Hafıza-i Beşer -29-

Abone Ol

Sevgili okuyucularım, evvelemir merhaba;

Hatırlayacağınız üzere, bundan üç yıl evveline kadar; sanal medyada Bayburt.Net ve kendi bloğumuz olan diyaribayburt.blogspot.com da; 'HAFIZA-İ BEŞER' ser başlığı altında, memleketimizin tanınan, bilinen veya bilinmeyen, yani gereği gibi tanınmayan evlatlarını kendi zaviyemizden bildiğimiz kadarıyla sizlerle beraber yad ve hasbihal olmuştuk. Saymadım ama, 150'ye yakın Bayburtlu hemşehrilerimizi sizlere tanıtmaya gayret etmiştik... 

Sizlerden gelen olumlu tepkilerle o sayıya ulaştımı itiraf etmeliyim. 

Bundan bir süre evvel, değerli kardeşimiz, saygıdeğer Kürşat Okutmuş beğin, "ağabey Bayburt Postası'nda, sana da bir köşe açsak ne dersin" mealinde teklifiyle inanın çok mutlu oldum... Velâkin değerli dostlar, 'ne yazayım Kürşadım, benim 'dil'im vıcıklıdır, Bayburt Postamız ise; istikameti belli yerel, lokal ve mevzi bir siyaset ve yayın diliyle olsun, istikamet ve politikasıyla bu günlere geldi; hepimizin ortak paydası olan bir mükdesebî, benim çok daha lokalize siyasi yazılarımla zayi etmeyelim, buna benim de gönlüm rıza etmez,' dedim.. Fakat o 'hayır abi, Bayburt Postası bir emanettir ve emaneti bırakan, bırakanlar doğru ve doğruyu söylemekten imtina etmediler, dolayısyla siz doğruyu söyledikçe biz  -o doğruları- her zaman yayınlarız' dedi.. 

Dolayısıyla da değerli dostlar, bu teklife ne hayır diyebilirdik ne de başka bir kulp bulabilirdik; vazife addettik; elimizden geldiği kadar, gücümüzün yettiği ve dilimizin döndüğü kadar; daha çok memleketin kültürel ve geçmişinden biz de kalan bireysel hatıralarla karıp, ve diğer  birikmişlerle, bazen duyum ve tevatür de katarak, lisanı halimizle beraber eksik kalanlarını tamamlamak, eksik bıraktığım yerden, yani 'Hafıza-i Beşer'e devam maksadıyla, sizlerle yeniden müşavere, istişare etmeye karar verdim...

Hadi bakalım, Allah rast getire...

***

ŞEVKİ ÖZDE‎MİR        

Recepoğullarından; şehit  torunu, dedesi Kop Müdafasında şehit düşen Recep, babaannesi de Ermeni mezaliminde yararlılıklar göstermiş  Gazi bir Nene;  Kop Dağında şehit düşen eşinin mübarek naşını bulmak için hala devam eden Top atışlarına rağmen savaş meydanına, mevzilere giren bir kadın. Aksung köyümüzden Mahbube hanım ve onun torunu   Şavgı Ustamız, eşraftan olup;  memleketimizin tanınan, bilinen  asilzade bir ailesindendir...

1930 doğumlu, Şingah mahallesinden, sonraları 'Gırbaçoğlu Deresi' mevkiinde yaptırdıkları dükkan'ın üzerinde ikamet etti.. Kardeşi de yine eşraftan tanınan ve bilinen saygın bir büyüğümüz; Aziz usta..  Onu tanıyanların onun hakkındaki ortak  kanaatleri, beyefendi, zeki, kabiliyetli, çelebi;  zerafetiyle ve nezaketiyle müsemma, kendini bilen-tevauzu sahibi, ileri görüşlü (feraset sahibi), fevkalede meraklı, temsil kabiliyeti olan, kendini yenileyen ve geliştiren, okuyan ve yazan ve de  'mucid' olduğudur... Kendisiyle kurduğum telefon iletişimi marifetiyle görüşmemizden sonra,  bana kendi elyazısıyla 4 sayfa bir mektup göndermiş. 25 Mart 2012 tarihinde...

Şöyle bir girizgâhla başlamış mektubuna:  "Yalnız insanlarda değil, zamana göre; bitkiler dahil tüm canlılar Yaratıcısının İlâhi gücü olan her canlının kapasitesi kadar, lutfeden tarafından lutfedilmiş olması herkes tarafından bilinemiyen bilinmiyen varlıklarında bu halet-i ruhiyyeyi açığa çıkarma çıkarma kapasitesi olmayabiliyor.

