Sabahın sükûnetinde, yeni doğan güneşin aydınlattığı evinin penceresiden bir şeyler silkeleyen kadının huzurlu halinde, büyük meşakkatlerden sonra mezun olduğu günün akşamı şehrin ürkütücü ışık denizini seyrederken, gelecekle ilgili düşüncelere dalan genç adamın tedirgin ruh halinde, bir çocuğun kendi acizliğine ve etrafının acımasızlığına isyanında gördüm hayata tutunma çabasını.
Okul çağında, tembel diye birinci sınıf öğrencisinin yüzüne arkadaşlarını tükürten, yıl sonunda hazırladığı müsamereye katılmak istemeyen çalışkan ve çekingen öğrencisi ile alay eden, başarısız öğrencilerini küçük düşürerek cezalandırdığını zanneden birkaç öğretmende gördüm zavallılığı ve fedakârca yetiştirdiği öğrencileri ile gururlanan öğretmenlerde gördüm erdemi, büyüklüğü...
İnsanların başlarına bir iş gelip mutsuz olmalarından mutluluk çıkarmaya çalışanlarda gördüm bayağılığı, acımasızlığı.
Bir yaşlının bahtını düzeltemediği evlâdını düşünürken yanaklarından süzülen iki damlada, bir başkasının mal varlığını teslim ettiği oğullarından harçlık isterken çektiği sıkıntıda, yapyalnız, güçsüz kalan yaşlılarda; yaşadıklarından kendini değersiz sanan, kaygı yaşayan gençlerde gördüm hayatın ürkütücülüğünü, çaresizliğini..
İlkokulun ilk yıllarında söylediğim "Yüksek Ayvanlarda Bülbüller Öter’’, "Hangi Bağın Bağbanısan’’; dayımgilin pikapta devamlı çalan "Hastane Önünde İncir Ağacı’’ ve üçüncü sınıfın ilk günü elektriği-oturulacak doğru dürüst evi olmayan Irak sınırındaki Çukurca'da okula giderken radyodan kulağıma dolan "Köprüden Geçemiyom" türküsünde, çelik çomak oynarken söylediğimiz "Heli Hamani" tekerlemesinde; Ortaokul-Lisede dinleyerek öğrendiğim; 'Tuti Mucize Gûyem', 'Nihansın Dideden', 'Kapat Gözlerini Kimse Görmesin' gibi onlarca Türk Sanat Müziği eserinde, üniversite yıllarında Samanpazarı kasetçilerinde her gün, gün boyu tekrarlanan Barış Manço'nun "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’’ şarkısında, aynı yıllar dost meclislerinde söylediğim "Huma Kuşu’’ uzun havasında, Gazi Eczalık Fakültesi'nde 12 Eylül öncesi havada uçuşan sandalyelerin gürültüsünde, bekâr evimizde devamlı yankılanan Ferdi'nin, Tüdanya'nın, İbo'nun yanık nağmelerinde, Tuzla'da martı sesleri arasında söylediğimiz Piyade Marşı'nda, daha sonra ordu evinde hemen hergün çalan "Suzan Suzi’’ ve "Dom Dom Kurşunu" türkülerinde, hele de İstanbul'da sabah ezanlarının huşûsunda, Hafız Burhan'ın, Kazancı Bedih'in, Barış Manço'nun, Nilüfer'in içli seslerinde; babasını bırakmak istemeyen bir kızın ve içerisi yanan bir annenin feryadında duydum hayatın seslerini.
Yavrularını korumak için yırtıcı kuşlarla ölüm kalım mücadelesi veren anaç tavukta, kümesi için sansarla çarpışan horozda, kardeşleri ile gelip sonra tek başına kaldığı, pek yüz görmediği bahçede kalabilmek için olmadık şaklabanlıklar yapan Karabaş'ta, nehir kenarında binlerce çöpten, bir sanatkârın yapabileceği mükemmellikte sanat eseri yuva yaparak, ağaç dalına asan bülbülde gördüm hayat mücedelesinin güzelliğini..
Yaradanın türlü nimet ve ziynetlerle süsleyip bezettiği dünyayı hor kullanan, değerleri şahsî menfaat aracı yapan, bilmediği işlere ihtirasla girip, israf eden, tahribeden insanoğlunda gördüm, fırsatçılığı doyumsuzluğu ve mutsuzluğu.
Sudan, ateşten bir can kurtarmak, vatanını savunmak için kendini feda edenlerde, ailesi için hiçbir şeyden kaçmayanlarda gördüm cesareti, fedakârlığı.
