Önce Hakimiyet-i Milliye kavramını öğrendi Türkler. Bu kavramın kullanılması İmparatorlukta son yüzyıla yani 19.asra rastlar. Bu dönem klasik imparatorlukların son çağıdır. Bütün Avrupa’da, Rus coğrafyasında mutlakiyetçi rejimlere karşı yürütülen muhalif hareketler içinde, ”millet hakimiyeti” fikrini savunanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
Bunların ilham kaynağının Fransız Devrimi olduğu söylenir. Şüphesiz bu değişim taleplerinin yükselmesinde “İhtilal-i kebir”in etkisi söz konusudur fakat daha köklü daha derinde yatan faktörler olduğunu görmek gerekir. Aksi takdirde Fransa’da yaşanan büyük değişimi, Fransız Devrimi neyle, nasıl açıklanacaktır. Hakimiyet-i Milliye fikrinin bazı ülkelerde meşruti rejimlerin doğmasına, bazılarında ise cumhuriyetin kurulmasına yol açtığı biliniyor.
Kimin hakimiyeti
Bizde de imparatorluk bünyesinde bu tartışmayı yapanlar, onların oluşturduğu hareketler, iki Meşrutiyet devrinin yaşanmasına vesile olmuştur. Bizim Cumhuriyet rejimine geçişimiz ise tamamen farklı şartların ürünüdür.
Batı toplumlarının yaşadığı değişim, esas olarak bir toplumsal devrimin sonuçlarının siyasi yapıya yansıması şeklinde olmuştur. Klasik Batı toplumlarının ‘üçüncü zümresi’ olan burjuvazinin, kapitalistleşme sürecinde bütün toplumu dönüştürmede oynadığı rolü dikkate aldığımızda, bu devrimin aynı zamanda “yurttaşlığı yarattığı”nı görürüz. Bu süreçte yurttaşlar, yeni konumlarına uygun olarak yeni bir yönetim biçimini talep edeceklerdir. Bir bakıma iktidarını millet hakimiyetinden alan cumhuriyet rejimi, bu yeni devlet-insan ilişkisini yansıtan taleplere cevap veren bir siyasi yapıdır.
Bizim Batı’yla aynı yolu yürümediğimiz ortadadır. Batı’da ister meşruti rejimler kurulsun, isterse cumhuriyetler, demokrasi taleplerinin yükseldiği ve uygulamaya geçişinin mümkün olduğu bir durum söz konusudur. Bizim cumhuriyetin en dirençli tarafı ise, demokrasiye geçişte ortaya çıkmıştır.
‘Neden?’ diye sorulabilir. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi biz “ordu-millet” miyiz?
Yoksa“Türkler otoriter rejimlere kültürel bakımdan daha yakın” mıdırlar? Bu tür soruları ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım hepsinin dayandığı tez “demokrasinin bize göre olmadığı”yönündedir.
Demokrasiye engel: Bürokratik cemaat
Elbette ki bu tür iddiaların hiçbiri doğru değildir. Demokrasi, toplumun, devletten güçlü; bireyin “cemaate rağmen” var olduğu rejimdir. Bu sebepledir ki bizim demokratikleşme sorunumuzun arkasında, sosyolojik olarak tarımsal kapalı sosyal yapıların bireyi engellemesi, toplumsal farklılaşmayı ve bireyselleşme sürecini geciktirmesi vardır. Bunun nedenleri ise, geleneksel tarım toplumuna, bürokratik imparatorluk kurumlarına uzanır. Bu yapının dönüşümü sanayileşmeyle, sınıflaşmayla “kapalı cemaatlerden” açık topluma geçişle olacak, tarihsel-toplumsal süreçlerin işleyişiyle gerçekleşecektir.
Türkiye 1920’ler de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini Milli Mücadele şartlarında kurumsal hale getirmesine rağmen, Milli Mücadele’den sonra egemenliğin milletten esirgenmesi toplumla devlet arasında ciddi bir engel oluşturmuştur. Milli Mücadelesi’ni Meclis’le, “milli hakimiyet fikri” ile yöneten ve kazanan Türkiye’nin,“bürokratik bir cumhuriyete” yönelmesinin arkasında da şüphesiz demokrasinin taşıyıcı unsurları olan toplumsal aktörlerin gelişmemesi bulunmaktadır.
Dün Türkiye, Büyük Millet Meclisi’ni kurarak yönetimin meşruiyetinin kaynağının millet olduğunu ortaya koymuştur. 1920’de bunu gerçekleştirenler zor bir işi başarmıştır.
Bugün ise hala Türkiye’nin önünde duran sorun, bu yapıyı milletten uzaklaştıran “bürokratik cemaat”in iktidarına son verip, fiilen milletin hakimiyetini pratik hale getirecek demokrasiyi kurmaktır. Bütün gürültü buradan kopmaktadır.