Gönüllü Açlık

Abone Ol
Geçmişten günümüze aç kalma endişesi insanlığın ortak kaygısıdır. Her şeye rağmen yinede insanoğlu inancı gereği kutsal addettiği günlerde kendini gönüllü açlığa adayabiliyor. Bu demektir ki insanlığı asıl ürperten gönüllü açlık değil, kıtlık günlerde olduğu gibi her an karşı karşıya kalınabilecek zorunlu açlık durumudur. Nasıl mı? İşte Afrika’da yaşanan açlık manzaraları bunun en tipik örneğidir. Hatta Osmanlı ordusunun Plevne’de erzak yollarının kesilmesi sonucu karşı karşıya kaldığı zorunlu açlık durumu da öyledir.

Hele insanoğlu zor şartlarda açlıkla karşı karşıya kalmaya dursun o an ölümü hatırlamak zorunda kalırken, gönüllü açlıkta ise tam aksine mensup olduğu inancın gereklerini yerine getirmenin huzuruyla kul olduğunun farkına varır. Tabii farkına varmak sadece inanç boyutuyla sınırlı değil, kültürel dinamiklerle de alakalı bir husustur. Öyle ki, dünya üzerinde irili ufaklı birçok din ve kültürlere baktığımızda gönüllü açlık gerçeği ile yüzleşiriz.  Nasıl mı? İşte Güneydoğu Asya dinlerinden Budizmde Nırvana’ya ulaşmak için Budistlerin her iki ayda bir nefislerini gönüllü açlıkla terbiye ettiklerini görürüz. Hindular yılın belli ay ve günlerini gönüllü açlıkla yâd ettiklerini, Çin Taoizm’de ise büyük bayram dedikleri günlerde kötülüklerden arınmak adına 15 gün oruç tuttuklarını gözlemleriz. Mesela yine Antik Yunan ve Roma’ya baktığımızda uğursuz addettikleri günlere nispetle her türlü beladan azad olmak için gönüllü açlık çektikleri bilgisine ulaşırız. Peki ya ateistler? İlginçtir onlarda inançsız oldukları halde kimi zaman hümanist bir eylemci yaklaşımla kendilerini ölüm orucunun kollarına attıklarını görürüz. Ama şu da var ki; kim ne amaçla gönüllü açlık tutarsa tutsun bizim açımızdan önemli olan Yüce Allah’ın (c.c); beyan buyurduğu “Ey İman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara, 183) ayetinde üzerimize farz kılınan gönüllü açlık temel esastır. Hiç kuşkusuz böylesi bir oruca önem verişimizin sebebi ilahi olmasıdır. Asla bedenimizi dinlendirmek gibi bir düşüncemiz olamaz. Bilakis her türlü masivadan, yani dünyevi bağlardan sıyrılıp metafizik ötesine yol almak veya gönül dünyamızda var olan merhamet duygularını yeşertip kendimize geldiğimiz için önem addederiz. Derken gönüllü oruç tuttuğumuzda varoluş gayemize uygun olarak ‘Ey şehri Ramazan hoş geldin’ diyerekten selamlarız da.  Ne mutlu oruç hakkiyle tutup gerçek gönüllü açlık bilene.

Şu bir gerçek; bedenimizle ilgili en ince ayrıntı bilgileri ultrasonografi ve tıbbi cihazlarla öğrenmek imkân dâhilindeyken, aynı şeyi ruh için söyleyemeyiz. Çünkü bugüne dek ruh dünyamızı ölçen bir alet keşfedilmemiş, zaten keşif edilemez de. Tek kanaatimiz o dur ki; ruha aracılık yapacak sübjektif vasıtanın oruç olduğu gerçeğidir. Oruç hem öyle bir vasıta ki, ruhla beden arasında köprü vazifesi görür de. Ve bu köprü sayesinde yolculuğun evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olur da.

