Türk Edebiyatı Dergisi yayın hayatına girdiği sıralarda Hisar Dergisi de olgunluk zamanlarını yaşıyordu. Mehmet Çınar, aynı paralelde iki dergidense, Hisar etrafında buluşmanın doğru olacağı görüşünü taşıyordu. Türk Edebiyatı'nı çıkaran Ahmet Kabaklı ise duruma farklı bakıyordu. Sanırım edebiyatın yanısıra genel kültürü de kapsam alanına alma gereğini duyuyordu.
Çınarlı, Kabaklı ile bir karşılaşmalarında şöyle bir konuşmanın aralarında geçmiş olduğundan söz ediyordu. Kabaklı, "Hisar'ın bir kardeşi oldu" deyince Çınarlı da "Hisar'ın küçük kardeşi" der. "Küçük" ifadesiyle biraz da küçümsediğini ima etmek ister. Bizler de hem Hisar'da hem Türk Edebiyatı'nda yazmayı sürdürüyorduk. Mehmet Çınarlı bu konuda bizlere herhangi bir imada bile bulunmuyordu. Kabaklı da her zaman sıcak davranıyordu. Kabaklı, çemberi biraz daha genişletme yöntemini izlerken, Çınarlı daha seçici bir tavrı sürdürüyordu. Burada söz yine Mehmet Çınarlı'dan açılmışken, O'nun ilke adamlığına dair bir olayı hatırlatmak istiyorum. Kendisi Anayasa Mahkemesi üyesi iken "Başörtüsü" davasında muhalefet şerhi düşen tek aykırı üye olmuştu. Anayasa Mahkemesi üyelerinden Yekta Güngör O'na, "Çınarlı, önümüzdeki seçimlerde Refah Partisi'nden meclise girebilirsin..." Fakat Mehmet Çınarlı öyle birisi hiç olmadı.
Dostluklar ve uygar ilişkiler aksamıyordu ama alttan alta bir rekabetin olmadığını görmemek de mümkün değildi. Hisar'ın seçici tavrına "İnhisarcı" diyenler ve orada pek yer bulamayanlar Türk Edebiyatı'na kayıyordu.
Hisar'daki yazıları ile yeniden ülke gündeminde yerini alan Cemil Meriç, Türk Edebiyatı'nda da yazmaya başlamıştı. Bu ızdıraplı ve kahırlı fikir adamının "Jurnal''lerinde Türk sağına yönelik eleştirirleri okurken, sağdakilerin birbirlerine tahammülsüzlüklerine örnek olarak Çınarlı ve Kabaklı'yı da zikrettiğini görürüz.
Kendi adıma Cemil Meriç'in bu yargılamalarına büyük ölçüde hak vermişimdir. Ancak Mehmet Çınarlı ile Ahmet Kabaklı'nın korudukları seviyeli ilişkilere yakından tanık olmuş biri olarak, sağdaki birbirine tahammülsüzlüklerin daha ileri boyutlarını da hüzünle yaşamışımdır.
Hisar kapandıktan sonra Türk Edebiyatı'nda yıllarca yazdım. Kabaklı'nın vefatından sonra, Derginin Genel Yayın Yönetmenliğine İsa Kocakaplan getirilmişti. İlişkilerimiz aynı sıcaklıkla sürüyordu.
Eski arkadaşımız Beşir Ayvazoğlu'nun AKP kontenjanından RTÜK üyeliğine getirilmesinden sonra TRT'ye Genel Müdür atanması söz konusuydu. Başvuranlar arasından RTÜK'ün seçeceği üç adaydan birini hükümet tayin etmiş olacaktı.
TRT Genel Müdürlüğü için benim de başvurum vardı. Sadettin Elibol, eski arkadaşımız Beşir Ayvazoğlu ile konuyu görüştüğünü, benim de kendisini arayıp desteğini istememin yerinde olacağını istemişti. Ben de öyle yaptım. Fakat telefondaki Beşir Ayvazoğlu farklı bir havadaydı. Soğuk bir eda ile "Oo merhaba Yahya" diyordu. Beşir Ayvazoğlu'na benden yedi yaş küçük olmasına rağmen hiç bir zaman "Beşir" diye hitabettiğimi hatırlamıyordum.
