ile yoğrulmuş sırat-ı müstakim üzere alperenler ve gazi dervişler bulunduğu sürece bu hevesleri kursaklarında kalacaktır. Zira bizatihi gönül verdiğim Horasan-i yolun evliyalarının hayatlarına baktığımızda bulunduğu devirlerde hep Ümmet-i Muhammed’e hizmet için var olduklarını görürüz. Nasıl mı? Bikere işe önce kalpleri nurlandırmaya yönelik ‘Lafza-i Celal’ zikrini talim ettirmeye başlatmalarıyla elbet. Ancak kalbi nurlandırmak iyi hoşta bu arada nefsi nasıl ıslah edeceğiz sorusu da akıllara takılmakta. İşte bu sorunun cevabı yine o Horasani Sadatların beyanlarında ziyadesiyle mevcut. Bilhassa Sadatlar nefsi ıslah etmenin en etkili yöntemin hizmetten geçtiğini belirtmekteler. Hatta her türlü sofinin bozulabileceğini ancak gazi derviş hizmet sofisinin bozulamayacağını vurguluyorlar da.
Evet, nefsi ıslah etmek hizmetten geçiyor. Bakın Hacegan yolunun son halkasında yer alan ve kendini hizmete adamış Gönül Sultanı Gavs-ı Sani (k.s) ne diyor: “Sadatlar Dini Mübin İslam’ın içinde Allah’a ulaşmada en kestirme yolu seçtikleri gibi hizmeti de en öncelikli vazife olarak addetmişlerdir.” İşte hizmeti esas alan bu müthiş söze rağmen “Hizmet etmek güzel iyi hoşta bu yolun büyükleri zarar görmesin diye bulunduğumuz konum itibariyle hizmetten geri duruyoruz” diyenler olabiliyor. Şimdi tam da bu düşüncede olanlar için yine bu yolun Sadatları “Madem öyle iş yerlerinizde deseler ki namaz kılmayın, bu durumda farz olan namazı terk mi edeceksiniz?” diye beyanda bulunup gereksiz kaygıları boşa çıkartmaktalar.
Demek oluyor ki bulunduğumuz konum ne olursa olsun Allah rızasını kazanmaya yönelik her hizmet nimettir. Kaldı ki yine Sadatlar bir insan sabahleyin uyandığında “Yüce Allah’ım senin verdiğin rızık için rızanı kazanmaya gidiyorum diye niyet etse o gün yaptığı yapacağı her iş ibadet olur” buyurmaktalar. Zaten nefsin ıslahı için Salih amele ihtiyacımız var da. Malum olduğu üzere Hacegan Sadatları dergâhta iş olmasa derhal evleri yıkar yeniden yaptırırlarmış. Acaba niye derseniz, sofiler hizmetten geri kalmasın diye elbet. Zira ne kadar hizmet o kadar himmet olarak karşılık bulmaktadır. Bakın Yunusta duymuştu ki Anadolu’da insanlar dergâhlara akın akın ediyor. Hiç kuşkusuz Yunus’un buna kayıtsız kalması düşünülemezdi. Nitekim dergâhın kapısına vardığında ilk iş omzundan heybesini indirip Şeyhin huzuruna çıkmak olur. Yunus bu ya, hemen beraberinde getirdiği alıçlardan o büyük zata ikram edip üç gün dergâhta misafir edilecektir. Malumunuz, Müberra Dinimizde misafirin hakkı üç gündür. Derken Yunus üç gün boyunca yedirilir içirilir ama bu arada Yunus’un üç gün boyunca ara sıra da olsa seyre daldığı gözlerden kaçmaz. Yunus’un aklı uzaklardadır hep, en çokta köyünü ve aç insanların halini düşünüyordu. İşte bu düşünceler eşliğinde artık dayanamayacak noktada müritler aracılığıyla Şeyh’ten müşkülünün halledilmesini ve çoluk çocuğun gözleri yolda kaldığını arzı endam eyleyecektir. Bunun üzerine Şeyh’ten cevap gecikmez:
Evet, nefsi ıslah etmek hizmetten geçiyor. Bakın Hacegan yolunun son halkasında yer alan ve kendini hizmete adamış Gönül Sultanı Gavs-ı Sani (k.s) ne diyor: “Sadatlar Dini Mübin İslam’ın içinde Allah’a ulaşmada en kestirme yolu seçtikleri gibi hizmeti de en öncelikli vazife olarak addetmişlerdir.” İşte hizmeti esas alan bu müthiş söze rağmen “Hizmet etmek güzel iyi hoşta bu yolun büyükleri zarar görmesin diye bulunduğumuz konum itibariyle hizmetten geri duruyoruz” diyenler olabiliyor. Şimdi tam da bu düşüncede olanlar için yine bu yolun Sadatları “Madem öyle iş yerlerinizde deseler ki namaz kılmayın, bu durumda farz olan namazı terk mi edeceksiniz?” diye beyanda bulunup gereksiz kaygıları boşa çıkartmaktalar.
