Hepsi bu!

Abone Ol

Uzun zamandır yazıya bu kadar zaman ayırmamış, kaleme bu kadar dokunmamış, yazıp sildiklerime aldırış etmeksizin; sildiklerime değil de yazabileceklerime bu kadar değer katmamıştım…

Baktığım yerin, soluduğum havanın, hissettiğim dünyanın ederi; bir önceki dokunuşlarımdan daha farklı, daha değerliydi sanki…

Kayıp giden; tutamadığım, yetişemediğim, önleyemediğim kopuşlar vardı ve ben, büyüdüğüm sokağın sanki hiç bitmeyecek yalnızlığında, sanki her an sönecekmiş gibi titreyen sarı ışığının altında, kayboluyor gibiydim…

Sen, ben, o, beri, öteki gibi duvara konuşuyordum işte bende, sadece duvara…

Yorgun, yılgın, gelip geçen düşmemek için, dinlenmek veya nefes almak için elini uzatmasa, omzunu dayamasa... Sanki hemencecik orada yıkılacak olan duvara…

***

Bayburt…

Benim yenilmişliğimin başkenti…

Bilemedin özetiydi işte…

Kendi başarısızlığım veya başarısızlıklarımın kılıfı mıydı bilmiyordum ama her zayıf düştüğümde boynuna acımasızca ilmiği geçirdiğim başkentimdi işte!

Sanki onu asınca, ondan kurtulunca huzura erecektim ve günahlarım biraz daha hafifleyip, sadece arafta değerlendirilecektim…

Onu öldürdüğümde, içimi ve bedenimi sanki daha farklı bir huzur kaplayacak gibiydi…

Hani şu, inandığı dava uğruna, gömlek düğmelerini kopararak bağrını açıp, “beni de vurun” diyen; kimine göre "cesur", kimine göre "aptal" adamlar gibiydim Bayburt’un ıssızlığında…

***

Yazacak, şükredecek veya kahredecek çok şey var belki ama hepsi bu işte…

Şimdilik, hepsi bu!



Not: Sabah 6'lardan gece yarılarına kadar tam 9 gün... Uzaktan dertleştiklerimle birlikte 62 köy; 10'larca insanla "hoş" ve 100'lerce yıkılmaya yüz tutmuş "boş" ev ile sohbetin ardından yazılmıştır... Gün ışığı gülüşlü "çocuklar" ve ışığın kaynağı "analarla" şakalaşmalarım bu yazının dışındadır!