Belli ki, balçıktan yaratılan ten kafesimize anlam katan oruçtur. Bir kere bir mümin oruç tutmakla Allah katında aciz kul olduğunu idrak ettiği gibi, kendi iç dünyasında ‘hepimiz ben-i âdemiz’ bilinci kazanırda. Yeter ki, gönüllü açlık Allah için tutulsun bak o zaman ‘nerden geldik nereye gidiyoruz’ tefekkür anlayışıyla an be an ötelere yol alırız da. Hikmetinden sual olunmaz ama ilk insan gözünü cennet vatanında açtı açmasına ama yasaklı ağacın yemişinden yemekle kendini fani dünyada buldu. Kim bilir belki de yasak kılınan o ağacın yemişi yemenin, yani bozulmuş orucun kefaretini ödemek üzere dünyaya konuk olduk.  Madem bu dünya misafirhane, madem konuğuz, o halde gönüllü oruçla konukluğumuzu asli vatana dönüştürmek gerektir. İşte bu noktada on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif her mümine ‘Sefer der vatan’ için büyük bir fırsat sunar da. Böylece gerçek manada Ramazan-ı Şerifin sonsuz rahmet ve bereketinden istifade eden müminler ten kafesine haps olmuş ruhunu enginlere salıp gerçek hürriyetin huzuruna erer de.

Her ne hikmetse oruç daha çok doğu coğrafyasında neşvünema bulan tek gönüllü açlık mührüdür. Bu mührün ilk izlerini Tur-i Sina’da görmek mümkün. Nitekim Hz. Musa (a.s) Tur-i Sina’da kırk gün boyunca oruç tutmanın akabinde ‘Kelimullah’ şerefine erişmiştir. Ne var ki, Hz. Musa (a.s)’ın Tur-i Sina dönüşü İsrail oğullarını altın buzağına taptık halde görmesi onu çok üzmüştür. İşte Musevilerin, Musa’yı üzdüklerine duyulan pişmanlığı izhar etmek için o günü (Yom Kippur-kefaret günü) oruçla yâd ederler. Malum, bir kısım Hıristiyanlarda İsa’nın yakayı ele verdiği, çarmıha gerildiği ve defnedildiği günleri perhiz türü bir oruç tutarak günahlardan arınacaklarına inanırlar. Hatta yine aynı benzer duyguyla günahkâr doğduklarına inandıkları her insanın vaftiz edilerek günahlardan arınacağına inanırlar.

Peki ya semavi olmayan dinler? Malum, Hinduizm ve Budizm gibi akımlar her ne kadar din olarak lanse edilseler de aslında bunların her biri öğreti türü inançlardır. Bilhassa bunlar arasında en dikkat çekeni Hinduizm ve Budizm’e baktığımızda her ikisi hakkında riyazet ve perhiz ağırlıklı bir inanç sistemi öğretisiyle karşılaşırız. Ancak şu da var ki, Budizm’in ilk başlangıcı metafizik kaynaklı bir öğreti üzerine kuruluyken sonraki dönemlerde Yaratıcıyı aradan çıkarıp ölüm ötesi hayatı bile dışlayan bir acayip öğreti hale gelmiştir. Hindu akımı desen Brahmanlardan Vedalara, Vedalardan Upanişadlara doğru geldiği noktada vejetaryen hayata adayıp en nihayetinde kendini kutsal inek öğretisinde kendini bulur. Bu öğreti içerisinde Ganj ise bir tür arınma ve bir tür hac olarak vazife görür. Bu arada Hinduizm’i zikretmişken hiç kuşkusuz Mohandas Karamçand Gandhi unutmamak gerekir. Zira Gandhi bir zaman Hint dinlerinden Caynizme intisap etmiş bir sivil inisiyatif öncüsü liderdir. Öyle ki, Gandhi çocuk çağlarda etkisi altına girdiği dinde et yemenin yasak olduğunu bildiği halde birkaç kez arkadaşı uğruna bu yasağı çiğnemiş ve içten içe ezikliğini hissetmiş te. Ve bunun sonucu olarak İngiltere’de öğrencilik yıllarında et yeme yasağına titizlikle riayet ettiği gibi bunu daha da ileri safhalara taşıyarak öncülüğünü yaptığı sivil direnişe malzeme yapıp bunu gönüllü açlık yöntemiyle taçlandırır da. Derken taçlandırdığı eziyet varı hayatla bu dünyadan bir deri bir kemik halde göç etmiştir. Tabii caynizm sadece perhiz ağırlıklı öğretiyle sınırlı bir akım değil, canlı olan her şeyi, hatta böceği bile incitmemeye yönelik, aynı zamanda nefsin isteklerine geçit vermeyecek aşırı uygulamalara açık bir inanç sistemidir. Ancak Caynizm’in böylesine insan nefsine aşırı derecede yüklenilmesi hasebiyle zihinlerde hep olumsuz yönde nefse zulmeden ve eziyet veren bir inanç sistemi algısı iz bırakmıştır.