Demek oluyor ki bulunduğumuz konum ne olursa olsun Allah rızasını kazanmaya yönelik her hizmet nimettir. Kaldı ki yine Sadatlar bir insan sabahleyin uyandığında “Yüce Allah’ım senin verdiğin rızık için rızanı kazanmaya gidiyorum diye niyet etse o gün yaptığı yapacağı her iş ibadet olur” buyurmaktalar. Zaten nefsin ıslahı için Salih amele ihtiyacımız var da. Malum olduğu üzere Hacegan Sadatları dergâhta iş olmasa derhal evleri yıkar yeniden yaptırırlarmış. Acaba niye derseniz, sofiler hizmetten geri kalmasın diye elbet. Zira ne kadar hizmet o kadar himmet olarak karşılık bulmaktadır. Bakın Yunusta duymuştu ki Anadolu’da insanlar dergâhlara akın akın ediyor. Hiç kuşkusuz Yunus’un buna kayıtsız kalması düşünülemezdi. Nitekim dergâhın kapısına vardığında ilk iş omzundan heybesini indirip Şeyhin huzuruna çıkmak olur. Yunus bu ya, hemen beraberinde getirdiği alıçlardan o büyük zata ikram edip üç gün dergâhta misafir edilecektir. Malumunuz, Müberra Dinimizde misafirin hakkı üç gündür. Derken Yunus üç gün boyunca yedirilir içirilir ama bu arada Yunus’un üç gün boyunca ara sıra da olsa seyre daldığı gözlerden kaçmaz. Yunus’un aklı uzaklardadır hep, en çokta köyünü ve aç insanların halini düşünüyordu. İşte bu düşünceler eşliğinde artık dayanamayacak noktada müritler aracılığıyla Şeyh’ten müşkülünün halledilmesini ve çoluk çocuğun gözleri yolda kaldığını arzı endam eyleyecektir. Bunun üzerine Şeyh’ten cevap gecikmez:
-Yunus’a söyleyin gönlü buğdaydan mı yana, yoksa himmetten mi yana?
Yunus:
-Ben himmeti neydeyim, bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk açken nefes ne çare ki?
Yunus:
-Ben himmeti neydeyim, bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk açken nefes ne çare ki?
Şeyh:
-Varın Yunus’a deyin ki beraberinde getirdiği alıçların her bir tanesi için bir nefes vereyim.
Yunus:
-Ama nefes karın doyurmaz ki, lütuf buyursun buğday versinler der.
Şeyh bu kez:
-Varın söyleyin her alıç çekirdeğine on nefes vereyim.
Yunus hala inadım inat:
- Ben nefesi neydeyim, bana buğday gerek der.
En nihayetinde ‘madem öyle peki’ denilip bineğine buğday yüklenir. Ve sırtlanıp yola koyulur da.
Yunus yola koyulur koyulmasına ama yollar uzun, yollar sessizdir. İşte bu fırtınadan önce sessizlik içerisinde yorgun düşmüş bitap halde bir dağ yamacına tırmandığında kendi iç dünyasıyla baş başa kalacaktır. Şimdi tamda iç muhasebe yapma zamanıydı, nefis muhasebesine girer de. Neyse ki nefsiyle olan savaşı kazanmasını bilecektir. Böylece Yunus buğday kaygısını yener yenmez, Şeyhin eteğine yapışmak için tekrar geri dönmeye karar verir o an. Kapıya varıp Şeyh’e pişmanlık dileklerini ilettiğinde Şeyh onun hakkında;
En nihayetinde ‘madem öyle peki’ denilip bineğine buğday yüklenir. Ve sırtlanıp yola koyulur da.
Yunus yola koyulur koyulmasına ama yollar uzun, yollar sessizdir. İşte bu fırtınadan önce sessizlik içerisinde yorgun düşmüş bitap halde bir dağ yamacına tırmandığında kendi iç dünyasıyla baş başa kalacaktır. Şimdi tamda iç muhasebe yapma zamanıydı, nefis muhasebesine girer de. Neyse ki nefsiyle olan savaşı kazanmasını bilecektir. Böylece Yunus buğday kaygısını yener yenmez, Şeyhin eteğine yapışmak için tekrar geri dönmeye karar verir o an. Kapıya varıp Şeyh’e pişmanlık dileklerini ilettiğinde Şeyh onun hakkında;
-Himmet vermek bizden geçmiştir artık. Onun nasibi Sakarya illerinde Tabduk Emre elindedir, varsın o’na gitsin hükmünü verir. Gerçektende işaret edilen yere vardığında “Senin dergâhına eğri odun yaraşmaz” derecede hizmet edecektir.
Evet, Hak ve hakikat yolunda hizmete ram olmalı ki şeytan ve nefis boş anımızdan istifade edip bizi avlamasın. Bakın bir adam elindeki iğneyle giysisini sürekli söküp dikiyormuş. Etraftan merak edip nedir bu halin diye sorduklarında, o da cevaben şöyle der: “Nefsim beni meşgul edeceğine ben nefsimi meşgul ediyorum.” Öyle ya bir insan hele boş olmaya dursun hemen dedikodu kazanını kaynatacağı muhakkak. Nitekim dedikodunun olduğu yerlerde şikâyetlerde çok olmakta. Malum vakıf hizmetleri olmadan önce şikâyetlerin biri bin dersek yeridir. Allah’a çok şükürler olsun ki Sadatların kurmuş olduğu vakıf hizmetleri sayesinde şikâyetlerin çoğu minimum seviyeye indi diyebiliriz. Çünkü hizmetten dedikoduya zaman kalmayacaktır. İşte bu nedenle, Sadatlar zerre miskalde olsa vakıf hizmetlerin ucundan kıyısından tutanlara 'Allah razı olsun' niyazıyla himmet ediyorlar da. Sadatların razılığını kazanan Allah’ın rızalığını da kazanacağı muhakkak. Bu ne büyük nimettir ki hizmeti sofilerin ta ayağına kadar gelmiş durumda. Eskiden hizmet Sadatların ikamet ettikleri dergâhlarla sınırlıydı. Artık hizmeti çok uzaklarda aramaya gerek kalmadı, şimdi hizmetler her tarafta. Değim yerindeyse hizmet yanı başımızda. Üstelik gözden uzak yerlerde yapılan hizmet daha efdal olmakta. Çünkü diğerinde Sadatlar görsün diye hizmet etme düşüncesi ağır basabiliyordu. Şimdi Sadatların gıyabında yapılan hizmetlerde bu tür düşüncelerin akla gelmesi zor gibi gözüküyor. Kaldı ki Sadatlar sofilerin ahiretini ön plana almaları gerektiğini, şayet ahiret ön plana alınırsa dünyanın da sofilerin peşine takılacağını müjdeliyorlar. Hizmet o kadar büyük bir nimettir ki Uhud’da yapılan savaş gibi mukaddes addediliyor. Şayet okçular hizmet alanını boşaltmasalardı Uhud zaferine gölge düşmeyecekti. Nitekim Allah Resulü “Sakın ola ki yerinizden ayrılmayasınız, kesin zaferimizi görseniz de, bulunduğunuz yeri terk etmeyin” uyarısını yapmasına rağmen hizmette nöbeti terk etmenin ne demek olabileceğini bu olayla idrak ettik. Nasıl ki evimizi barkımızı bırakıp terk edemiyorsak hizmet alanlarını da terk etmemek gerekir. Bakın Saadatlar hizmetten geri kalmadıklarından bu sevgi yolunun alevi git gide dahada yükseliyor. Tabii ki Allah Resulünün yolunu yol bildikleri için irşat hizmeti ivme kazanmakta.