Bilen, görebilen için: 'Cennet, cennet dedikleri/ birkaç gılman, bir kaç huri/sen ver onlara onu/ bana seni gerek seni',  diyen dillere gurban.

Anlatmaya çalıştığım, ilâhi lûtfun, bana da lûtfedilen, ihsana mazhar olmamız değil, benim anlatabilme imkânım olmayanı, bir başka yazarın benim duygularımı tam manasıyla anlayabileceğine inanamıyorum... Zira, (yazarın) anlama kabiliyetinin olmadığından değil,  yazar   anlasa bile, lûtfedenin bana lûtfettiğini o'na anlatmaya utanıyorum... "

Böyle bir girişten ve çok daha özel, seçilmiş, oldukça anlamlı, sanki bir akademisyen Edebiyatçı  kaleminden çıkmış naif ve saygın ifadelerden mürekkep mektubuna şöyle devam ediyor, saygıdeğer büyüğümüz:

"(Allah mağrur etmesin), Faruk efendi, elimden geleni anlatmaya çalıştım, birikimimde olan, ilkokul önceleri yaptıklarımı ve  'demircilikte' geçen üç senemi bir kenara koyarsak; İlk okula başladığım senelerde, üçüncü sınıfta iken 'PİL' yapmaya başlamıştım. El fenerimin pillerini kendim yapıyordum. Ta o zamanlarda kükürt-kurşun karışımı olan <galenli> Rado (roda) yapmasını öğrenmiştim. Çok seneler sonra sinama makinistliği de yaptım."

Çilingir dükkânı varmış; silah ve çeşitli ev aletleri dikiş makinası, gaz ocağı, kilit, anahtar; tüfek, tabanca, çakmak, lüx (fitilli lüks lamba); daktilo, gramafon, tamiri ile 'ince el işi' alet ve edavatlar, 'yapardık', diyor ustamız, inanmazsanız Lokomotif dahi yapmış. Evinde ve işyerinde hatırı sayılır bir kitaplığı olup, bu kitaplıktan beslendiği zaten belli oluyor, belki de Bayburt  rekoru ondadır, 2000 adet kitap okuduğu söyleniyor, onu yakından tanıyanlar tarafından.. Haydi buyurunda bir şapka çıkarmayın. 

'Tabi ki, para da yoktu, iş'te yoktu', diye devam ediyor;   sene 1946 lar... günlük ekmek parası bile zor kazanılan bir tarih. "Fırına beş günlük ekmek paramız biriktimi, daha da o fırından ekmek alacak cesaretimiz kalmazdı !..,  - İşyerimizde babam,  ben ve kardeşim öğlen yemeği için ekmeğe katık olarak yarım kilo Erzincan siyah üzümü ile öğlen açlığımızı savardık..!; hele de, - hasta olmak diye bir şansımız hiç  yoktu, zira bir tane doktor vardı, Gümüşhaneli Ahmet beğ, hastalıklarımızın her dalına o bakardı. Buna kadın-doğum hastalıkları da dahil".

"Ilıca da bir Öğretmen Okulu (Pulur Köy Enstitüsü) varmış,   galiba yıl, 1948 idi,  sinema makinesı bozulmuş olduğunu duydum. Tehlike Cafer (tevlüke cafar) emicenin kamyonunun karisöründe o okula gittim. Okul Müdür Odasında o gün için paşalar varmış tesadüf buya, Okul Müdürüyle sohpet ediyorlarmış, biraz bekledim, muhabbetleri uzun sürünce, çıkmalarını beklemeden; kapıyı vurup içeri girdim, 5 paşa ile okul müdürü konuşuyorlar, müsaade istedim ve geliş maksadımı söyledim, onlarda sohpetlerine ara verip beni dinlediler; motordan, sinema makinesinden anladığımı söyledim hülasa, bana 'motorhaneyi tanıyor musun ?' diye sordu Okul Müdürü; benim  de: 'hatların toplandığı yer motorhanedir' demem hoşlarına gitmiş olacak ki, o günden sonra işe alındım. Orada bir yıla kadar çalıştım. Okulda beşyüz erkek, kırkaltı bayan talebe vardı...

Bilmiyorum nasıl anlamışlar, o günden sonra; saat camından tut, fermuar tamiri, vs. bütün arızaları bana tamir ettirirdiler, okul idaresi ve talebeler. Ben büütün bu işleri babamdan aldığım nasihat ve terbiye gereği yapardım.. Babam vakdi zamanında 'Oğlum elinden gelen bir işi yapmak mecburiyetindesin, bundan kaçmak için YALAN SÖYLEMEN gerekir, (yapamam, bilmiyorum gibi);  yalan ise bizim dinimiz de HARAMDIR ! İşte bu terbiye ve nasihat, bana <bunu bilmiyorum, yapamam> dedirtmezdi.