Kendisinin desteğini istemiş olmam da benim açımdan çok olağan bir haldi. Vaktiyle "Hergün" gazetesinde Kültür Sanat sayfası yönetmiş, MHP çevrelerinin desteklemiş olduğu Divan Dergisi'nin yazı işleri müdürlüğünü yapmıştı. Hatta o görevi üstlenme konusunda Sadık Tural ile Ayvazoğlu arasında bir çekişme yaşandığını da biliyordum.
Beşir Ayvazoğlu girdiği yeni kulvarda geçmişteki çizgisini unutturmayı düşünebilirdi ama, bu durum, dostluk ve arkadaşlıkları da unutmak anlamına gelmemeliydi.
O telefon görüşmesinden sonra kendisiyle mesafeli olmaya karar vermiştim. Kendisinin RTÜK üyeliği sona erdikten sonra Servet Kabaklı O'nu Türk Edebiyatı'nın genel yayın yönetmenliğine getirmişti. İsa Kocakaplan telefonla beni aradı "Abi ben Türk Edebiyatından ayrılıyorum. Senin şiirlerinle ilgili bir dosya vardı, yayına hazır halde Beşir Bey'e devrettim..." diyordu. O dosya yazısı yayınlanmadı. Ben de daha sonra dergiye ne bir yazı, ne de bir şiir gönderdim. Türk Edebiyatı Dergisi'ndeki bazı haber yazılarından adımın özellikle çıkarılması tasarruflarını ibretle izliyordum.
12 Eylül 1980'den sonra abonelerinin ve reklam kaynaklarının kesilmesi üzerine yayın hayatından çekilmek zorunda kalan Hisar Dergisi'ni özlememek elde değildi. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen hâlâ bir efsane gibi anılan Hisar'la ilgili birkaç not ve anekdotu aktarmak istiyorum.
Yazıların tashihleri konusunda Çınarlı'nın titizligi o derecedeydi ki, bu yüzden işten eleman çıkardığını bile görmüştük.
Ergun Bey isminde bir emekli yarbay Hisar'da görevliydi. Bir akşamüstü Mehmet Çınarlı Hisar kitaplığındaki eserlerden birini istemişti. Ergun Bey, "Efendim o kitap burada yok" deyince Çınarlı'nın kaşları çatılmıştı. "Ne demek yok?" Ergun Bey, "Efendim falan bey istedi, O'na verdim" Çınarlı hiddetlenmişti. "Benden habersiz nasıl verirsin Ergun Bey?" Ergun Bey'in rengi solmaya başlamıştı. Hemen araya girdim:"Mehmet Ağabey ben buradaydım, Ergun bey bana sordu, ben de olur dedim". Böyle bir yalana başvurduğum için, hem Ergun Bey, hem de ben rahatlamış olduk. Çınarlı'nın beni sorgu suale çekmeyeceğini de zaten biliyordum.
Fakat ertesi gün Ergun Bey'in kalp spazmından Gata'ya kaldırıldığını duyduk. "Geçmiş olsun"a gittim. Bana minnettarlıklarını ifade ediyordu.
Aradan yıllar geçti. 12 Eylül sonrasıydı. Bir su faturası meselesinden, Sular İdaresi'nin Gençlik Parkı'ndaki binasına gitmiştim. Bir de baktım müdür koltuğunda bizim Ergun Bey oturuyor. Oturduk, konuştuk, eski günleri andık ama, Ergun Bey'in havası değişmişti. Benim işimin Toros Sokağı'ndaki binada görüleceği anlaşılmıştı. Ergun Bey'e veda edip ayrılarak kapıya yönelmiştim ki arkamdan seslendi: "Yahu orada benim de şöyle bir işim var, gitmişken şunu hallet..." Bir an durakladıktan sonra "Ergun Bey ben oraya uğramayı düşünmüyorum" diyerek yürüdüm.