Oldu ya bir insan ben hizmet yapmaktan acizim diyorsa hiç olmazsa bari istişare halkasında bulunsun o bile hizmettir. Böylece istişarelerde kimin ne düşündüğü ortaya çıkmış oluyor. Böylece istişareler sayesinde hiç ummadığımız ilginç fikirler ortaya çıktığı gibi katılımcılık anlayışının gelişmesine de katkı sağlanmış olunuyor. Sadatlar istişare halkasında bilhassa görüş belirtilmesini istiyorlar da. Mesela Sadatlara bir şey danışıldığı zaman genellikle “Siz bilirsiniz” cevabını veriyorlar. Oysa bu cevapla bizim fikrimizi öğrenmek istiyorlar. O halde bu durumda bize “Efendim biz bilmeyiz, ne emir buyurursanız onu yapacağım” deyip kararlılık sergilemek düşer. Teslimiyet göstermek gerekiyor ki istenilen hususta nihai cevabı alabilelim. Dahası; Allah dostlarının huzurunda usulü adabınca fikir serd edip danışmak lazım gelir. Hani bir atasözümüz var ya ‘danışan dağları aşmış danışmayanın yolu şaşmış” diye, aynen öyle de istişareden çıkan karar görüşümüze ters düşse de uymak icap eder. Ancak şu da var ki tasavvuf büyüklerinin dilinden sadır olan beyanlar istişare edilemez, sadece o güzel beyanları nasıl uygulayabiliriz noktasında fikir teatinde bulunabiliriz, bunun dışında haddi aşmak olur. Bakın Gavs-ı Sani (k.s) vakıf hizmetleri hakkında ne diyor: “Vakıf hizmetleri Allah Resulünün işi olduğu için kurduk.” Zaten Osmanlıyı üç kıtada başarılı kılan da vakıf ruhuydu. Malum ecdadımızın kurdukları vakıf medeniyeti sayesinde aç’a aş, açığa bez verildi. Böylece yaralar sarıldı ve sevgi iklimi oluşturularak toplumsal aydınlanma gerçekleşti. Gerçektende tarihi süreç içerisinde vakıf faaliyetlerine baktığımızda yapacakları işlerde hep istişareyle yol almışlar, yani istişareden çıkan kararlarla hizmetlerin kalitesi artırılarak devletin omzundaki yük hafifletilmiştir. İşte Sadatlarda tamda tarihi kodlarımızda mevcut olan vakıf ruhunu çağımızda yeniden canlandırmak istiyorlar. Madem öyle, ne mutlu el ele gönül gönüle verip hizmet kervanında karınca kaderince katkıda bulunabilene. Sadatlar sevgiyi esas alan bu vakıf ruhuyla insanın güzel ahlak sahibi olmasına yönelik sorumluluk almanın idrakiyle hareket ediyorlar, tek davaları dinimize, milletimize, devletimize bağlı aklı hür, fikri hür, vicdanı hür vatana hizmetkâr bireylerin yetişmesini sağlamaktır. Gerçekten de insanlığın vakıf ruhuna çok ihtiyacı var. Baksanıza etrafımıza üşüşen o kadar çok harami var ki, bizi değerlerimizden uzaklaştırmak için habire her türlü çirkin tezgâhı kurmakta beis görmüyorlar. Haramiler çirkin tezgâh üstüne tezgâh kura dursunlar, bize düşen kalplerimizi kirletecek oyunlara pabuç bırakmayıp gönlümüzü Rabbani âlimlerin gönlüne bağlamak olmalıdır. Yeter ki kalbimizi başka alanlara kaptırmayalım gerisi gelir elbet. Allah korusun gönlümüzü haramilere kaptırırsak zarar görürüz. Bu yolun adabı gönlü tek noktada toplamaktır. Bakın, İmam Malik, İmam Şafi’nin yanında yirmi sene kalıyor, hocası kaldığı on sekiz yılını adap ve edepten son iki yılını da ilimden bahsediyor. Bu durumu anlatırken diyor ki; “Ah keşke son iki yılını da usul erkân ve adaptan bahsetseydi.” İşte bu sözlerden adabın çok büyük önemi ortaya çıkıyor. Teslimiyet noktasında kalb tek odakta toplanmalı. Elbette ki muhabbet noktasında ailemizi, milletimizi, devletimizi, ehli beyti, arkadaşlarımızı sevebiliriz hatta ve hatta istişare edebiliriz de. Ancak bu saydığımız ve buna benzer unsurları ölü teneşirindeki ölü yıkayıcısının elinde teslim olur tarzda ki gibi muhabbet duyamayız. Yani sevginin de bir ölçüsü var, ölçü aştığında değer addettiğimiz her şey zarar görür. Öyle ki ehlibeyt neslinden gelenler Seyyidlerimiz; “Bize Sadat demeyin, bizlerin hiç kimseye faydamız olmaz, ancak istişare noktasında faydamız olabilir. İrşat noktasında fayda mürşid-i kâmildir” diyorlar. Hatta ‘Hazret’ ifadesi de Allah Resulünün yoluna tabii mürşid-i kâmil dışında hiç kimse için kullanılması adaba mugayir olarak addediliyor. Anlaşılan herkesin yeri farklıdır. Taşları yerli yerinde ayarlamalı. Bir mürşit ne kadar büyük olursa olsun Sahabenin ayağındaki tozu olamaz, keza bütün Peygamberlerin toplamı Allah’ın sıfatlarından birinin önüne geçemez. Yine tüm sofiler bir yekûn teşkil etse bir mürşit olamaz. İşte had hudut bu, madem öyle ‘edep ya hu’ demek düşer bize.. O halde had hudut bilmeli, haddi aşanlar tarihte olduğu gibi akıbetleri de helak olmuştur. Bir insan âlimdir, ama bir edebi terk ederse ne işe yarar ki. İlla ki edep şarttır. Ehlibeyt evlatlarına ‘Seyyidim’ diye hitap edilebilir, ama bunun dışında bir misyon yüklemek haddi aşmak olur. Kim olursa olsun teslimiyet noktasında başka alanlara muhabbet kayıyorsa düzeltmeli. Düzeltmeli ki beyin dağarcığımızda doğru tasavvuf anlayışı yerleşebilsin.
