Gelenek, aslında ne zaman ortaya çıktığı belli olmayan ama sosyal hayatımızı bugün de anlamlandırmamızda bize yardım eden, kültürümüze ve inanç yapımıza ait değerlerin toplamı hatta toplamından çok daha fazlasıdır.
Toplumsal hayatımıza yeni bir şey katarken gelenekten topyekûn kopamayız. Geleceği, geçmişle aydınlatır ve yeniye onun ışığıyla kimlik veririz. Şayet bir kopma yaşanırsa o zamanda yolunu kaybetmiş bir insan gibi nereden geldiğini bilemeyen bir hâlde savrulur dururuz.
Tarihte, işte tüm bu savrulmaların da bir geleneği vardır. Geleneği sadece ‘olumlu’yu izah ederken kullanmıyoruz aslında. Günümüzdeki bütün savrulmaların, kopuşların izini de yine tarihte arıyor ve “falanca kavim/toplum da saptı ve helak oldu, dağıldı” diyebiliyoruz.
Özellikle bugünlerde “aşırı yorum” yaparak âyet ve hadislerle sabit konuları dahi kendi mecrasından çıkarma konusunda maalesef İslâm tarihi de son derece çarpıcı örneklerle doludur.
Aklı vahyin önüne geçirerek âdeta “bir devrim yaptım” demenin çılgınlığına kapılan nice kafalar yaşadı bu dünyada. Ama çoğu da, inançların emrettiği denge ve ölçü mecrasında kalan büyük kitleler tarafından dışlandı, hatta onlar gözünde izzetlerini kaybettiler.
“Aşırı karanlık gibi aşırı aydınlık da kör eder” gerçeği, “aşırı yorum”cuları maalesef kör etti. “Türedi” birtakım anlayışlar ve davranışlar maalesef günümüzde de hâlâ çeşitli boyutlarda yaşamaya devam ederken, geleneği hiçe sayıyor ve tarihin önünde yeni savrulmalar oluşturuyor.
Elbette bu savrulma sadece felsefe ya da tasavvuf alanındaki aşırılıkların eseri değil; buna bir de inandığı dinin emirlerini bilmeyen, kitabının ve peygamberinin söylediğinden habersiz Müslümanlar da önemli katkılar yapıyorlar. Geleneksizliği âdeta kendi savrulmalarının bir “geleneği” üzerinden dayatmanın da derdi içerisindeler.
Her şeyi sökerek, bozarak, hafızasını dağıtarak kendisini var etmeye çalışanların “muhafaza edecek bir geçmişi olmadığı gibi ihya edecek bir geleceği de yok.” Onların işte bu tasayı taşımayan bir güç ile hareket ettikleri asla unutulmamalı.
Bu zeminde, “Muhafaza ediyoruz” diyenlerin hiçbir şeyi muhafaza etmediği gayet açıktır. DAEŞ’in, PKK’nın ve benzerlerinin neyi muhafaza ettiğini bileniniz var mı? Oysa en büyük iddiaları “muhafaza” değil miydi?
Bana göre bu zihniyetler, savrulmanın dışında hiçbir geleneği temsil edemezler; şiddet, kan ve gözyaşı denen zulmün ve onları üreten zalimliğin de bir geleneği varsa eğer, işte ancak onu temsil edebilirler. Bu da toplumda ortopraksiyi (düzgün davranış) temsil edenlerin, gelenek dışına ittiği yani geleneksizlik olarak gördüğü bir sapkınlık/sapmışlık hâlidir. Neticede unutulmamalıdır ki onun da bir geçmişi vardır…
Yani soyluluk kadar soysuzluk, onurluluk kadar onursuzluk, iman kadar küfür de kadim bir meseledir...