Tarık Buğra'nın "İbişin Rüyası" romanının ilk baskısı Hisar yayınları arasında çıkmıştı. Beş bin adet basılmıştı. Fakat öyle bir dizgi hatası yapılmıştı ki milyonda bir olabilirdi. Romanın bir yerinde, roman kahramanı rakkase ile ilgili şöyle bir cümle yer alıyordu: "Kalçalar yuvarlak ama dar..." Olacağa bakın ki, "ama" kelimesinin ikinci a'sı düşmüştü.
Kitabın dağıtımı durdurulmuştu. Dizgi yanlışlığının elle düzeltilerek Hisar abonelerine hediye edilmesi kararlaştırılmıştı ama, yanlışlık el yazısı ile düzeltilince daha çok dikkati çekiyor, ortaya garip bir manzara çıkıyordu.
Çınarlı'nın dizgi yanlışları ile ilgili titizliği bu olaydan sonra daha had bir safhaya girmişti. Hisar'ın ciddiyeti, karşıtları tarafından da hep takdir edilirdi.
Bundan birkaç yıl önce televizyon programlarından birinde Doğan Hızlan, Selim İleri ile bir söyleşi yapıyordu. Selim İleri geçmiş yıllardan söz ederken şunları söylüyordu: "O zamanlar taşımış olduğun bazı ön yargıları şimdi daha iyi fark ediyorum. Mesela Hisar Dergisi'nde de yazabilirmişim. Kaliteli bir dergi olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum...
O zamanların Hisar karşıtlarından biri olan Doğan Hızlan ise hiçbir yorum yapmaksızın geçiştirme yolunu seçiyordu.
Doğan Hızlan, Hürriyet'te yazmaya başladıktan sonra liberal bir görünüm veriyor idiyse de, eski günlerin ideolojik alışkanlıklarını da yaşatıyordu. "Tarafsızlıkları" da ilişkiler ağına göre değişiyordu. Kendisiyle ilgili fikrimi özetle söylemem gerekirse şunu derim. Doğan Hızlan derinlikli bir eleştirmen olamamıştı. Bir tanıtıcı olarak kalmıştı. Edebiyat ve sanatın derinliklerinden çok yüzeylerinde bir seyir izlemiştir. Oysa kendisine tanınan şansları edebiyatımız ve sanatımız adına daha verimli kılabilirdi.
Taha Akyol'un 12 Eylül öncesi ve sonrası çizgisindeki farklılıkları fazla yadırgayanlardan değildim. Uzun bir sürede, sergilediği geçişleri tutarlı bulduğumu da söyleyebilirim. Kendisi benim "Çağ Sürgünü" kitabımla ilgili olarak da bir başyazı yazmıştı.
Tercüman Gazetesi'nde İttihat ve Terakki hareketi ile ilgili bir dizi yazısında, Enver Paşa'nın "Enver Bey" Talat Paşa'nın "Talat Bey" olarak sahnede yer aldığı zamanları sözkonusu ettiği kısımda, Talat Bey'in fotoğrafı altındaki “Talat Paşa" ibaresinin bir dalgınlık eseri olabileceğini söylemek için telefonla aradım. Soğuk bir ses tonuyla, "Hayır öyle değil, benim yaptığım doğrudur." cevabını aldım.
Ancak yine de eski tanışıklığın hatırını gözeterek, firsat doğdukça ilişkilerimi sürdürmeye çalıştım.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri için "Türkî Cumhuriyetler" sözünü tedavüle sokan da Taha Akyol'du. Bunu yadırgamış olmama rağmen Türk Dünyası ile ilgili duyarlılıklarını sürdürdüğünü görüyorduk. Bu yüzden TÜRKSAV olarak kendisine "Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”nü de Çankaya Köşkü'ndeki törenle vermiştik. Benim kanaatimce Taha Akyol'un kalemi "kıvırtma" değil "kıvraklık" üretebiliyordu. Yani bir fikir adamlığı yanı hep olmuştur.
Ancak son yıllardaki "neoliberal" yaklaşımları için artık farklı düşünmeye başladım. Çünkü bu "neoliberal" akıntıların Türkiye'nin hayrına olmadığı endişesini taşıyorum.
Fikir adamlarından beklenen de "Ne yardan geçebiliyor ne serden..." yargısını bozmayı göze alabilmektir.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...