Nasıl ki Rasulullah (s.a.v) Mescid-i Kıbleteyn de namaz kılarken kıblesini değiştirip Mescidi Harama doğru durduğunda namaz anında gelen ayet-i kerimelerden habersiz bir kısım sahabe hiç tereddüt etmeden teslimiyetin gereği Allah Resulü ile beraber dönüp kıbleye yöneldilerse, pekâlâ sofilerde Sadatların Ümmet-i Muhammed’e yönelik hizmet faaliyetlerine tereddütsüz teslim olmasını bilmeli.. Belli ki teslimiyet bilinci sayesinde bir kısım sahabe cennetle müjdelenen on kişi manasına aşere-i mübeşşire unvanına layık görüldüler. O halde Sadatların Ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenen hizmet kervanında da aynısı olmalı. Malum sahabelerden tereddüt edenler olmuştu, Resulullah (s.a.v) tereddüdü olana da namazın akabinde vahy olunan ayeti okuyarak tereddütlerini izale etmiştir. Eğer vakıf faaliyetlerinde en ufak şüphe duyan varsa şu iyi bilinsin ki bu işin baş tacı bizatihi Allah ve Resulünün işi olduğunu buyuran bizzat Sadatlardır. Bilmem başka söz söylemeye gerek var mı? Bu açıdan hizmet deyip hafife almamalı. Kaldı ki bu iş Sadatları bile aşmıştır. Çünkü dedik ya onların beyanlarından anlaşılan hizmetin Allah ve Resulünün işi olduğu yönündedir. Yani bu iş falancı Seyyid'in, falancı yöneticinin vs. işi değil. Öyle görünüyor ki bu iş başka. Madem öyle bu işin semeresi dünyada da verilmeli beklentisi içerisine girmemeli. Tıpkı Osmanlıda olduğu gibi bu vakıf hizmetleri ahrete yönelik olup içinde nice bilmediğimiz ecirleri bağrında taşıyan bir kurtuluş reçetesidir. Bilhassa bu hizmet bilinci Allah ve Resulünün işi olması hasebiyle ahır zaman ümmeti için son fırsat teşkil ediyor. Bakın, Gavs-ı Hizan-i (k.s) “Saadat-ı Nakşibendiyye’nin asıl evladı, onların mirasını alandır” beyan buyurmakla kendilerine değil yollarına takılmamızı gerektiğini vurguluyorlar. Dolayısıyla hizmeti terk edip 'Bana himmet yeterli' demek yersizdir.
Gavs-ı Sani (k.s) asla Seyda Hz.lerinin yanında ziyaret vermezdi. Seyda Hz.leri de babası Gavs’ın yanında öyleydi. Onların derdi davası sadece hizmete koşmaktı. İşte bu yüzden hiç kimse kendi kendine adap, usul, erkân ihdas etmeye kalkışmasın, çünkü yol belli, usul belli. Zira yol bilenle aşılır, bilmeyenle asla. Gavs-ı Bilvanisi (k.s) hiçbir zaman sırtını Suriye'ye doğru dönmezdi, keza yorgun düşse de ayağını o tarafa uzatmazdı. Niçin acaba? Her şey gayet açık, çünkü orada Şah-ı Hazne’nin ruhaniyeti vardı. Yine o abdest alırken bir keresinde on altı defa hop oturur hop kalktığını gören sofiler merak ederler; Efendim bu ne iştir? Cevaben der ki; “Şah-ı Haznenin çocukları oynuyor, onlar oynarken ben nasıl oturup da abdest alayım ki?”
Şu bir gerçek Gönül Sultanlarının işi kendi evimizin işinden öncelikli olmalıdır. Kendi başımıza yaptığımız işler güzel olsa bile o iş ferdidir, teşbihte hata olmaz padişahın işini iş bilirsen hizmet tam olur. Zaten hizmet bilincine vakıf olunduğunda ‘müminin istikameti velinin kerametidir’ gerçeği beraberinde gelecektir. Elbette ki hizmet zahmetli iştir, ama ne kadar zahmet o kadar ecir vardır. Böylece onca hizmet sayesinde rahmet deryasında gül deste olunacaktır. Neydik edip mutlaka gücümüz nisbetinde hizmetin bir ucundan tutmalı ki kurtuluşumuza vesile olsun. Bu nedenle Gavs-ı Sani (k.s) “Dünya melun, sadece Salih niyet hariçtir. Dünyada kötülük artmıştır, ahir zamandayız. Kötülüklerden uzak kalın, ancak karşınızdaki ikna edeceğinize inanıyorsanız anlatın. Aksi takdirde hiç bir şekilde kötülerle bulunmayın. Çünkü ondaki kötü ahlak zamanla sana da sirayet eder. Hırsızla oturan zamanla hırsız olabiliyor, itikadı bozuk olanlardan uzak kalmak da yarar var. Dostlarınızı iyi seçin. Veli ile oturan veli olur. Katille oturan katil olur” buyuruyor.
