HİKÂYE

Abone Ol
En kolay anlatılan şey, başkalarının hikâyeleridir… Başkasına ait hiçbir şey, kendimizinki gibi canımıza dokunmaz çünkü… Çünkü onlarındır o hikâye… Başkasının… Birinin… Herhangi birilerinin… Ve içinde kendimin olmadığı bir şeyin içinden çok kolaydır çıkmam... Belki bakar geçerim… İstersem de kalırım tabii… Kolaydır dışarıdan izleyen olup fikir yürütmek ve konuşmak… Ki her ne ise o hikâye fark etmez!

Başkalarının hikâyelerindeki her şey bizi etkiler elbette… Duygusunu kendimizden biliriz çoklukla… Yaşarız başkalarının hikâyelerinde biraz da… Ama, hep kendimizi yerine koyarak… Empati dediğimiz şey yani… Aslında hepsinde de kendimizden yola çıkarız yine… Yani başkasına değil, kendimizin öyle bir durumdaki hâli için oluşur o his…

Herkesin hikâyesi kendine aittir ve biriciktir… Tektir ve sarfı tamamen kendi sorumluluğundadır. Ne yazmak isterse, nasıl yazmak isterse öyle olur o hikâye… “Kendi hikâyemize ne kadar sahip çıktığımız?” tam da burada sorulması gereken sorudur!

Okuduğumda çok etkilendiğim bir yazıydı. Sizlerle de paylaşmak isterim.

Alastair Mcalpine, ölümcül hastalıklara yakalanan çocuklarla çalışan bir doktordur. Çocuklara hayatta nelerden zevk aldıklarını, hayatlarına neyin anlam kattığını sorar. Aldığı cevapları da şöyle listeler:

Evcil hayvanlarıyla geçirdikleri zamanlarda çok mutlu olduklarını… Hepsinin kitapları ya da hikâye anlatılmasını sevdiğini...  (“Harry Potter bana kendimi cesur hissettiriyor.”,  “Uzayda geçen hikâyelere bayılıyorum.”, “İyileşince Sherlock Holmes gibi iyi bir dedektif olmak istiyorum.” demişler) Çocukların çoğu, başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğünü daha az kafaya takmış olmayı ve kendilerine ‘normal bir insan’ gibi davrananlara daha çok değer vermiş olmayı dilediğini... (“Gerçek arkadaşım saçım dökülünce bunu hiç umursamadı.”) İyi huylu hemşirenin çektiği acıyı hafiflettiğini… Hemen hepsi kendilerini güldüren insanları çok sevdiğini… Hepsi aileleri ile geçirdikleri zamanlarda çok mutlu olduklarını (“Kız kardeşim beni sımsıkı kucaklar.” “Beni hiç kime annem gibi sevemez.”) söylemiş.

Bunlar çocukların, keşke daha çok yapabilseydim dediği şeyler aynı zamanda… İbret alınası değil mi?

Hariku Murakami der ki: “Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız. Nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olamayacaksınız. Ancak bir şey kesindir; fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya girenle aynı insan olmayacaksınız.”

Hiç ummadığın şeyler gelebilir başına… Bazen beklemediğin güzelliklerle karşılaşabilirsin… Bazen canın çok yanabilir…

Açık bir kitaptır hayat… Mühim olan onu okumak…

Hep söylerim: “Herkesin hikâyesi birbirinin benzeridir ve aslında bir o kadar da değildir! Hepimize verilmiş bir gün 24 saattir… Uyku şart. Geri kalanında ne yaptığın senin seçimlerindir… Seçimlerime dikkat edersem hikâyeme sahip çıkmış olmaz mıyım? 

Ne güzel söylemiş Mahatma Gandhi: “Düşüncelerine dikkat et, sözlere dönüşüyorlar. Sözlerine dikkat et, eyleme dönüşüyorlar. Eylemlerine dikkat et alışkanlıklara dönüşüyorlar. Alışkanlıklarına dikkat et, kişiliğine dönüşüyorlar. Kişiliğine dikkat et, kaderin oluyor.”

Kuranı Kerim’de “Gayret et!” emri verilir. Sözlü ve fiilî dua da Allah gayretimizi görsün diyedir... Peygamber Efendimiz bir gün yüzüğünü çeviriyorlarmış. Ayet inmiş: “Ben seni boş vakit geçiresin diye yaratmadım yâ Muhammed.” Her an bir hareket bekleniyor bizden!…

Yaptığımız her ne varsa kendimizin ve tümün hayrına olmasına dikkat ediyor muyuz?

Zaman… Akıyor… Ne hayrın oluyor kendine? Ne hayrın oluyor etrafına? Geriye ne kalıyor senden? Evet!... Şimdi düşün ve harekete geç!... 

Senin hikâyen nasıl ve nasıl olsun diye çalışıyorsun?