HACI OSMAN

Abone Ol

Doğu Karadeniz boyunca uzanan Soğanlı Dağları’ndan kopup gelen gümüş renkli, buz gibi alabalık derelerinin suladığı, aynı dağların eteklerine yaslanmış verimli arazilere ve daha çok Çaykara civarından gelenlerin kullandığı Kuşmer gibi büyük bir yaylaya sahip, yeni ismi "Gümüşdamla" olan, Bayburt’a bağlı köyünde herkes gibi tarım ve hayvancılıkla uğraşan Recep Oğulları sülalesinden Şükrü Efendi’nin son günlerde keyfi pek yerinde idi. Bin dokuz yüz sekizde başlayıp altı yıl süren askerliğini on beş gün önce bitiren oğlu Hacı Osman geldiğinden beri, hanımı ve büyük oğlu hafız Maşuk ile birlikte beden gücü ile yaptıkları yorucu   işlerinde biraz daha rahat etmişlerdi.

Yıllarca hasretliğini çektiği evlâdının, senede bir iki mektupla haberini alabildiği  uzak cephelerden sağ salim dönmesine binlerce şükretmiş, şükür namazları kılmıştı. Aklındaki tek düşünce; iki gözünün nuru oğlunu, uzun süredir yolunu gözleyen nişanlısı ile bir an önce baş göz ederek, dünya gözüyle mürüvvetlerini görmekti.

Hacı Osman askere gitmeden tutulmuştu sevdaya, bir ara izine geldiğinde uzun uzun düşünerek kafasında yaptığı planı uygulamıştı. Asker kıyafetleriyle uzaktan uzağa sevdiği kızın köydeki evine giderek evinin kapısını çalmış, kapıyı açan sevdiğine ismiyle seslenerek ayran istemişti. Onun hoş bir edayla getirdiği bir bardak ayranı içtikten sonra; "-Ben senden ayran değil çalkama istemiştim" deyince, kız şaşkınlıkla karışık bir kızgınlıkla içeri girmiş, annesi; "Sevaptır kızım, kim bilir hangi ana kuzusudur? diyerek kızını sakinleştirmişti. Hacı Osman kızın evdeki yoğurttan yapıp getirdiği çalkamanın çoğunu içtikten sonra kalanın içine ona aldığı nişan yüzüğünü atmış, kız bardaktaki yüzüğü alıp kabul ederek sevdaya karşılık verdiğini ayan etmişti. Birkaç gün sonra da Şükrü Efendi, yakın komşuları olan müstakbel gelininin evine giderek, kızı babasından Allahın emri peygamberin kavli ile oğlu Hacı Osman’a istemiş, asker ocağından alınan izin bitmeden Mam köyünde aileler arasında nişan yapılmıştı.

Tezkeresi ile birlikte sağ salim evine dönen ve bir hafta-on gün kadar dinlendikten sonra ailenin geçim kaynağı olan köydeki işlere girişen Hacı Osman; tırpan sallıyor, ot biçiyor, bağ bağlıyor, hayvanların bakımını yapıyor, ağır işlerle bedenini yoruyor, cephelerde yaşadığı unutulmaz olayların ve askerliğin etkisinden kurtulduğunu hissediyordu.

Hava karardıktan sonra gizlice nişanlısyla buluşarak onunla; Çoruh’un kolu olan Mam suyunun kenarında kaynayan ve bir bardak içince tok adamı acıktıran, yaralara damlatılınca iyileştirip çar çabuk kabuk bağlatan "Vağında tuzlu suyu" civarındaki ağaçlık alanda  buluşuyor, birkaç kelam ederek dünyayı unutuyordu. Soğanlı’lardan ovaya doğru esen Balkar rüzgârı gündüz serinlik verirken, onların buluştuğu akşam vaktinde iyice soğuyup üşütüyor, nefeslerinin karışmasına engel oluyor, varlığını hissettiriyordu; deli rüzgâr "-benden gizlenemezsiniz, sevdanızın şahidiyim" der gibiydi.