Bir şehrin fazıl şehir olabilmesi için önce alt yapının sağlam olması gerekir. Alt yapı olmazsa o şehir viranedir. Aynen öyle de tasavvufta hizmette vücut şehri için altyapı hükmündedir. Madem öyle hizmet nimetini elimizden kaçırmamak gerektir, Ümmeti Muhammed’in hizmetinde herkes üzerine düşeni yapmalı da. Zira hizmet vasıtalarının bize ihtiyacı yok, asıl bizim ihtiyacımız var. Düşünsenize şayet bir cami yapımında hizmet ettiysen öldükten sonra bile o hizmet baki kalıp sadaka-i cariye olarak hanene yazılacaktır. İşte bu yüzden Ümmeti Muhammed’e hizmet yolunda sürekli istişare edin, zira hizmet istişaresinde aldığınız kararların arkasında biz varız diyorlar. Bu yolda asla ben yaptım, ben ettim demek yok, biz yaptık demek vardır. Nitekim Seyda (k.s) sohbet ettiğinde Gavs böyle yaptı, Gavs şunu yaptı derdi hep, hiçbir zaman kendisini ortaya koymazdı. O halde sofilerde Allah dostlarının buyurduğu üzere kendilerini toprak veya tezek görmeli. Zaten kendini gören taş gibi suya batacaktır. Fakat kendini tezek gördüğünde suyun yüzünde kalacağı muhakkak. O halde Yavuz Sultan Selim gibi ‘Hadim’ül Haremeyn’ üzere olmalı, Ümmet-i Muhammed’e hizmet yolunda sürekli bir hizmetin ucundan mutlaka tutmak elzemdir. Şayet ‘Hadim’ül Haremeyn’ veya ‘Müslümanların hizmetkârı’ olmak diye bir derdimiz varsa asla hizmetten geri durmamalı. Gavs-ı Sani (k.s) “Eğer bu hizmetleri Ümmet-i Muhammed’in hayrına açmasaydık kargaşa olacaktı. Hizmet edenlerden razıyız. Hiç kuşkusuz Allah’da razı olur. Siz vızıldayın gerisi gelir elbet, yani bal yapmakta beraberinde gelir. Ha gayret, biraz daha hizmet... Yeter ki Ümmet-i Muhammed’e hizmette niyetinizi Allah için kurun. Niyetsiz amel ne işe yarar ki. Bakın diğer sahabelerin amelleri Hz. Ebu Bekir'den fazla idi. Fakat Sıddık-ı Ekber sadakat ve teslimiyette üstündü. İşte Hz. Ebu Bekir (r.a)’ı sıddık yapanda bu sadakati ve teslimiyeti idi. Bu dünya bir han gibidir. Ahiret yolcusu bütün hazırlığını bu handa yapmalıdır. Yolda tedarik görülmez. Zira hizmet kervanı yoldadır. Böylesi bir yolculuğun geri dönüşü olamaz. Bu yolda Allah Resulünün izinden yürümek ve Sadatlara mutabaat etmek en güzel hizmettir” beyanıyla ne yapmamız gerektiği gayet net ortada. Gerçekten de görüldü ki Ümmet-i Muhammed’in hizmetine yönelik organizasyonlar sayesinde hizmetler belirli plan, program ve edep çerçevesinde seyredip her şey yerli yerine oturmakta. Bize düşen yapılan hizmetin hakimi değil hadimi olmaktır. Besbelli ki bu hadimiyet koşusu sıradan bir koşu değil, bilakis kıyamete dek sürecek uzun soluklu Horasani hizmet koşudur Ancak bu hizmet koşusunda sıratı müstakim üzere olmak şarttır. Önce nefis terbiyesine kendimizden başlamalı ki, etrafa ışık saçabilelim. Madem Sadatlar gece gündüz demeden Ümmet-i Muhammed’in hizmetine hizmet etmekten bir an olsun geri kalmıyorlar, bizde bu hizmet kervanında yer almalı. Kaldı ki onlarında çoluk çocuğu ve torunları var ama bir bakıyoruz öncelikleri Ümmet-i Muhammed adına hizmet etmekle meşguller. Elbette Sadatlar bizden büsbütün ailenizi, çoluğunuzu çocuğunuzu ihmal edin sürekli hizmet edin demiyorlar. Bilakis bizden istedikleri biraz gayret, biraz vızıldamaktır. Ki; gayret edenden şeytan kaçar. O halde hizmet peteklerinin sayısını artıralım ki tüm insanlık necat bulsun.
Velhasıl-ı kelam bu bilinçle inşallah “Hizmet nimettir” sözü davranış biçimimiz olur.
Vesselam.
