Tanhu, han, kağan, sultan, padişah gibi unvanlara haiz şahsiyetler gerek destanlarda, gerek Orhun kitabelerinde, gerekse siyasi tarihimizde önemli yer teşkil eder. Tarihi geleneğimizde hakanların çok büyük bir kıymeti harbiyesi vardır. Şöyle ki; Hakan gücünü önce Allah’tan, sonra da halktan alıyordu. Halk ise onların bu tavrı karşısında Allah’ın yeryüzünde adaletin tesisine yönelik bir vasıta olarak bakıyor ve onlara şeksiz şüphesiz sadakatle itaat ediyordu. Kelimenin tam anlamıyla halk başbuğlarını “adalet ülkesinin adalet güneşleri” olarak görüyorlardı.
Oğuz Han, Bilge Kağan, Atilla ve Kürşad gibi kahramanlar eski Türklerde önemli şahsiyetlerdir. Ayrıca bunlara manevi destek olan, reyleriyle hakanlara ışık saçan Irkıl Hoca, Korkut Ata ve Dede Korkut gibi herkesçe kabul gören mümtaz manevi bilge şahsiyetlerde vardır. Ki; bunlar hakanların müsteşarları konumunda olan ve her biri yıldız hükmünde manevi başbuğlardır.
İslamiyet’ten önceki Türk kağanlarında derin bir inanç vardır. Örnek mi, işte Bilge Kağan’ın; “Tanrı; Türk Milleti yok olmasın diye beni kağanlığa oturttu” sözleri bunun tipik misalidir. Bu sözler aynı zamanda sadakatin ötesinde derin bir inancın varlığını teyit ediyor. Hakeza Oğuz Han hâkimiyetini ilahi bir kaynağa, Uygur Hanları gücünü semavi bir nura, Kırgızlar gökten gelen bir soya mensup olmak gibi bir şuura, Hun’lar ise Atilla’nın ilahi bir kaynaktan geldiğine inanıyorlardı. Nitekim hepsinin ortak özelliği bir kaynağa dayanarak sürekli manevi güç tazelemeleridir.
Yine Oğuz Han'ın; “Çok savaştım Tanrıya borcumu ödedim” sözleri bir başka çarpıcı manaları içerisinde taşıyor. Öyle ki; savaşmaktaki amacını ilahi kaynağa dayanarak dile getirmiştir. Üstelik bu sözler İslam’ın cihat ruhuna da yabancı değildir.
Eski Türk Hakanlarının Tanrı bilinci yanı sıra ileri derecede tarih şuurunun da varlığı da gözlerden kaçmaz. Mesela Bilge Kağan; “Çinlilerin tatlı sözlerine, yumuşak ipeklerine aldanmayın, hilelerine karşı uyanık bulunup ve kim Çin’e giderse yok olacaktır” fermanıyla milli bilinç örneği sergilemiştir. Aynı zamanda Bilge Kağan da öz eleştiri bilinci de doruktadır. Şöyle ki; 'Türk milletinin elli yıl esaret hayatı yaşamasının kendi kusuru ve bünyesinden kaynaklandığını...' dile getirmekten imtina etmeyen bir liderdir. Hâsılı hakanlarımızın bu ve buna benzer sözleri ileri derecede Tanrı şuuru, milli şuur ve öz eleştiri bilincine sahip olduklarının bariz bir göstergesidir.
Kağanların ayrıca ağızlarından hiç düşürmedikleri “Mengü Tanrı Kücünde”, yani 'Ebedi Tanrı’nın kudreti’ lafzı Türklerin İslam’la şereflenmesinin ardından “Besmeleyi Şerife”ye dönüşmüştür. Malum olduğu üzere besmele her işin başıdır, yani 'Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım' lafzı manasınadır. Belli ki; Mengü Tanrı Kücünde sözü eski Türk kağanların bir değişik besmelesi gibidir. Demek ki, gücünü Allah’tan alan anlayış kültürümüze has bir meziyetmiş.
Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han İslam’la şereflenen ilk Türk hakanıdır. Nasıl ki her hakanın arkasında bir manevi başbuğ varsa, Satuk Buğrahan’a da hidayet kapılarının açılmasana vesile olan manevi başbuğ Samani Ebu Nasr’dır. Zikredilen birçok menakıb’e göre Satuk Buğrahan bizatihi rüyasına Rasullullah (s.a.v) teşrif etmiş ve rüyada Habib-i Kibriya Efendimizin talimatıyla müslüman olmuş ve böylece onun vesilesiyle Karahanlılar’ın müslüman olması gerçekleşmiştir. Dolayısıyla millet tereddütsüz hakanına teslim olup, itirazsız İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Böylece Satuk Buğrahan’la birlikte göçebe dinamizmi yerine yerleşik hayat vuku bulmuştur.