Yörenin kadim adetlerine göre nişanlı görmek yasaktı ve bu yüzden hep gizli yapılırdı. Hele de nişanlının başka köyde olması işi iyice zorlaştırıyordu. O zamanki adetlere göre, gençler yakaladıkları enişteleri olacak delikanlıları teşhir ederek, boyunlarına teneke bağlamak gibi ağır cezalar veriyorlardı. Şehirde ve bazı köylerde sayıları çok daha az olan gayrimüslimler dahi bu Türk geleneğini benimsemiş, aynı şekilde uygulamışlardır.

Bir öğle vakti tüm aile, tandırdan yeni çıkmış lavaşların mis gibi koktuğu tandırbaşına kurulmuş bakır sininin etrafında, güveçteki buğusu tüten yemeği kaşıklarken, komşuları ve akrabaları olan ve kulağının delikliği ile bilinen kadın aniden içeri daldı, telaşlı bir sesle "-Ağa emi duydunuz mu seferberlik ilan adildi’’ diye Şükrü Efendi’ye seslendi. Sofra başına derin bir sükûnet çöktü, Hacı Osman’ın elindeki dolu kaşık siniye düştü, önündeki beyaz ekmek karardı adeta bu haberle. Oğlunun kaygısını sezen Şükrü Efendi’nin yağırnısına bir ağrı çöktü; "-Oğlum endişelenme, rahat ol, iyi olur inşallah diye ciğer paresini teselli etmeye çalışsa da, Hacı Osman derin bir iç çektikten sonra, "-Ağam bu kına başka kınaya benzemez" diye belli belirsiz mırıldandı. Genç adam bir anda huzursuz, endişeli bir ruh haline bürünmüş, adeta başına gelecekleri, önceden hissetmişti.

Kadının verdiği haber doğruydu; dört yıl sürecek, Osmanlı İmparatorluğunun geniş topraklarından kırk kadar yeni devlet oluşmasıyla bitecek olan, Harb-i Umumî de denen Birinci Dünya Savaşına; İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya’nın Osmanlı topraklarını paylaşmak için gizli görüşmeler yaptıkları anlaşılınca, Alman’ların yanında girmeye karar veren Osmanlı Devleti, 27 Temmuz 1914 tarihinde "Tekâlif-i Harbiye" kanununu çıkararak halka yeni yükümlülükler getirmiş ve seferberlik ilân etmişti. Almanya; Padişahın Müslümanların halifesi olmasından dolayı, Hindistan gibi büyük İngiliz sömürgelerinde karışıklık çıkacağını umuyor, bu yüzden Osmanlı Devletini bir an önce savaşa sokmak için can atıyordu.

Seferberlik ilan edildiği haberi duyulduktan kısa bir süre sonra, altı yıl askerlik yaparak vatanî borcunu ödemiş olmasına rağmen Hacı Osman yeniden askere alındı. Enver Paşa’nın doğuda Ruslara karşı büyük amaçlarla tesis etmeye çalıştığı orduya katılmak üzere Sarıkamış cephesine gönderildi.

Sarıkamış cephesine sevk edilen büyük birliklere erzak ve mühimmat Karadeniz sahilinden gemilerle gelecekti. Bu çok gerekli  mühimmatın sevkiyatının Rus ordusu tarafından engellenmesiyle, erzaksız ve donanımsız kalan Osmanlı Ordusunun uğradığı hayal kırıklığı ve başarısızlık Birinci Dünya savaşının sonucunu da etkileyecekti.. Ruslara karşı planlanan, Türk Dünyasıyla birleşmeyi hedefleyen büyük taarruz, Allahuekber dağlarından Sarıkamış’a doğru yürüyen on binlerce Osmanlı askerinin soğuktan donup karlı yollar boyunca yerlere yığılarak şehit olmasıyla akim kalmıştır. (Bu savaşta üstün gelen Rus Ordusu’nun, donarak şehit olan Osmanlı askerlerini, askeri araçlarla topladığı görüntüler yıllar sonra ortaya çıkmıştır.)