İyi ki de İslam’la müşerref olmuşuz. İşte görüyorsunuz İslam’da ne pişmanlık olgusu için, ne günahlara kefaret için, ne bedeni ölümsüzleştirmek için, ne de ömür boyu acı çekmek için oruç tutulur. Bilakis Kur’an’da tarif edildiği üzere nefse zulmetmek yerine ıslah cihetine gidilerekten iftar ve sahur sofraları ile birlikte gönülü açlık olarak ihya edilir. Bizde daha çok Muhammedi çizgide boy veren gönüllü açlık söz konusudur. Hele ki, Kur’an’ın Ramazan ayında nüzul olması gönüllü orucun önemini bin kat daha ziyadesiyle artırmaya yetiyor. Bu yüzden Ramazan’ı rahmet ayı biliriz hep.  Ve bu rahmet sayesinde vücudumuzun giriş kanallarını kapatıp Rabbimizle baş başa kalmanın hazzını yaşarız. Yetmedi, Ramazan boyunca her gün Kur’an’dan bir cüz okuyarak Rabbimizle karşılıklı kelam etmenin hazzını tadarız. Belli ki Rabbül Âlemin Ramazanda Rasulullah (s.a.v)’i Cebrail’le birlikte karşılıklı mukabeleye tabii tutmuş ki Ümmet-i Muhammed’e örnek teşkil etsin.  Derken bu örnekten hareketle Müslümanlar camilerde, evlerde tıpkı Efendimiz (s.a.v)’in Cebrail’le karşılıklı Kelam-ı Kadimi mukabelede okudukları gibi okuyaraktan hatim indirmenin şerefine nail olurlar. Böylece okunan hatimlerle birlikte evrenin döngüsüne ve ritmine vahyin soluğu üflenmiş olur.

Malum birde biz Müslümanların kutlu ayını müjdeleyen takvimimiz var, yani hiçbir şey rast gele değildir. İşte rastgeleliği ortadan kaldıran kameri takvimden başkası değildir. Bu takvim yaprağının tipik özelliği güneş yılına göre her yıl on gün gibi kısalık bir zaman dilimi sunmasıdır. Böylece bu takvim her yıl on gün öncesinden Ramazanın geldiğini belirleme açısından göstergemiz olur. Bundan daha mühim olan Ramazanı kameri ayın rahmetinden yılın on bir ayı yoksun kalmaz da. Derken bu noktada güneşi takvimin sabitlenmeyi, kameri ay’ında deveranı temsil ettiğini idrak ederiz. Ve temsil olunan kameri döngü içerisinde insanlık, hayvanat, nebatat (bitki âlemi), cemadat (madde âlemi) ve tüm kâinat istifade eder de. Nasıl istifade etmesin ki, her kameri deveranda Kuran’la soluklanmak vardır. Hele bu deveran Ramazan-ı Şerif döngüsüne girdiğinde okunan hatimler yüzü suyu hürmetine gök kubbe yankılanır da. Bakın, Allah Resulü ne buyurmuş; “Amellerin en hayırlısı Kur’an okumak ve hatmetmektir.” İşte Saadat-ı Kiram bu hadisi şeriften aldığı ilhamla hatm-i şerifi sadece Ramazanla sınırlamamışlar, yılın her gününe yayarak ‘Hatme-i Hacegan’ halkası kurmuşlardır. Nasıl ki, evreni oluşturan tüm galaksi ve gezegenler halka halka kendi yörüngelerinde seyri âlem eyleyerek her salise akışından sapmıyorsa, Hatme-i Hâcegan halkası da tıpkı kâinatın döngüsünde olduğu gibi sıratı müstakim üzere olan seyrinden bir an olsun sapmamaktadır. Böylece evrendeki bu manevi senfoniye Hatmei Hâcegan’da eşlik etmektedir. Öyle görünüyor ki, bu döngü devam ettikçe Hatme-i Hatme-i Hâcegan döngüsüde devam edecektir, buna inancımız tamdır. Bu yüzden Hatme-i Hâcegan’ı kıyamete dek evrenin ritmine, zikrine eşlik edip ötelere seyri âlem eylemenin adı biliriz. Dahası İmamı Rabbani (k.s) bu yolun kıyamete kadar devam edeceğini müjdelemiş bile.