Malum olduğu üzere bozkır kültürü at üzerine kurulu olup, buna ilaveten demiri dövmekte vardır. Ayrıca eski Türk geleneğinde Bey olabilmek için avını iyi avlayıp kan dökmek, aç doyurmak, çıplak giydirmek lazımdır.
Türkler İslamiyet’le şereflendikten sonra eski anlayışların hızla değiştirerek yerleşik değerlerle faaliyet göstermeye başladılar. Şayet biz Türkler yerleşik değerlerle değişime uğramasaydık, belki de medeniyet olarak tarihe damga vuramayacaktık. İslam’ın evrensel mesajının iyi okuyabilen bu necip milletimiz hızla göçmen değerleri İslam’ın potasında eriterek yerine ilim tefekkür, medrese, ev gibi müessesleşmeye ait unsurları bağrına katabilmeyi başarabilmiştir. Bu yüzden İbn-i Haldun; ilim ve medeniyetin ancak hadari toplumlarda (yerleşik-şehir toplumu) gelişeceğini dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir.
Din ve medeniyete dayanmayan göçebe dinamizmi ve yıkıcılığı esas alan imparatorluklar er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Moğol kasırgası medeniyetten yoksundu, dolayısıyla kısa zamanda yıkılıverdiler. Zira medeniyet yıkıcıları olarak tarihe geçtiler de. Nitekim Moğolların tarihte bir asır geçmeyecek hâkimiyetleri olabildi ancak. Hatta Babür Şah’ın kurduğu büyük Hindistan imparatorluğu Moğollardan çok daha uzun sürdü hâkimiyeti. Çünkü birinde yıkıcılık diğerinde ise ilim tefekkür ve medeniyet vardı. Moğol kasırgası her şeyi silip süpürmüştü, ama Anadolu uçlarına yerleşen Türkmenler ilerisi için ümit kalesi olmuş ve Osmanlı’nın kuruluş mayasını oluşturmuşlardır. O kutlu maya Söğüt’ten âleme nizam olan kutlu bir cihangir devlete dönüşmüştür. Orhan Gazi İznik’i feth eder etmez çabucak orada bir medrese kurması, Türklerin üst seviyede bir medeniyet şuuruna eriştiklerinin bariz bir delilidir. Anlaşılan ilk Osmanlı medresesi Orhan Gazi’nin girişimiyle gerçekleşmiştir. Böylece medreselerimiz bizim dünyayı aydınlatmamamız için her biri birer basamak olup, aynı zamanda her biri birbirinden kıymetli üniversitelerimiz olarak tarihe damga vurmuşlardır.
XI. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının siyasi lideri (hakanı) Tuğrul Bey’dir. O kısa zamanda Büveyhiler’in hâkimiyetine son verebilecek güçte kıymetli hakanımızdır. Bu yüzden Müslümanların Sultanı manasına gelen 'Sultanül Müslimin' unvanına layık görüldü. Zaten onun girişimleri sayesinde, Oğuz Türklerinde ehlisünnet çizgisinde bir Müslümanlık şuuru oluşmuş, böylece bu şuur sayesinde müfrit Şii ve yıkıcı faaliyetleri bertaraf edilerek İslam âlemi rahat nefes alabilmiştir.
XVI. yüzyılda da Yavuz Sultan Selim, Resulü Ekrem’in kutlu halifesi olmakla şereflendi. Kendisine ‘Hâkim’ul Haremeyn-i şerifeyn’ unvanı verilmesine rağmen o yüce hakan, bu sorumluluğun altına her beşerin giremeyeceğinin bilinciyle ‘Hâdim’ul Haremeyn-i şerifeyn’ unvanını kabullenmiştir. Yani, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olmak veya İslam’a hizmetkâr olmak gibi bir duyguyu kendisine layık görmüştür. Şöyle ki; Mercidabık ve Ridaniye zaferleri ile Arap dünyası, kutsal emanetleri Hâkim’ul Haremeyn gördükleri Yavuz’a teslim etmişler, ancak o Hâdim’ul Haremeyn-i şerifeyn unvanıyla bu görevi üstlenmiştir. Böylece hizmetkârlık unvanı evlatlarına bu şekilde miras bırakılmıştır. Aynı zamanda o saltanatla hilafeti birleştirerek İslam’ın hilafet kaidelerini de yerine getirmiştir. Zira İslam’da ‘Siyaseti amme’ makamı, halkın vekili ve elçisi fiilini yerine getirmek için vardır.