Büyük yenilgi ve kayıpları duyup Hacı Osman’dan haber alamayan aileyi bir korku ve endişe sardı. Resmi bir yazı ellerine geçmese de; hastane kayıtlarında, asker kaçakları ve Ruslara esir düşerek Hazar denizindeki Nargin adası ve Sibirya’daki toplama kamplarına gönderilenler arasında ismi geçmeyen Hacı Osman’ın Sarıkamış Allahuekber dağlarında soğuktan donarak şehit olduğuna kanaat getirdiler. Savaş bittikten yıllar sonra Hacı Osman’ın ailesinin, gelinlerini evlerine getirip misafir etmelerinden Hacı Osman’ın bir gün çıkıp geleceğine olan inançlarını uzun süre kaybetmedikleri anlaşılıyor.

1916 temmuz ayında dört buçuk ay süren Kop-Bayburt Savunması çözülünce Osmanlı Ordusu geri çekildi, Rus birlikleri Bayburt’a girdi. Hacı Osman’ın ailesi çoğunluğun yaptığı gibi zaruri ihtiyaç malzemelerini öküz arabalarına yükleyerek Sivas-Tokat’a doğru muhacir çıktı. Kendi canlarının derdine düşen aile, iki yıl sonra Rus Ordusu Anadolu’dan kendi isteğiyle çekilince, diğer muhacirler gibi bir sürü meşakkat, yokluk, hastalık, açlık ve ölüm dolu günler yaşadıktan sonra yaya olarak köylerine geri döndü. Bu karmaşa içinde akıllarından çıkmayan Hacı Osman’ın akıbeti hakkında hiç kimseden ve resmi makamlardan bir bilgi alamamaları, yüz yılı aşkın geçen zamana rağmen aile fertlerinin içinde bir ukde olarak kaldı. Ne zaman içli bir seferberlik türküsü, ayrılık ağıtı duysalar ilk onu hatırladılar.

Hacı Osman, komşuları, akrabaları ve ailesi tarafından çok sevilen; hatırnaz, yakışıklı, babayiğit bir Anadolu delikanlısıydı. Onun geri dönmemesine çok içerleyen birkaç yaş büyük abisi Hafız Maşuk, ilk doğan oğluna Hacı Osman’ın adını koydu. İki yıl sonra doğan ikinci oğlunun ismini Osman Nuri, üçüncü oğlunun ismini ise Osman koydu. Ailenin sonraki kuşakları onun adını taşıyan yeğenlerinden devamlı olarak işittikleri, merak ettikleri Hacı Osman anısına köyde bir çeşme yaptırarak hatırasını yaşatmaya, büyüklerinin yürek yangınlarını dindirmeye çalıştılar.

Soğanlı Dağlarından esen serin yeli şahit tuttukları, karşılıklı olarak özenle yeşerterek korumaya yemin ettikleri, efsaneleşmiş eski aşıklardan ilham ve örnek aldıkları sevdalarını her an aklında ve gönlünde tutan nişanlısının; Hacı Osman’ı ömür boyu usanmadan beklediğine, bir daha kimseye gönül vermediğine, başkasıyla evlenmek istemediğine, cümle Mam ve Gümüşdamla ahalisi şahittir.

Yakınlarının anlattığına göre, adının Hatice olduğu tahmin edilen bu vefa ve iffet abidesi gelinin; nişanlısını hatırlattığından olsa gerek, Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Sindel köyünden Garaz Hala’nın o günlerde yaktığı, çok bilinen Sarıkamış ağıtını dinlemeye yüreği dayanmaz, içi daralır, gözleri yaşarırdı: 

Sarıkamış Altınbulak
Soğanlı’yı biz nerden bilek
Bizim uşak göycek gezer
Ağca zıbın, kara yelek

Yüzbaşılar, binbaşılar
Tabur taburu karşılar
Bir kar yağar ince ince
Yatan şehitler ışılar

Gözünü sevdiğim Eşe
Tekerim dayandı taşa
Seferberliği durdur
Elin öpem Enver paşa