Evet, Hak ve hakikat yolunda hizmete ram olmalı ki şeytan ve nefis boş anımızdan istifade edip bizi avlamasın. Bakın bir adam elindeki iğneyle giysisini sürekli söküp dikiyormuş. Etraftan merak edip nedir bu halin diye sorduklarında, o da cevaben şöyle der: “Nefsim beni meşgul edeceğine ben nefsimi meşgul ediyorum.” Öyle ya bir insan hele boş olmaya dursun hemen dedikodu kazanını kaynatacağı muhakkak. Nitekim dedikodunun olduğu yerlerde şikâyetlerde çok olmakta. Malum vakıf hizmetleri olmadan önce şikâyetlerin biri bin dersek yeridir. Allah’a çok şükürler olsun ki Sadatların kurmuş olduğu vakıf hizmetleri sayesinde şikâyetlerin çoğu minimum seviyeye indi diyebiliriz. Çünkü hizmetten dedikoduya zaman kalmayacaktır. İşte bu nedenle, Sadatlar zerre miskalde olsa vakıf hizmetlerin ucundan kıyısından tutanlara 'Allah razı olsun' niyazıyla himmet ediyorlar da. Sadatların razılığını kazanan Allah’ın rızalığını da kazanacağı muhakkak. Bu ne büyük nimettir ki hizmeti sofilerin ta ayağına kadar gelmiş durumda. Eskiden hizmet Sadatların ikamet ettikleri dergâhlarla sınırlıydı. Artık hizmeti çok uzaklarda aramaya gerek kalmadı, şimdi hizmetler her tarafta. Değim yerindeyse hizmet yanı başımızda. Üstelik gözden uzak yerlerde yapılan hizmet daha efdal olmakta. Çünkü diğerinde Sadatlar görsün diye hizmet etme düşüncesi ağır basabiliyordu. Şimdi Sadatların gıyabında yapılan hizmetlerde bu tür düşüncelerin akla gelmesi zor gibi gözüküyor. Kaldı ki Sadatlar sofilerin ahiretini ön plana almaları gerektiğini, şayet ahiret ön plana alınırsa dünyanın da sofilerin peşine takılacağını müjdeliyorlar. Hizmet o kadar büyük bir nimettir ki Uhud’da yapılan savaş gibi mukaddes addediliyor. Şayet okçular hizmet alanını boşaltmasalardı Uhud zaferine gölge düşmeyecekti. Nitekim Allah Resulü “Sakın ola ki yerinizden ayrılmayasınız, kesin zaferimizi görseniz de, bulunduğunuz yeri terk etmeyin” uyarısını yapmasına rağmen hizmette nöbeti terk etmenin ne demek olabileceğini bu olayla idrak ettik. Nasıl ki evimizi barkımızı bırakıp terk edemiyorsak hizmet alanlarını da terk etmemek gerekir. Bakın Saadatlar hizmetten geri kalmadıklarından bu sevgi yolunun alevi git gide dahada yükseliyor. Tabii ki Allah Resulünün yolunu yol bildikleri için irşat hizmeti ivme kazanmakta.
Oldu ya bir insan ben hizmet yapmaktan acizim diyorsa hiç olmazsa bari istişare halkasında bulunsun o bile hizmettir. Böylece istişarelerde kimin ne düşündüğü ortaya çıkmış oluyor. Böylece istişareler sayesinde hiç ummadığımız ilginç fikirler ortaya çıktığı gibi katılımcılık anlayışının gelişmesine de katkı sağlanmış olunuyor. Sadatlar istişare halkasında bilhassa görüş belirtilmesini istiyorlar da. Mesela Sadatlara bir şey danışıldığı zaman genellikle “Siz bilirsiniz” cevabını veriyorlar. Oysa bu cevapla bizim fikrimizi öğrenmek istiyorlar. O halde bu durumda bize “Efendim biz bilmeyiz, ne emir buyurursanız onu yapacağım” deyip kararlılık sergilemek düşer. Teslimiyet göstermek gerekiyor ki istenilen hususta nihai cevabı alabilelim. Dahası; Allah dostlarının huzurunda usulü adabınca fikir serd edip danışmak lazım gelir. Hani bir atasözümüz var ya ‘danışan dağları aşmış danışmayanın yolu şaşmış” diye, aynen öyle de istişareden çıkan karar görüşümüze ters düşse de uymak icap eder. Ancak şu da var ki tasavvuf büyüklerinin dilinden sadır olan beyanlar istişare edilemez, sadece o güzel beyanları nasıl uygulayabiliriz noktasında fikir teatinde bulunabiliriz, bunun dışında haddi aşmak olur. Bakın Gavs-ı Sani (k.s) vakıf hizmetleri hakkında ne diyor: “Vakıf hizmetleri Allah Resulünün işi olduğu için kurduk.” Zaten Osmanlıyı üç kıtada başarılı kılan da vakıf ruhuydu. Malum ecdadımızın kurdukları vakıf medeniyeti sayesinde aç’a aş, açığa bez verildi. Böylece yaralar sarıldı ve sevgi iklimi oluşturularak toplumsal aydınlanma gerçekleşti. Gerçektende tarihi süreç içerisinde vakıf faaliyetlerine baktığımızda yapacakları işlerde hep istişareyle yol almışlar, yani istişareden çıkan kararlarla hizmetlerin kalitesi artırılarak devletin omzundaki yük hafifletilmiştir. İşte Sadatlarda tamda tarihi kodlarımızda mevcut olan vakıf ruhunu çağımızda yeniden canlandırmak istiyorlar. Madem öyle, ne mutlu el ele gönül gönüle verip hizmet kervanında karınca kaderince katkıda bulunabilene. Sadatlar sevgiyi esas alan bu vakıf ruhuyla insanın güzel ahlak sahibi olmasına yönelik sorumluluk almanın idrakiyle hareket ediyorlar, tek davaları dinimize, milletimize, devletimize bağlı aklı hür, fikri hür, vicdanı hür vatana hizmetkâr bireylerin yetişmesini sağlamaktır. Gerçekten de insanlığın vakıf ruhuna çok ihtiyacı var. Baksanıza etrafımıza üşüşen o kadar çok harami var ki, bizi değerlerimizden uzaklaştırmak için habire her türlü çirkin tezgâhı kurmakta beis görmüyorlar. Haramiler çirkin tezgâh