Yüce Allah'ın; sağlık, varlık, akıl, fırsat verdiği, çeşitli tehlikelerden eşkereden koruduğu, topluma faydalı şeyler kazandırmasını beklediği kulları; vakitlerini heba etmeye, nefisleri peşinde lüzumsuz işler yapmaya ve bunu sürdürmeye kalkıştıklarında gördüm manevi silleyi nasıl vurduğunu.
Harbi Umumi'nin yoksul düşürdüğü vatanda her yer karanlıkken, hastalık, ölüm kol gezerken; cepheden tüm ayak parmakları donup dökülmüş olarak sağ salim döndüğü memleketindeki insanlara en büyük hizmeti verip, eski yazıyı, yeni yazıyı, manevî değerleri öğretmeye gayret eden, Başöğretmeni olduğu yeni okulları açan, işi bitip uzak yerlere tayin edilince; gittiği beldede gece gündüz talebeler yetiştirmeye aynı şevk ile devam ettiği için Bakanlıkca takdir edilen, 1932'de emekliliğinden sonra yaptığı fahri imam-hatipliği-öğretmenliği ölünceye dek bir vakit-bir gün aksatmayan; kutsal değerleri kendine maske edip gayri ahlâkî işler yapana şiddetle karşı çıktığı; kızlarını okuttuğu, şiiri çok sevip, gramafondan müzik dinlediği için "çok az faniye nasip olacak sevgi-saygı gördüğü memleketinde’’ az bir zaman da olsa üzülen, 26 Aralık 1955 Pazartesi günü vefatından sonra Yeni Cami'den Kaleardı'daki ebedi istirahatgâhına mahşeri bir kalabalıkla "parmak ucunda’’ götürüldükten sonra, bu diyarda kütüphanesi olan diğer alimlerin de başına geldiği gibi; daha çok talebeleri tarafından kütüphanesi talan edilip, ömrünü vererek hazırladığı önemli el yazma eserleri dahi kaybolan; görüp duyamadığım ama onu tanıyan, çok seven, unutmayan anlatırken gözleri dolan insanlar sayesinde görüp duymuş gibi olduğum o Alimden; Ahmet Hasbî Aker'den; Hoca Ahmet Efendi'den öğrendim hasbîliği, öğrenme-öğretme ve okuma-yazma aşkını, vefayı, insan-vatan sevgisini..
Sevilmenin,unutulmamanın ne olduğunu...
Okul çağında, tembel diye birinci sınıf öğrencisinin yüzüne arkadaşlarını tükürten, yıl sonunda hazırladığı müsamereye katılmak istemeyen çalışkan ve çekingen öğrencisi ile alay eden, başarısız öğrencilerini küçük düşürerek cezalandırdığını zanneden birkaç öğretmende gördüm zavallılığı ve fedakârca yetiştirdiği öğrencileri ile gururlanan öğretmenlerde gördüm erdemi, büyüklüğü...
İnsanların başlarına bir iş gelip mutsuz olmalarından mutluluk çıkarmaya çalışanlarda gördüm bayağılığı, acımasızlığı.
Bir yaşlının bahtını düzeltemediği evlâdını düşünürken yanaklarından süzülen iki damlada, bir başkasının mal varlığını teslim ettiği oğullarından harçlık isterken çektiği sıkıntıda, yapyalnız, güçsüz kalan yaşlılarda; yaşadıklarından kendini değersiz sanan, kaygı yaşayan gençlerde gördüm hayatın ürkütücülüğünü, çaresizliğini..