Mesela: saatinin camı düşen arkadaşa, - Git mutfaktan bir diş sarmısak al da getir derdim, o arkadaşta hayretler içinde gider getirirdi; ben de sarmısağın suyu ile saatin camını yerine takardım. Daha buna benzer nice işler... diye uzayıp giden listede, bayan öğrencilerin Dikiş Makinalarının tamir ve ayarıda var.. Bana ettikleri dualarla birlikte teşekkrülerine ilave kelime bulamıyorlardı. Yokluk seneleriydi o yıllar mesela, yorgan sırımak için iğne yapıyordum... Rahmetli anam da, bu gibi isteklere hiç yok demezdi, "gelsin de söylerim, yapar,  gelir alırsınız" dermiş. Cümle geçmişlerimize rahmet olsun.. Bu ve buna benzer nice işler. Dikiş makinalarının uydularını yapıyordum, zor işti elbette o zaman, o işi yapmak, o işi yapacak alet ve edavat nerede..? Zor olsa da işte bir şekilde yapardım, zira birikimim çoktu. İşlerini yaptığım insanlar şükran duygularını anlatmak için kelime bulamıyorlardı. Niye anlatıyorum bütün bunları, hatır ve gönül için. Bir bakıma 'ANLATMAM' istenildiğini zannettiğim  için; yeni  nesillerin bu yokluk yıllarını öğrenmeleri-bilmeleri ve  tarihe bir kesit verebilmek, not düşmek ve katkı için.

Sürçi lisan ettimse affola, çok söz Hakk'a yakışır derler.

Neler geldi neler geçti felekten
Deve geldi deve geçti elekten..
Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler ... 
Gâh bir harf  kusuruyla gözü kör eyler."

***

Sevgili dostlar, şaka değil; günün o şartların da Şevki Ustamız olmazları olduruyormuş.. Ablasının ehram çıkrığı marifetiyle zil yapmış mesela.. O zamanın saatçisi Rıza Ustadan aldığı  hurda bir çan saatinden,  oyuncak telgraf yapmış; telefon yapma çalışmalarına başlamış, evet, ta ozamanların Bayburtunda.. Malzeme olarak (?) eski pillerin kalem kömürlerini, kulaklık için bobin çalışmalarını bitirmiş, sıra kulaklığınlaklığın diyaframına gelmiş; iyice düzgün metalden olması lazımmış; onu da Marangoz Baki Çavuş'un  'gelin sandıklarında kullandıkları  süs' olan,  'ince tenekeden' temin etmiş.

'Hiç unutmam' diyor, mucidimiz; "evin zilli saati vardı, o saatin sesini ondan, oradan kendi yanıma getirmiştim, onu dinlerken uyumuşum. Uyandım ki, hala saatin esi kulaklarımda, öbür odadan dinliyordum, birşeyler yapmaya doymuyordum... Zira Edison'un hayatını okumuştum, o fonoğrafı yapmıştı, ben de pekâla yapabilirdim.."

Yani sizin anlayacağınız sevgili dostlar, Şevki Usta, aklına düşen her şeyi yapabilmiş bu eşi bulunmaz zeki ve mucid ve de bilge bir Bayburtlu... Düşüncesini realize eden, bütün imkânsızlıkları da beyni ve iradesiyle yenen bir adam.

Tanıyanlar bilir, onu ne kadar eksik anlattığımızı.. Kurtuluş bayramlarında yapmış olduğu ve diğer zenaatkarlarla  birlikte yaptıkları olağanüstü şeyler de var, onları da bir başka bölüm ve başlıkta yazmak lazım elbette...

İnsani meziyetleri, ahlaki yapısı ile dostuna dost ve güven veren bir eda ve duruş sahibidir. Saygındır, sözü dinlenir kelâm sahibi bir beğdir ayni zamanda. Cemiyet içinde son derece saygı duyulan ve sözüne itimad edilen, boş ve afaki söz söylemeyen; söylediğini yaşayan,  yani göründüğü gibi olan, olduğu gibi de yaşayan bir Bayburt beyfendisidir.

Hala yaşıyor, Bayburtta ikamet.. Kendisine sağlık, sıhhat, huzur ile afiyet diliyoruz, saygı ile ellerinden öpüyoruz bu değerli büyüğümüzün.