Hangi medeniyet, hangi siyaset?
Türkiye’de başkanlık sistemi-parlamenter sistem tartışmalarının yapılması boşuna değil. Mevcut durumda sistemden kaynaklanan sorunlar, doğal olarak bu tür arayışları sürekli olarak canlı tutuyor. Bütün bunlar daha temelde yatan bir meselenin ihmal edilmemesini ortaya koymaktadır. Siyasetin odağında “devlet ve toplum” arasındaki ilişkiler bulunmaktadır. Bu ilişkiler tarihsel bakımdan sorunlu iseler, siyasetin meseleye “daha esastan bakması” gerekmektedir. Bu bakış açısı siyasetin problemlerini yeniden tanımlamayı zorunlu kılmaktadır.
Batı uygarlığının yükselişiyle birlikte batılı toplumlarda siyasetin, yapısal bir değişim geçirdiği açıktır. Bu değişim, demokratikleşme sürecinin temel ilkelerini şekillendiren bir dinamizm yaratmıştır. Bu durum, sürecin “toplumsal boyutuyla” ilgilidir. Meselenin bir de ülkeler arası yönü bulunmaktadır. Batı uygarlığının yükselişinin, aynı zamanda “oryantalist” dünya görüşüyle başka kültürleri ve halkları medeniyete uzak, dolayısıyla medenileştirilmesi, yani “yok edilmesi gereken varlıklar” olarak nitelendirilmesi, siyasette “yayılmacılığı rasyonalize eden” bir anlayışı hakim kılmıştır.
Neyin siyaseti?
Batı’nın “vahşi halklar”, “barbar toplumlarla” mücadele siyasetinin, yani sömürgeciliğinin ve emperyalizminin dünyada yol açtığı neticeler, parçalanmış kültürler, yıkılmış- yağmalanmış medeniyetler ve yaralı bilinçlerdir. Bu travmatik tablonun içinde en önemli sorunlardan biri de saldırıya maruz kalmış halkların aydınlarının, kendi kültürlerine yabancılaşması, “içselleştirilmiş bir oryantalizmle” kendi dünyalarına bakmasıdır.
Batılılaşma ideolojisi, aslında doğrudan doğruya oryantalizm üzerinden bir içselleştirme veya devşirme ameliyesini yerine getiren, aydınları, bürokratları, komprador kapitalistleri kendi kültür ve halklarına karşı batının bakış açısına ve elbette ki çıkarlarına uyarlayan bir işleve sahiptir. Sömürge olmuş, Batı’nın ağır saldırısına maruz kalmış, ülkelerde bu devşirme işlemine uğramış aydınları anlamak onlara üzülmek anlayışlı bir tutum olabilir, fakat Türkiye gibi bir ülkede böyle bir aydın, bürokrat vb. bir grupla karşılaşmak kolay anlaşılabilir bir durum değildir.
Mehmet Akif Bey “tek dişi kalmış canavar” derken batının sömürgeci gücünden yılmayan bir “yerli-milli aydın tavrını” ortaya koymaktadır. Akif, hem Çanakkale’de hem Mili Mücadele’de iki defa mağlup edilmiş emperyalizmin karşısında “muzaffer bir edayla” meydan okumaktadır. Onun için batının “tek dişi” de sökülebilir, başka alanlarda ki üstünlüğüne de son verilebilirdi. Mehmet Akif farklı ve büyük bir medeniyete mensubiyetin biliciyle, bu öz güvenle konuşmaktadır.
Bir gelecek tasavvuruna sahip olmak
Bugün Türkiye siyasetinde yeniden bir “medeniyet ufkuyla siyaset yapmaya kalkmak” bir çağ değişimi iddiası olmak demektir. Bu iddia, boş bir övünmeye, hayali bir tarihe sığınmaya dayanamaz.
Bu iddia, bir toplumun kendi medeniyet değerleriyle buluşarak, yeni bir tasavvurla yeni bir gelecek inşa etme gibi zor bir göreve talip olmayı gerektirir.
Bunun elbette ki şartları vardır: Bunlardan ilki, kendi kültürüyle kendi halkı üzerinden derin bir ilişki kurmak. Demokrasiyi, sadece siyaset sürecinin bir kuralı olarak benimsemek yerine, onu daha içsel “halka doğru yürüyüşün”, halkına yabancılaşmış aydın-bürokrat kadrolar tarafından halkına düşman haline getirilmiş devleti, yeniden halkının kimliğinin hukukunu savunan bir kuruma dönüşümünü gerçekleştirecek bir yaklaşım olarak benimsemek.
Bu bakımdan siyasete bir medeniyet ufkuna sahip olmak, demokrasiyi araçsal bir mekanizma olarak görmenin ötesinde, ontolojik olarak halkının kültürel hafızasından, halkın katılımıyla yeni bir gelecek tasarımına uzanan siyasal bir projeye sahip olmak demektir. Bu bir paradigma değişimi teşebbüsüdür. Var olan, “Batı egemen dünya görüşünden”, yeni bir dünya kurma iddiasına geçiştir.
İkinci önemli şart ise, batılılaşma dışı bir modernlik ve elbette ki post-modernlik anlayışını ortaya koyacak yeni bir siyaset anlayışını ortaya koymaktır.