İlkokulun ilk yıllarında söylediğim "Yüksek Ayvanlarda Bülbüller Öter’’, "Hangi Bağın Bağbanısan’’; dayımgilin pikapta devamlı çalan "Hastane Önünde İncir Ağacı’’ ve üçüncü sınıfın ilk günü elektriği-oturulacak doğru dürüst evi olmayan Irak sınırındaki Çukurca'da okula giderken radyodan kulağıma dolan "Köprüden Geçemiyom" türküsünde, çelik çomak oynarken söylediğimiz "Heli Hamani" tekerlemesinde; Ortaokul-Lisede dinleyerek öğrendiğim; 'Tuti Mucize Gûyem', 'Nihansın Dideden', 'Kapat Gözlerini Kimse Görmesin' gibi onlarca Türk Sanat Müziği eserinde, üniversite yıllarında Samanpazarı kasetçilerinde her gün, gün boyu tekrarlanan Barış Manço'nun "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’’ şarkısında, aynı yıllar dost meclislerinde söylediğim "Huma Kuşu’’ uzun havasında, Gazi Eczalık Fakültesi'nde 12 Eylül öncesi havada uçuşan sandalyelerin gürültüsünde, bekâr evimizde devamlı yankılanan Ferdi'nin, Tüdanya'nın, İbo'nun yanık nağmelerinde, Tuzla'da martı sesleri arasında söylediğimiz Piyade Marşı'nda, daha sonra ordu evinde hemen hergün çalan "Suzan Suzi’’ ve "Dom Dom Kurşunu" türkülerinde, hele de İstanbul'da sabah ezanlarının huşûsunda, Hafız Burhan'ın, Kazancı Bedih'in, Barış Manço'nun, Nilüfer'in içli seslerinde; babasını bırakmak istemeyen bir kızın ve içerisi yanan bir annenin feryadında duydum hayatın seslerini.
Yavrularını korumak için yırtıcı kuşlarla ölüm kalım mücadelesi veren anaç tavukta, kümesi için sansarla çarpışan horozda, kardeşleri ile gelip sonra tek başına kaldığı, pek yüz görmediği bahçede kalabilmek için olmadık şaklabanlıklar yapan Karabaş'ta, nehir kenarında binlerce çöpten, bir sanatkârın yapabileceği mükemmellikte sanat eseri yuva yaparak, ağaç dalına asan bülbülde gördüm hayat mücedelesinin güzelliğini..
Yaradanın türlü nimet ve ziynetlerle süsleyip bezettiği dünyayı hor kullanan, değerleri şahsî menfaat aracı yapan, bilmediği işlere ihtirasla girip, israf eden, tahribeden insanoğlunda gördüm, fırsatçılığı doyumsuzluğu ve mutsuzluğu.
Sudan, ateşten bir can kurtarmak, vatanını savunmak için kendini feda edenlerde, ailesi için hiçbir şeyden kaçmayanlarda gördüm cesareti, fedakârlığı.
Yüce Allah'ın; sağlık, varlık, akıl, fırsat verdiği, çeşitli tehlikelerden eşkereden koruduğu, topluma faydalı şeyler kazandırmasını beklediği kulları; vakitlerini heba etmeye, nefisleri peşinde lüzumsuz işler yapmaya ve bunu sürdürmeye kalkıştıklarında gördüm manevi silleyi nasıl vurduğunu.
Harbi Umumi'nin yoksul düşürdüğü vatanda her yer karanlıkken, hastalık, ölüm kol gezerken; cepheden tüm ayak parmakları donup dökülmüş olarak sağ salim döndüğü memleketindeki insanlara en büyük hizmeti verip, eski yazıyı, yeni yazıyı, manevî değerleri öğretmeye gayret eden, Başöğretmeni olduğu yeni okulları açan, işi bitip uzak yerlere tayin edilince; gittiği beldede gece gündüz talebeler yetiştirmeye aynı şevk ile devam ettiği için Bakanlıkca takdir edilen, 1932'de emekliliğinden sonra yaptığı fahri imam-hatipliği-öğretmenliği ölünceye dek bir vakit-bir gün aksatmayan; kutsal değerleri kendine maske edip gayri ahlâkî işler yapana şiddetle karşı çıktığı; kızlarını okuttuğu, şiiri çok sevip, gramafondan müzik dinlediği için "çok az faniye nasip olacak sevgi-saygı gördüğü memleketinde’’ az bir zaman da olsa üzülen, 26 Aralık 1955 Pazartesi günü vefatından sonra Yeni Cami'den Kaleardı'daki ebedi istirahatgâhına mahşeri bir kalabalıkla "parmak ucunda’’ götürüldükten sonra, bu diyarda kütüphanesi olan diğer alimlerin de başına geldiği gibi; daha çok talebeleri tarafından kütüphanesi talan edilip, ömrünü vererek hazırladığı önemli el yazma eserleri dahi kaybolan; görüp duyamadığım ama onu tanıyan, çok seven, unutmayan anlatırken gözleri dolan insanlar sayesinde görüp duymuş gibi olduğum o Alimden; Ahmet Hasbî Aker'den; Hoca Ahmet Efendi'den öğrendim hasbîliği, öğrenme-öğretme ve okuma-yazma aşkını, vefayı, insan-vatan sevgisini..
Sevilmenin,unutulmamanın ne olduğunu...