Halife İslam hukukunda devlet başkanı olarak telakki edilir, bir başka ifadeyle halkın veliyyül emr gördüğü liderdir.
Kur’an’ın cevazına rağmen, Fatih, Kanuni, Yavuz gibi hükümdarlarımız ‘Halife-i Allah’ unvanından sakınmışlar, kendileri için Halife-i Resul Allah ve Halife-i Ruy-i Zemin denmesini yeğleyerek bu unvanların mana ve ruhuna sadık kalmaya çalışmışlardır. Ölçüleri Kur’an da geçen ; ‘Ey Davut, biz seni adaletle hükmetmek için dünyaya halife yaptık’ ayeti Celile’si olmuştur hep. Derken Osmanlı hakanları mütevazılığın doruğuna ulaşarak kendilerini hep hizmetkâr olarak görmüşler, halkta hakanlarına ‘Zill Allah Fil Âlem’ (Allah'ın dünyada gölgesi-Allah’ın yeryüzünde Naibi) gözüyle bakmışlardır. Allah’ın hükümlerini yeryüzünde yeşertmek, siyasi ve idari işlerin yürütülmesi noktasında hadimiyet şuuruna sahip hükümdar (halife) olmak şartı Türk’ün vazgeçilmez tutkusudur zaten.
Türkler İslamiyet öncesi bozkır kültüründe var olan çıplak giydirmek, düşmanın kanını dökmek, aç doyurmak gibi unsurlar beylik şartı iken, yerleşik hayata geçmesiyle birlikte bu unsurlara ilaveten yerine hanlar soyuna mensup olmak kaidesi de eklenmiştir. Nitekim Timur imparatorluk kurmuş, ama Hanlar soyuna mensup olmadığından han veya sultan addedilmemiştir. Yani hakan veya hükümdar (bey) olabilmek hanlar soyuna mensup olmakla mümkün.
Şöyle ki:
-Osmanlılar: Oğuzhan,
-Karakoyunlular: Denizhan,
-Akkoyunlular: Bayındırhan neslinden geliyorlardı.
İslam tarihi incelendiğinde üç önemli büyük hanedanın varlığı göze çarpar. Bunlar;
-Al-i Resul (Abbasiler),
-Al-i Selçuklu,
-Al-i Osmanlı’dır.
Busbecq; “Hanedanın din ve devletin bekası evlattan daha mühimdir” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Şair Sadi de bu anlamda; “On derviş bir kilim üzerinde uyur lakin iki padişah bir kilime sığmaz” demiştir. Sultan Beyazıt ise; “Osmanlı öyle bir gelindir ki, iki damadın talebine tahammül edemez” sözleriyle bu durumu teyit etmiştir. Evet, fetret devrinin kardeşler arası kavgalarını göz önüne alırsak yukarıdaki sözlerin ne anlama geldiğini daha iyi anlamış oluruz. Nizamla oynanmaz, bir kere nizamla oynanırsa bir anda dengelerin yerinden sarsılacağı muhakkak. Zira Nizam-ı âlem her şeyin üstünde ve kardeşlikten de öte bir tutkudur.
Said El Endelusi dünyayı beş büyük imparatorluğa ayırırken Hakanların (hükümdarların) vasıflarını şöyle ortaya koyar:
-İtaatkâr İnsanlar Hükümdarı; Çin İmparatorluğu,
-Hikmet (ilim) Kralı; Hint İmparatorluğu,
-Aslanlar (cesur) Hanı; Türk İmparatorluğu,
-Şahlar Şahı (Büyüklük); İran İmparatorluğu,
-İnsanlar (Güzellik) İmparatoru; Roma imparatorluğu.
Orhan Gazi, Murat, Yıldırım, Çelebi Mehmet gibi hükümdarlarımızın hemen hepsi taş topraklarda oturuyorlardı. Nitekim Tuğrul Bey; “Kendime ev (saray) yapıp da yanında bir camii inşa etmezsem Allah'tan utanırım” diyecek kadar şuur sahibi mümtaz bir liderdi. İlk Osmanlı payitahtına baktığımızda, mesela Bursa ve Edirne de saray bulamazsınız. Zira Topkapı sarayı da aslında saray olmanın ötesinde hükümet binası görevi ifa ediyordu. Fakat bizde ne zaman saray kurma özentisi başladı, işte o zaman hanedanlığın karizması sarsılmaya başladığı gözlemlenmiştir. Maalesef bu özenti duygusu batıdan bulaşmıştır bize.