Ramazan hem on bir ayın sultanı hem de kalbidir. Zaten o kalp olmasa diğer ayların pek ehemmiyeti olmazdı. Yılda bir kez olsun o kalbin atması on bir ayın bütününü rahmet deryasına gark etmeye yetiyor. Bilhassa Ramazanın bereketiyle kurulan iftar ve sahur sofraları tüm gönülleri kaynaştırır da. Peki, madem öyle Ramazanı sadece fakir fukaraya yardım eli uzatmak anlamında değerlendirenlere ne demeli,  belli ki onların anlayışı kıt olduklarından Ramazanı bir kesime yönelik indirgemiş olduklarının farkında değiller. Oysa sırf bu iş için fakir fukaraya yönelik seferber olmuş birçok gönüllü kuruluşlar, aşevleri,  sosyal güvenlik kurumları yeterince var zaten. Doğrusu biz Ramazanı mümin toplumun bütün kesimlerini kapsayan rahmet ayı olarak biliriz. Böylece Ramazan zengin fakir ayırmaksızın tüm inananların üzerine sekinet (huzur-sükûn)  ve bereket kaynağı olur da.  Elbette ki bu bereket ayında fakir fukara için Ramazan poşetleri hazırlamak güzeldir, ama bundan daha da güzel olan gönül almak esastır. Çünkü biri geçici, diğeri kalıcı gönül almadır. Bir fakir kişi düşünün ki, bizi sofrasına davet etmiş, ne yani fakir diye sofrasına gitmeyecek miyiz? Ya da tam tersi bir zengin adam düşünün ki fakirin sofrasına çağırmış, ne yani zenginin yanında o fakir sıkılır diye gidilmeyecek mi? Hiç kuşkusuz her iki durumda da davete icabet sünnettir buyruğunca gidilmesi lazım gelir. Maalesef gel gör ki, bu gün geldiğimiz noktada öyle bir hale gelmişiz ki gerek iftar davetini,  gerek zekâtı ve gerekse kurbanı zenginden fukaraya mal aktarımı olarak algılamış durumdayız, üstelik bu yaklaşımı doğru bakış sanırız da. Oysa iftar ve sahur sofralarından maksat bir gönül paylaşımı içerisinde bir gönlün içine girmek vardır.  Kelimenin tam anlamıyla Ramazanı bu anlamda gönül tazeleme olarak algılamak gerektir.