üstüne tezgâh kura dursunlar, bize düşen kalplerimizi kirletecek oyunlara pabuç bırakmayıp gönlümüzü Rabbani âlimlerin gönlüne bağlamak olmalıdır. Yeter ki kalbimizi başka alanlara kaptırmayalım gerisi gelir elbet. Allah korusun gönlümüzü haramilere kaptırırsak zarar görürüz. Bu yolun adabı gönlü tek noktada toplamaktır. Bakın, İmam Malik, İmam Şafi’nin yanında yirmi sene kalıyor, hocası kaldığı on sekiz yılını adap ve edepten son iki yılını da ilimden bahsediyor. Bu durumu anlatırken diyor ki; “Ah keşke son iki yılını da usul erkân ve adaptan bahsetseydi.” İşte bu sözlerden adabın çok büyük önemi ortaya çıkıyor. Teslimiyet noktasında kalb tek odakta toplanmalı. Elbette ki muhabbet noktasında ailemizi, milletimizi, devletimizi, ehli beyti, arkadaşlarımızı sevebiliriz hatta ve hatta istişare edebiliriz de. Ancak bu saydığımız ve buna benzer unsurları ölü teneşirindeki ölü yıkayıcısının elinde teslim olur tarzda ki gibi muhabbet duyamayız. Yani sevginin de bir ölçüsü var, ölçü aştığında değer addettiğimiz her şey zarar görür. Öyle ki ehlibeyt neslinden gelenler Seyyidlerimiz; “Bize Sadat demeyin, bizlerin hiç kimseye faydamız olmaz, ancak istişare noktasında faydamız olabilir. İrşat noktasında fayda mürşid-i kâmildir” diyorlar. Hatta ‘Hazret’ ifadesi de Allah Resulünün yoluna tabii mürşid-i kâmil dışında hiç kimse için kullanılması adaba mugayir olarak addediliyor. Anlaşılan herkesin yeri farklıdır. Taşları yerli yerinde ayarlamalı. Bir mürşit ne kadar büyük olursa olsun Sahabenin ayağındaki tozu olamaz, keza bütün Peygamberlerin toplamı Allah’ın sıfatlarından birinin önüne geçemez. Yine tüm sofiler bir yekûn teşkil etse bir mürşit olamaz. İşte had hudut bu, madem öyle ‘edep ya hu’ demek düşer bize.. O halde had hudut bilmeli, haddi aşanlar tarihte olduğu gibi akıbetleri de helak olmuştur. Bir insan âlimdir, ama bir edebi terk ederse ne işe yarar ki. İlla ki edep şarttır. Ehlibeyt evlatlarına ‘Seyyidim’ diye hitap edilebilir, ama bunun dışında bir misyon yüklemek haddi aşmak olur. Kim olursa olsun teslimiyet noktasında başka alanlara muhabbet kayıyorsa düzeltmeli. Düzeltmeli ki beyin dağarcığımızda doğru tasavvuf anlayışı yerleşebilsin.
Nasıl ki Rasulullah (s.a.v) Mescid-i Kıbleteyn de namaz kılarken kıblesini değiştirip Mescidi Harama doğru durduğunda namaz anında gelen ayet-i kerimelerden habersiz bir kısım sahabe hiç tereddüt etmeden teslimiyetin gereği Allah Resulü ile beraber dönüp kıbleye yöneldilerse, pekâlâ sofilerde Sadatların Ümmet-i Muhammed’e yönelik hizmet faaliyetlerine tereddütsüz teslim olmasını bilmeli.. Belli ki teslimiyet bilinci sayesinde bir kısım sahabe cennetle müjdelenen on kişi manasına aşere-i mübeşşire unvanına layık görüldüler. O halde Sadatların Ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenen hizmet kervanında da aynısı olmalı. Malum sahabelerden tereddüt edenler olmuştu, Resulullah (s.a.v) tereddüdü olana da namazın akabinde vahy olunan ayeti okuyarak tereddütlerini izale etmiştir. Eğer vakıf faaliyetlerinde en ufak şüphe duyan varsa şu iyi bilinsin ki bu işin baş tacı bizatihi Allah ve Resulünün işi olduğunu buyuran bizzat Sadatlardır. Bilmem başka söz söylemeye gerek var mı? Bu açıdan hizmet deyip hafife almamalı. Kaldı ki bu iş Sadatları bile aşmıştır. Çünkü dedik ya onların beyanlarından anlaşılan hizmetin Allah ve Resulünün işi olduğu yönündedir. Yani bu iş falancı Seyyid'in, falancı yöneticinin vs. işi değil. Öyle görünüyor ki bu iş başka. Madem öyle bu işin semeresi dünyada da verilmeli beklentisi içerisine girmemeli. Tıpkı Osmanlıda olduğu gibi bu vakıf hizmetleri ahrete yönelik olup içinde nice bilmediğimiz ecirleri bağrında taşıyan bir kurtuluş reçetesidir. Bilhassa bu hizmet bilinci Allah ve Resulünün işi olması hasebiyle ahır zaman ümmeti için son fırsat teşkil ediyor. Bakın, Gavs-ı Hizan-i (k.s) “Saadat-ı Nakşibendiyye’nin asıl evladı, onların mirasını alandır” beyan buyurmakla kendilerine değil yollarına takılmamızı gerektiğini vurguluyorlar. Dolayısıyla hizmeti terk edip 'Bana himmet yeterli' demek yersizdir.
Gavs-ı Sani (k.s) asla Seyda Hz.lerinin yanında ziyaret vermezdi. Seyda Hz.leri de babası Gavs’ın yanında öyleydi. Onların derdi davası sadece hizmete koşmaktı. İşte bu yüzden hiç kimse kendi kendine adap, usul, erkân ihdas etmeye kalkışmasın, çünkü yol belli, usul belli. Zira yol bilenle aşılır, bilmeyenle asla. Gavs-ı Bilvanisi (k.s) hiçbir zaman sırtını Suriye'ye doğru dönmezdi, keza yorgun düşse de ayağını o tarafa uzatmazdı. Niçin acaba? Her şey gayet açık, çünkü orada Şah-ı Hazne’nin ruhaniyeti vardı. Yine o abdest alırken bir keresinde on altı defa hop oturur hop kalktığını gören sofiler merak ederler; Efendim bu ne iştir? Cevaben der ki; “Şah-ı Haznenin çocukları oynuyor, onlar oynarken ben nasıl oturup da abdest alayım ki?”
