Ankara’da kur’ada elime çektiğim “Sultandağı Ortaokulu” beni Bayburt’tan Erzurum’dan alıp batıya savurmuş oluyordu. Ne var ki hiçbir atlasta Sultandağı’nı bulamıyordum. Afyonkarahisar’ın ilçesiydi ve yeniydi.
Gecenin ortasında indiğim Sultandağı tren istasyonunda çevreye bakıyorum, hiçbir hayat belirtisi yok gibi. Girdiğim istasyon binasında, on dört numara gaz lambası ışığında, okkalı resmi resmi şapkalı, uykusuzluktan göz kapakları şişmiş, patates burunlu orta yaşlı memur telefonla konuşuyor. Konuşması bitince, “Ben buraya tayin oldum…” diye başladığım cümlemi tamamlatmadan, yüzüme de, bakmadan, ilgisiz bir ses tonuyla “Dışarıda posta arabası gitmediyse yakala…” diyor.
Dışarı çıkıp karanlıkta sağı solu araştırırken tatar arabasının tekerlek sesini duyuyordum. Koşup durduruyorum, bavulumu ve yatak dengimi yüklüyorum. Arabacıya kendimi tanıtıyorum, konuşuyoruz… Tatar arabası tangır tungur ilerliyor. Fakat Sultandağı ortada yok. Kasaba epeyce ötedeymiş. Ama bir cılız ışık bile göremiyorum. Meğer elektriği yokmuş. Derken ay doğuyor, ben yine hüzünlere dalıyorum. Meslek hayatımın dört yılını burada geçirecek, hem zengin hem buruk hatıralarla dolu olarak kendimi Başkent’te bulacaktım.
Beni Ankara’ya çeken Hisar dergisiydi. Öğrencilik yıllarımdan beri izlediğim üç dergiden biriydi. Diğer ikisi Varlık ve Türk Dili’ydi.
Varlık dergisi, zamanla sol ideoloji güdümlü bir edebiyat anlayışına hızla yelken açmaya başlamıştı. Türk Dil Kurumu’nun yayın organı Türk Dili dergisi de benzer bir doğrultuya giriyordu. Türkçe üzerine oynanan oyunlar sonucu yapay bir dil olgusu ile karşı karşıya olduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Şiirde ‘ikinci yeni’ akımı bu dergileri teslim almış gibiydi. İkinci yeni akımın Türkçe’nin ifade sınırlarını genişletmek gibi bir işlevi olduğunu da gördüğümü, bundan yararlanmaya çalıştığımı da itiraf etmeliyim.
Hisar dergisi ise ‘Yaşayan Türkçe’ anlayışını benimsiyor, geleneği ret ve inkâr etmeden yeniliği yakalamaktan yanaydı. Esasen ‘Garip’ akımının öne sürdüğü ‘serbest şiir’ algılaması da sonuç olarak bir şiir enflasyonuna dönüşmüştü. Ben serbest şiiri temelde benimsemiştim. Ancak bunu başıboşluk şeklinde algılamıyordum. Divan Edebiyatı’nı Halk Edebiyatı’nı bilerek bu vadide şiir yazılacağına inanıyordum.
Ayrıca şiir yolculuğunda kara kılarken kendime şunu sordum: Aruzla yazsam Fuzuli’yi, heceyle yazsam Karacaoğlan’ı aşabilir miydim? İçimden gelen cevap olumsuzdu. Şu halde dedim, bu ‘Serbest şiir’de bir şans yakalayıp özgünlüğü elde etmek mümkün olabilir. Klasik edebiyattan beslenirken, çeviriler yoluyla da olsa dünya şiirinden izdüşümleri edinmek gerektiğine inanıyordum.
Bütün bu düşüncelerimin şans bulacağı yer olarak da Hisar dergisi karşıma çıkıyordu.
Sultandağı’ndaki ilk görev yılımın sonunda, Mili Eğitim Bakanlığı’na yapmış olduğum bir başvuru kabul edilmiş, Anakara’daki Folklor Araştırma Semineri’ne çağrılmıştım. Bu seminer günleri, yaz tatilimin bir kısmına mal oldu ama birkaç açıdan oldukça verimli geçti. Her şeyden önce, alanlarında otorite olmuş halk kültürü ustaları ile tanışmış oluyordum. Seminer hocaların isimlerini söylenmekle yetinerek, benim için daha önemli olan hususa geçeceğim. Adnan Ötüken, Cahit Öztelli, Muammer Sun, Şerif Bayburt, Mehmet Önder, Osman Atilla, Vedat Nedim Tör, ilk çırpıda hatırlayacağım seminer hocalarımızdı.
Ankara’da bulunma imkânı elde etmişken, Hisar dergisinin kapısını çalmalıydım. Daha önce gönderdiğim şiirler yayınlanmamıştı. Ama Hisar’ın sayfalarına girmeliydim. İlhan Geçer’i buldum. Dergide Mehmet Çınarlı, Nevzat Yalçın, Munis Faik Ozansoy, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Samanoğlu ve İlhan Geçer söz sahibiydi. Aynı zamanda Hisar’ın kurucularıydı.
İlhan Geçer’in Sosyal Sigortalar Kurumu’ndaki makam odasında uzun bir görüşme imkânı bulmuştum. Önüne koyduğum dosyadaki şiirleri tek tek okudu. Görüşlerini söyledi. Birçoğunu eledi ve gerekçelerini bildirdi. Birkaçını da beğenmişti. Ve 1968 yılının eylül sayısında Hisar’da ilk şiirim yayınlanmış oldu. Bu iş tamam diyordum, barajı aşmıştım.
Sırası gelmişken söylemeliyim. İlhan Geçer, tam anlamıyla ‘İstanbul efendisi’ olarak adlandırılan bir kişilik sahibiydi. Şair olarak da hep romantikti. O’nun acıklı bir ayrılık hikâyesi vardı ki, birçok şiirinde o hüznün izdüşümleri dolaşıyordu. Öğrencilik yıllarımızda dilden dile dolaşan ‘melankoli’ adlı şiir de benim ezberimde olanlardandı…. “O şehirde gene şarkılar söyleniyordur / Karşılık görmemiş sevgiler üstüne…” diye başlardı…
Ocak 2012
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisinin devamı için lütfen tıklayınız…