Bir başka açmazımız ise hiç kuşkusuz Ramazan gelince teravih namazlarında camileri hıncahınç doldurmakta âdete yarışır haldeyiz, ama ne hikmetse Ramazan ayı bittiğinde aynı hassasiyetten eser kalmadığını görürüz. Oysa ibadeti ne seccadeye, ne camii alanına,  ne belli bir aya, ne belli bir zaman dilimine, ne de belli bir mekânla sınırlı tutmak esastır. Hakeza ibadeti üç aylarla, Ramazanla sınırlı tutmakta olmaz, tüm zaman ve mekâna yaymak gerekir ki vuslat hâsıl olsun. Çünkü dini vecibeler belli bir zaman dilimine, belli bir mekâna sığacak kadar dar değildir. Dinimizin tüm zaman ve mekânları kuşatır nitelikte olması bilhassa sonsuzluğa vurgun olanların her nefes alışında ‘Hu’ deyişine yol açar. Yeter ki, her nefes alışta huş-derdem (nefesi boş yere tüketmemek) üzere nefes alınsın bak o zaman Yüce Allah’a kurbiyet hâsıl olurda. Evet, bir kez daha hatırlatmakta fayda var: oruç kesin kes bizlere anlatıldığı şekliyle sırf fakir fukaranın halinden anlamak ya da açlığa karşı sabırlı davranmak değildir, daha çok Allah’a kurbiyet (yakınlık) kurmanın aracı bir gönül açlığıdır, mükâfatı da Allah indinde gizlidir. Nitekim Yüce Rabbimiz; “Oruç benimdir, mükâfatını da ben veririm” beyan buyurmuştur. Bu nedenledir ki; İslam’da oruç bozana kul hakkına yönelik bir suç teşkil etmediği içindir had cezası yoktur. Zira ‘oruç benimdir’ kelam buyuran Allah’ın ikramı olması dolayısıyla tutarız. İslam hukukunda bir mümin şayet toplum içinde alenen orucunu yiyorsa belki o kişi için hürmetsizlik türünden bir tazir türünden uyarı yapılır. Bunun dışında bir kimse bile bile mazeretsiz orucunu bozduğunda altmış bir gün oruç tutması gerektiğini, yani oruç bozmanın karşılığı altmış gün olduğu, diğer bir günün ise günü gününe kazası olduğu hatırlatılır. İşte bu hatırlatmayla birlikte o kişi oruç kefaretini uygularsa ne ala, uygulamasa hesabı ahrete kalır.

Hiç kuşkusuz dinimiz sadece bir inanç sistemi değildir, aynı zamanda bir hayat dinidir. Tuvalet adabından tutunda ev ve cami’ye giriş çıkışlarda nasıl adab üzere adım atılacağını gösteren, sofraya nasıl oturalacağını, yemeğe nasıl başlanılacağını ve nasıl bitirileceği gibi daha nice adabları talim eyleyen bir dindir. Görülen o ki, bu dünyaya günlük hayatın her alanında keyfimize göre hareket etmek için gelmedik, Allah’ın belirlediği kurallara uygun bir hayat yaşamak için geldik.  Öyle ya, madem başıboş yaratılmadık, başıboş da davranamayız. Kaldı ki, tüm kâinat başıboş yörüngesinde seyretmediği gibi, insanoğlunun da dünya yörüngesinde başıboş avare avare dolaşması caiz değildir. Belli ki tüm mevcudat emir almış, emrin gereği olarak belli bir program dâhilinde görevini ifa ediyor, o halde yaratılmışların eşrefi mahlûkatı ilan edilen insana da ‘İnsanları ancak bana ibadet etsin diye yarattım’ fermanına göre hayatını tanzim etmek yaraşır. Hiç kuşkusuz Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yok, ama bizim ihtiyacımız var. İşte bu yüzden ihtiyaçlarımızı oruç vasıtasıyla belirleyip “Îlahỉ ente maksudî ve rızake matlubỉ -Allah’ım maksadım sen isteğim senin rızanı kazanmak” çerçevesinde ahret azığımızı hazırlamak gerektir. Aksi halde kendi başına buyruk kesilenlerin akıbeti malum, sonları hep hüsranla bitmiştir. 

Hâsılı kelam; ‘ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır’ bilinciyle bize emanet edilen bedenimizi vahyin soluğuyla pak edip pekâlâ akıbetimizi beyaz kefen içerisinde şeb-i aruza yol alabiliriz. Yeter ki, niyet hayır olsun akıbette hayır olur elbet.  

Vesselam.