Şu bir gerçek Gönül Sultanlarının işi kendi evimizin işinden öncelikli olmalıdır. Kendi başımıza yaptığımız işler güzel olsa bile o iş ferdidir, teşbihte hata olmaz padişahın işini iş bilirsen hizmet tam olur. Zaten hizmet bilincine vakıf olunduğunda ‘müminin istikameti velinin kerametidir’ gerçeği beraberinde gelecektir. Elbette ki hizmet zahmetli iştir, ama ne kadar zahmet o kadar ecir vardır. Böylece onca hizmet sayesinde rahmet deryasında gül deste olunacaktır. Neydik edip mutlaka gücümüz nisbetinde hizmetin bir ucundan tutmalı ki kurtuluşumuza vesile olsun. Bu nedenle Gavs-ı Sani (k.s) “Dünya melun, sadece Salih niyet hariçtir. Dünyada kötülük artmıştır, ahir zamandayız. Kötülüklerden uzak kalın, ancak karşınızdaki ikna edeceğinize inanıyorsanız anlatın. Aksi takdirde hiç bir şekilde kötülerle bulunmayın. Çünkü ondaki kötü ahlak zamanla sana da sirayet eder. Hırsızla oturan zamanla hırsız olabiliyor, itikadı bozuk olanlardan uzak kalmak da yarar var. Dostlarınızı iyi seçin. Veli ile oturan veli olur. Katille oturan katil olur” buyuruyor.
Bir şehrin fazıl şehir olabilmesi için önce alt yapının sağlam olması gerekir. Alt yapı olmazsa o şehir viranedir. Aynen öyle de tasavvufta hizmette vücut şehri için altyapı hükmündedir. Madem öyle hizmet nimetini elimizden kaçırmamak gerektir, Ümmeti Muhammed’in hizmetinde herkes üzerine düşeni yapmalı da. Zira hizmet vasıtalarının bize ihtiyacı yok, asıl bizim ihtiyacımız var. Düşünsenize şayet bir cami yapımında hizmet ettiysen öldükten sonra bile o hizmet baki kalıp sadaka-i cariye olarak hanene yazılacaktır. İşte bu yüzden Ümmeti Muhammed’e hizmet yolunda sürekli istişare edin, zira hizmet istişaresinde aldığınız kararların arkasında biz varız diyorlar. Bu yolda asla ben yaptım, ben ettim demek yok, biz yaptık demek vardır. Nitekim Seyda (k.s) sohbet ettiğinde Gavs böyle yaptı, Gavs şunu yaptı derdi hep, hiçbir zaman kendisini ortaya koymazdı. O halde sofilerde Allah dostlarının buyurduğu üzere kendilerini toprak veya tezek görmeli. Zaten kendini gören taş gibi suya batacaktır. Fakat kendini tezek gördüğünde suyun yüzünde kalacağı muhakkak. O halde Yavuz Sultan Selim gibi ‘Hadim’ül Haremeyn’ üzere olmalı, Ümmet-i Muhammed’e hizmet yolunda sürekli bir hizmetin ucundan mutlaka tutmak elzemdir. Şayet ‘Hadim’ül Haremeyn’ veya ‘Müslümanların hizmetkârı’ olmak diye bir derdimiz varsa asla hizmetten geri durmamalı. Gavs-ı Sani (k.s) “Eğer bu hizmetleri Ümmet-i Muhammed’in hayrına açmasaydık kargaşa olacaktı. Hizmet edenlerden razıyız. Hiç kuşkusuz Allah’da razı olur. Siz vızıldayın gerisi gelir elbet, yani bal yapmakta beraberinde gelir. Ha gayret, biraz daha hizmet... Yeter ki Ümmet-i Muhammed’e hizmette niyetinizi Allah için kurun. Niyetsiz amel ne işe yarar ki. Bakın diğer sahabelerin amelleri Hz. Ebu Bekir'den fazla idi. Fakat Sıddık-ı Ekber sadakat ve teslimiyette üstündü. İşte Hz. Ebu Bekir (r.a)’ı sıddık yapanda bu sadakati ve teslimiyeti idi. Bu dünya bir han gibidir. Ahiret yolcusu bütün hazırlığını bu handa yapmalıdır. Yolda tedarik görülmez. Zira hizmet kervanı yoldadır. Böylesi bir yolculuğun geri dönüşü olamaz. Bu yolda Allah Resulünün izinden yürümek ve Sadatlara mutabaat etmek en güzel hizmettir” beyanıyla ne yapmamız gerektiği gayet net ortada. Gerçekten de görüldü ki Ümmet-i Muhammed’in hizmetine yönelik organizasyonlar sayesinde hizmetler belirli plan, program ve edep çerçevesinde seyredip her şey yerli yerine oturmakta. Bize düşen yapılan hizmetin hakimi değil hadimi olmaktır. Besbelli ki bu hadimiyet koşusu sıradan bir koşu değil, bilakis kıyamete dek sürecek uzun soluklu Horasani hizmet koşudur Ancak bu hizmet koşusunda sıratı müstakim üzere olmak şarttır. Önce nefis terbiyesine kendimizden başlamalı ki, etrafa ışık saçabilelim. Madem Sadatlar gece gündüz demeden Ümmet-i Muhammed’in hizmetine hizmet etmekten bir an olsun geri kalmıyorlar, bizde bu hizmet kervanında yer almalı. Kaldı ki onlarında çoluk çocuğu ve torunları var ama bir bakıyoruz öncelikleri Ümmet-i Muhammed adına hizmet etmekle meşguller. Elbette Sadatlar bizden büsbütün ailenizi, çoluğunuzu çocuğunuzu ihmal edin sürekli hizmet edin demiyorlar. Bilakis bizden istedikleri biraz gayret, biraz vızıldamaktır. Ki; gayret edenden şeytan kaçar. O halde hizmet peteklerinin sayısını artıralım ki tüm insanlık necat bulsun.
Velhasıl-ı kelam bu bilinçle inşallah “Hizmet nimettir” sözü davranış biçimimiz olur.
Vesselam.