Selçuklu İznik’i, Osmanlı Edirne’yi ve Eski Türklerde Ötüken’i başkent yapmışlardır. Yani Payitahtları düşman sınırına çok yakındı. Düşüş dönemimizde ise başkentlerimiz sınırdan uzaklaşarak kendi kabına çekilmişlerdir.
Her milletin geçirdiği serüvene benzer bizde de göçebelik, hakanlık, imparatorluk ve milli devlete geçiş evrelerimiz mevcuttur. Değişim evrelerinde değişmeyen tek olgu devlet şuuru ve devlet geleneğimizdir. Devlet bizde daima “şefkatli baba” olarak kabul görmüştür. Böylece tarihi süreç içerisinde devlet baba geleneği yerleşerek hakanlarımızın her biri tebaanın nazarında devletlû olarak görülmeye başlamıştır. Toplumun içinde herhangi bir huzursuzluk ve problem çıktığı zaman bu durum devletin şefkatli kollarına teslim edilirdi. Halkın devlete bakışı üç aşağı beş yukarı bu çerçevede idi. Öyle ki halk; “şeriatın kestiği parmak acımaz” sözüyle aralarında çıkabilecek anlaşmazlıklarda bile ihkak-ı hakka tevessül etmezlerdi, tek müracaat ettikleri merci hiç şüphesiz devletin adalet terazisi olmuştur. İşte bu duygu, bu anlayış toplumu huzur ve dengede tutuyordu. Diğer toplumlarda lütufla elde edilen bir devlet erki, bizde sosyal hayatın her alanına sirayet etmiş günlük olguydu zaten.
Biz hiçbir zaman Hakansız (lidersiz) devlet ve devletsiz halk geleneği yaşamadık. Geleneğimiz devlet şuuru üzerine kuruluydu. Batı için devlet bir anlam ifade etmese de bizim için devlet saadet kapısıydı. Hatta devleti tarif ederken huzur ve refah diye ilişkilendiriyor ve öteden beri “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyoruz hâlâ.
Devleti idare eden liderlerimiz Faşizmde olduğu gibi putlaştırılmaz, tarih boyunca sadece onlara hep Allah’ın adaletini yaymak için vesile gözüyle bakıldı. Resulullah (s.a.v); “Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir” buyurmakta. Yine Rasulullah (s.a.v); “Adil bir Sultanın bir günlük adaleti altmış senelik ibadetten üstündür” buyurmuşlardır.
Führer’in (Şef’in) putlaştırılması tarihi geleneğimizde yoktur, olamazda. Çünkü Tarihi kültürümüzde hakanların dünyayı aydınlatmak için önce Allah'ın emrine tabii olmak var, sonra tebaanın hizmetine koşmak vardır. Bizim tarihimizde ne Mussolini’nin elinde Demet Saplı Roma Baltasıyla kendi liderliğini otoriterleştirmeye yönelik ilahlaştırılmış bir devlet anlayışı, ne de Hitler'in arı ırkının üstünlüğü kompleksine dayalı Yahudi’ye yaşama hakkı tanımayan devlet felsefesi vardır. Kaldı ki Hz. Ömer (r.a)’ın son nefesini vermek üzere iken bile zimmîlerin hakkını korunmasına dair vasiyeti hem liderlik yönümüzü, hem de devlet yapımızın ne olması gerektiğinin bir işaretidir. Öyle ki; Veliyyü’l-emirlerimizin her biri adaletleri ile hükmettikleri ülkelerin adalet riyasetleri (başkanları) olurken, Batının Roma’dan kalan Roma Balyozlu liderleri ise her devirde değişik kılıklara bürünerek idare ettikleri ülkelerin zulüm kralları olmuşlardır.
Günümüzde artık Roma Baltası yok gibi, ama vahşi kapitalizmin önümüze koyduğu ‘Fayda Tanrısı’ ile faşizmin ürettiği Lider Sultaları var. Beşeriyet artık sahte putlardan yılmıştır. Kitleler ne hikmetse Nietzsche gibi ‘Tanrı öldü, Tanrı benim’ diye çığlıkları atan, aynı zamanda isyanı tanrılaştıran hırsız fenerlerin eline düşmekten kurtulamıyorlar bir türlü.
Bir gün insanlar çokluk içinde birlik ülküsünü fark edip kendine geldiğinde, işte o zaman, o özlediğimiz nizamın gerçekleşebileceğine inancımız tam, ümit varız. O halde tarihi ve İslami kültürümüz liderin adı, rengi biçimi değil temsil ettiği görev itibariyle 'Başınızdaki burnu halkalı bir zenci bile olsa, ona itaat ediniz' ilahi düsturunca; Allah adalet sahibi yöneticileri başımızdan eksik etmesin demek düşer bize, vesselam…
Ocak 2013